Journos Video

Sedef Kabaş: Gerçekleri söyleyemiyorsan gazeteciliği bırakacaksın

Uzun yıllar yaptığı televizyon söyleşileri ve sorduğu sorularla öne çıkmış bir isim Sedef Kabaş. Hatta altı kitabından birinin adı ‘Soru Sorma Sanatı.’ Boston Üniversitesi’nde Televizyon Haberciliği üzerine master yapmış, CNN International’da çalışmış bu isim ne zamandır ekranda yok. Kendi ifadesiyle ‘gazetecilik, gerçekleri yazabildiğin sürece yapılması gereken bir meslek’ ve anaakım medyada şu an bu mümkün değil. Ancak o üretmeye devam ediyor. Zaten geleneksel medyanın da öldüğünü düşünüyor…

Sedef Kabaş’la ‘Muazzam Muazzez’ kitabı vesilesiyle buluştuk; Cumhuriyet değerlerini, medyanın durumunu ve siyaseti konuştuk.

Kitapla başlayalım: Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ Türkiyeliler için, insanlık için bir ‘abide.’ Ama hakkında yapılmış çalışma pek az. Nereden çıktı bu fikir?
Kendisiyle ilk kez 2002’de bir televizyon programı yaptım. Programdan sonra o beni çok sevdi, ben de onu çok sevdim. Aramızdaki bağ hiç kopmadı. 2008’de “böyle bir şey yapar mıyız?” dedim. Ama hem benim çok yoğun bir iş tempom olduğu için hem de sağolsun o da hep üretmeye devam ettiği için biraz zaman aldı bu projeyi gerçekleştirmek.

Kitaba gösterilen yoğun ilgiyi neye bağlıyorsunuz?
Kitap fonda cumhuriyet dönemini, Atatürk’ü, Atatürk devrimlerini, o neslin üstlendiği misyonu, mücadeleyi de çok net şekilde ortaya döküyor. Bugün tarihimize dair onca çarpıtmanın, onca yalan haberin, kirli bilginin olduğu bir ortamda bu kitap adeta bir ışık. Okuyucu bunu fark etti.


Bu söyleşiyi YouTube kanalımızdan izleyebilirsiniz


Kitabın geliri Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne bağışlanıyor. ÇYDD bilhassa Ergenekon sürecinde kimilerinin şüpheyle baktığı bir dernekti. Neden seçtiniz ÇYDD’yi?
“Türkân Saylan gibi dünya çapında değerli bir insandan terörist çıkartma çabası, Türkiye’nin yakın geçmişindeki en büyük kara lekelerden biri. Bu utanç hiçbir zaman geçmeyecek. Bunu yapanlar hesabını er ya da geç verecek” demiştim. Veriyorlar ve vermeye devam edecekler. Türkân Saylan hocama hep çok inandım ve onun misyonuna inanmaya devam ediyorum. O yüzden benim yaptığım sadece acizane bir destekte bulunmak.

Çağdaş Yaşam’a destek vermek, ‘Ergenekon’a destek’ sayılmaktan yeni çıktı.
Biliyorsun Mustafa ben hiç öyle şeylere bakmam. İstedikleri kadar bana Ergenekoncu desinler, umurumda olmadı. Bugün aynı şekilde basın özgürlüğünü savunduğumda istedikleri kadar ‘FETÖ’cü’ desinler, umurumda olmaz. Ben meselelere nesnel bakarım. O zaman ne dediysem bugün de aynı şekilde söylemeye devam edeceğim.

Benim soracağım tam da buydu aslında. Çağdaş Yaşam’a destek vermek Ergenekoncu sayılma sebebiydi ama siz bugün Ergenekon’cu olmakla değil Ergenekon’un muarızı olduğu düşünülen Gülen hareketine yakın olmakla itham ediliyorsunuz.
Gülen hareketine yakın olduğumu iddia edenlere bir bakalım. Mesela havuz medyası, değil mi? Yani benim Gülen’e ya da cemaatine yakın olduğumu iddia edenler aslında bizzat kendileri cemaate yakın olanlar ve bunu inkâr edenler. İnanç özgürlüğünden bahsediyorsak birilerinin bir cemaate, derneğe yakın olmasında problem de yok. Ama başkalarına zarar vermediği sürece, hukukun dışına çıkmadığı sürece. Düne kadar türban davasını güdenler bugün türbanlıları hapsedenler. Düne kadar Türkân Saylan’dan terörist çıkaranlar bugün beni FETÖ’cü olmakla suçlayanlar. Dolayısıyla meselelere dönemsel bakmamak lazım.

Galiba birçok insan bu tür etiketleme ve yakıştırmalardan korktuğu için inandığı şeyleri söylemiyor.
Etiketlemek, saldırmak bir yöntem. Bunu bir şeyleri gizlemek, dikkatleri başka yere yöneltmek ve bir anlamda kendilerini savunmak için yapıyorlar. Ben bunlardan korkmam. Bunlar beni öyle yapmaz. Bir kişi de çıkıp, “Siz şuradan şu parayı aldınız. Şöyle bir ilişkiniz vardı” diyemez.

‘Dışarıda kalıp ikiyüzlü olacağıma hapiste inandığımı söylerim’

‘Çiğ yemedim ki karnım ağrısın’ diyorsunuz ama bir dolu mâsum da tutuklanıyor. Dolayısıyla meslektaşlarımız korku içinde.
Doğru. Bana da çok söylediler; senin yaptığın herhangi bir yanlış olmasa da herhangi bir bağın olmasa da seni yine tutuklayabilirler. Olabilir. Ama bu benim doğruları söylemeyeceğim anlamına gelmez. Ben hep şunu düşündüm: Nedir en kötüsü? Hapsedilirim. Yani ne yapayım? Dışarıda kalıp ikiyüzlü olmak, dışarıda kalıp vicdansız olmak, dışarıda kalıp çoluğumuza çocuğumuza, gelecek nesillere olan sorumluluğumuzu hiçe sayıp -mış gibi yapmak yerine ben kendimce, kendi inandığım doğrular çerçevesinde düşündüğümü söylerim. Bunun için de hapse giriyorsam girerim. Bunu göze alabiliyorsan konuşursun zaten. Göze alamıyorsan kenara çekilirsin, yok sayarsın ya da güce tapar biat edersin. Kendini inkâr edersin, maskelersin. O da bir çeşit hapis aslında.

Burada şöyle bir itiraz geliyor genelde: ‘Onun tuzu kuru, dolayısıyla korkmuyor, işini bırakabiliyor, gazetecilere de istifa edin diyebiliyor.’ Mesela 2 bin, 3 bin lira maaşla çalışan meslektaşlarımızın aynı şeyi yapamaması normal değil mi?
Buna katılmıyorum. Çünkü cesaret parayla ölçülen bir şey değil. Yani ‘ben para kazandığım ya da kazanmadığım için cesur olurum ya da olmam’ meselesinin ötesinde bir şeyden bahsediyorum. ‘Ben gazeteciyim ve yazılması gerekenleri yazmıyorum. Çünkü maddi imkânlarım sınırlı. Bu maaşa ihtiyacım var. Yalan haber yazıyorum ya da gerçekleri örtüyorum.’ Şimdi bu gazetecilik mi? O zaman kendinize gazeteci demeyeceksiniz. Hem maaşıma bakayım bir yandan da yalan haber yapayım hem de gazeteci gibi ortalarda dolaşayım olmaz.

Bu sözler tartışma çıkarır.
Gazetecilik, gerçekleri yazabildiğin özgür olabildiğin sürece yapılması gereken bir meslek. Yoksa sadece televizyonda görünmekle kimse haberci olmaz. Köşe sahibi olmakla kimse gazeteci olmaz. Onlar şeklen gazetede ve televizyonda var. Ama yaptıkları işe baktığınız zaman gazetecilikten çok uzak şeyler. Tam tersi gazeteciliğe ihanet ediyorlar. Çünkü halkın öğrenmesi gereken şeyleri aktarmak yerine sanal ve yalan bir dünyanın övülmesine katkıda bulunuyorlar. Ne adına? Maaşlarının devam etmesi adına. Kusura bakmasınlar, o zaman biz onlara gazeteci ya da haberci diyemeyiz.

Sizin tavsiyeniz istifa etmeleri mi?
Kimseye ne yapılması gerektiğini söyleyemem. Herkes kendi doğrusuna kendi karar verir. Kimseye cesur olmanız gerekiyor diyerek cesaret veremezsiniz. Ben sadece kendi sorumluluklarım çerçevesinde bunu yaptım. Gerektiğinde istifa ettim, işsiz kaldım. Hiçbir zaman “İstifa edersem ne olacak?” diye düşünmedim. Düşünmem de. Bir de herkes bu işi yapacak diye bir şey yok. Gazetecilik yapmazsınız başka bir şey yaparsınız. İstersen, kendini donattıysan, çaban, yeteneğin, zekân, becerin, azmin varsa yapabileceğin işi de bir şekilde kendin yaratabilirsin. Yoksa, “Ben yapamam, aman televizyondan atılırsam ekrandan koparsam mahvolurum” diye düşünürsen o zaman kendine de mesleğine de ihanet etmiş olacak bir duruma gelirsin.

‘Medya kendi çöküşünü kendi yarattı’

Medya içinde çok sayıda tanıdığınız var, bilhassa anaakım medyada. Bir süredir de bu ortamdan uzaksınız. Geçen süre içinde ‘Beni hayal kırıklığına uğrattı. Böyle yapmasını beklemiyordum’ dediğiniz isimler var mı?
Var ama isim vermeyeyim… Genel olarak Türk medyasından beklentim yüksek değildi zaten.

Medya kendini dönüştüremez mi?
Dönüştürebilirdi ama o şansı büyük ölçüde kaybetti. Şu anda onu yapacak gücü de kendinde bulamayacaktır. Çünkü bu dönüşümü yaratabilecek gerçek anlamda birçok gazeteci ve televizyoncunun artık sektörde çalışamadığını görüyoruz. Medya, zamanında sermayeden kendini olabildiğince özgürleştirebilseydi, halka dayalı bir gazetecilik sergileyebilseydi, evrensel gazetecilik ilkeleri çerçevesinde iş yapabilseydi belki o dönüşümü yaratabilirdi. Yani eğer siz güçlüyseniz, tabanınız güçlüyse, gücünüzü sektör olarak kendi içinizden alıyorsanız, o zaman herhangi bir hükümetin, devletin, sermaye grubunun baskısıyla daha rahat mücadele edebilirsiniz. Ama biz medya olarak bunu yapamadık.

Neden?
Çünkü maalesef günlük para kazanma açlığına, magazin sarhoşluğuna düştük. Sermayeye yamanma, güçlü olan kimse ondan nemalanma gibi tutumlar sergiledik. O yüzden de medya kendi çöküşünü kendi yarattı. Hükümet, devlet baskısı evet var ama zaten güçlü bir medya yoktu, can çekişen bir medya vardı. Son darbeyi de AKP hükümeti vurdu.

‘Geleneksel gazetecilik ve televizyonculuk bitti’

Düştüğü yerden nasıl kalkacak medya?
Medyanın toparlanması zor ama imkânsız değil. Tabii toparlanma bildiğimiz medya için olmayacak. Klasik televizyon yayıncılığı ve klasik anlamda gazetecilik yerine daha bireysel, daha küçük gruplar iş yapacak. İnovatif gazetecilik, gerilla gazetecilik yükselecek. Çünkü televizyon çok atomize oldu. Artık her yerde her şey var. Sosyal medyayı en etkili kullanan, kendi hedef kitlesini çok iyi belirlemiş olanlar farklı ekollerle belki medyayı yeniden ayağa kaldıracak. Dünyada habercilik buraya evriliyor. Dolayısıyla Türkiye’de de böyle bir dönüşüm olacak.

Biz de yeni nesil bir gazetecilik platformu olduğumuz için geleceğin medyası paranteziniz epey ilgimi çekti. Burada biraz kalalım. Sizce Türkiye’de ne kadar adapte olunabildi geleceğin medyasına? Yoksa hâlâ her şey eski usûl mü?
Türkiye bazı açılardan değişime çok hızlı adapte olabilen bir ülke. Çünkü genç bir nüfus var. O yüzden teknolojiyi takip ediyorlar, trendleri takip ediyorlar, yeni bir ürün çıkınca onu alıyorlar. Öte taraftan da bir şeylerin değişmemesi için ciddi bir direnç var. Çünkü oradan beslenenler var. Düşünsenize eski tarz gazetecilik, habercilik yapan bütün kurumlar o direnci gösterecek. Çünkü o değişim geldikçe onlar aynı şekilde iş yapmaya devam ederlerse yok olup gidecekler. O yüzden de ilk tepkileri direnç gösterme.

Korkunun ecele faydası?
Yok. Habercilik ve medya anlamında sosyal medya gümbür gümbür geliyor. Ben onu hep tsunamiye benzetiyorum, öyle bir geliyor ki… Öyle bir bilgi, öyle bir donanım öyle bir 360 derece geliyor ki buna karşı koymak imkânsız. Buna inanın en sansürcü devletler, en baskıcı hükümetler, en güçlü holdingler bile karşı koyamayacak. Eski usûl gazetecilik ve televizyonculuk artık bitti.

’17 gazete okurdum, şimdi sıfır’

Değişim sizin hayatınızda da etkilerini gösterdi mi?
Ben televizyonculuk yaptığım dönemde günde 17 gazete okurdum. Ekip arkadaşlarım işaretlediğim kupürleri, köşe yazılarını keserlerdi. Arşivimin sistemine göre dosyalarlardı. Peki bugün kaç gazete okuyorum?

Gerçekten merak ediyorum bunu.
Sıfır!

Televizyon?
Hiçbir kanalı izlemiyorum. Ama ekrana çıkıp Türk siyasetiyle ilgili yorum yapabilecek kadar bilgiye hâlâ sahibim. Nasıl oluyor bu? Sosyal medya sayesinde. Bu dünyayı öngörüp bu dünyada kendine alan açanlar geleceğin medyasını yaratacaklar.

‘Basın özgürlüğüne önce basın mensupları inanmalı’

Ölmekte olan medyayla ilgili bir sorum daha var. Gazeteciler bilhassa bu basın özgürlüğü faslında hep hükümetlere, patronlara kabahat bulma eğiliminde. Peki biz hiç hata yapmadık mı? Gazeteciler kendi özgürlüklerini kazanmak için ne kadar mücadele etti?
Aslında Türk medyası güçten, sermayeden, hükümetten, devletten beslenmeden var olabilmeyi hiçbir dönemde başaramamış. İronik olacak ama basın özgürlüğüne önce basın mensuplarının inanması gerektiğini düşünüyorum. Eğer ben buna inanmıyorsam yani aslında birinci derecede sorumlu olduğum kişinin patronum, parti başkanım değil de halkın kendisi olduğuna inanmıyorsam medyayı öldürmeye adayım. O zaman sen PR’cı, propagandacı, reklamcı olursun. Gazeteciliğin gerçek anlamda neyi ifade ettiğini bilmeyen gazeteciler var. Böyle bir şuuru, farkındalığı yok hâlâ. O yüzden zor bir meslektir, doktorluk gibi misyon mesleğidir.

Gazeteci yeri geldiğinde sevilmemeyi de göze alabilmeli. Ama gazetecilerin bir de ego meselesi var. Kimin yazısı en fazla beğenilecek, paylaşılacak gibi. Herkes seni alkışlıyorsa bir sorun yok mudur? Biz devamlı o alkışı mı istiyoruz?
Herkesin seni alkışladığı yerde kahraman olmak kolaydır. Tam tersi insanların seni linç etmek istediği, yaftaladığı yerde konuşabilmek değerlidir. Bunu göze almak lazım. Popüler olayım, para kazanayım, herkes beni alkışlasın, ekranda olmaya devam edeyim diye söylemen gerekenleri söylemiyorsan, hatta yalan söylüyorsan belki para kazanırsın ama insanlığını yitirirsin.

‘Tek adam rejiminin sürdürülebilirliği yok’

Basın özgürlüğü gazetecinin değil halkın haber alma özgürlüğü ama halk bunun için mücadele etmiyor. İyi gazetecilik için bedel ödemek, onu finanse etmek istiyor mu insanlar?
Toplumu uyandırabilmek kolay bir şey değil ama uyandırmak gerekiyor. Çünkü Elisabeth Noelle-Neumann‘ın meşhur ‘suskunluk sarmalı’nda anlattığı gibi: Sen uyandırmazsan, söylemezsen o zaman birileri senden cesaret alıp konuşamaz ve birileri sustuğu için farklı düşünenler ‘çoğunluk böyle düşünüyor ben şimdi aykırılık yapmayayım’ diye susar. Aslında toplumda farklı görüşler vardır ama farklı görüşlerin ifade edilebileceği bir ortam olmadığı için farklılıklar dile getirilemez. Herkes aynı şeyi düşünüyormuş algısı yaratılır ve böylelikle o susanlar ‘suskunluk sarmalı’nı daha da büyütür. Sesi yüksek çıkan, mikrofona sahip olan, medyaya hükmeden gücünü olduğundan daha büyük göstermeye çalışır. Farklı görüşlerin dile getirilmesine kanal açmadığı için sen farklı düşününce kendini yalnız hissedersin. Bu suskunluk sarmalı tüm farklılıkları ve dolayısıyla demokrasiyi öldürür.

Muhalifler yalnız değil mi aslında?
Değil. Türkiye gibi bir ülkede bu kadar farklı kesimin, etnik yapının, inancın, görüşlerin olduğu; tarih boyunca gücünü farklılıkların zenginliğinden almış bu ülkede sen bir düşünce, mezhep, ideoloji, bir adam, bir parti, bir inanca indirgeyebilir misin bu toplumu? Geleceği böyle inşa edebilir misin? Mümkün değil. Bunun sürdürülebilirliği yok.

Nereye varacak bu iş peki?
Bir siyaset bilimci olarak şunu söyleyebilirim: Hastalıklı sistemler önünde sonunda ölür. Bütün yapmamız gereken ders çıkartmak. Ama maalesef ders çıkarmadığımızı görüyoruz bugünün Türkiyesine baktığımızda. Toplum eğer bilerek bir şeyleri yanlış yapıyorsa ve yanlış yapanları destekliyorsa bir şekilde cezasını çekecek. Biz de çekeceğiz, çocuklarımız da çekecek ama bu sistem böyle gitmeyecek. Toplumların dönüşümü öyle 3-5 senede olan bir şey değil. En kısasından 25-50 senelik dönüşümlerden bahsediyoruz. Karamsar olamamak lazım. Toplumlar hakkını, hukukunu, özgürlüğünü kaybettiğinde bunun kıymetini daha iyi anlayıp, yeri geldiğinde bunun için savaş vermeye başlıyor.

Mustafa Kuleli

1985, İzmir doğumlu. Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Duvar, Diken, NTV, IMC TV, TV8, Hayat TV ve Evrensel'de muhabirlik, editörlük, yazarlık, sunuculuk ve televizyon programcılığı yaptı. 2013’teki Gezi eylemleri sonrasında Gazeteciler Sendikası’na (TGS) Genel Sekreter seçildi ve 28 yaşında ülkenin en genç sendika yöneticisi oldu. Şubat 2014’te fiziksel saldırıya uğradı ancak olay aydınlatılamadı. Sendikal faaliyeti nedeniyle IMC TV'den atıldıktan sonra tüm zamanını TGS’ye vermeye başladı. Sendika’nın yeni imaj, dil ve söylemini geliştirdi. Gazetecilik sitesi Journo’yu ve gazetecilere yeni medya becerileri kazandıran TGS Akademi’yi kurdu. 2019'da en yüksek oyla Avrupa Gazeteciler Federasyonu (EFJ) yönetimine girdi ve şu anda EFJ'nin Başkanvekili.

Journo E-Bülten