Türkiye’de son yıllarda duruşma salonlarından anlık bilgiler veren, sıcak haberin içinden canlı yayın yapan, an be an görüntü paylaşan yeni bir gazetecilik pratiği gelişti. Uzun saatler adliye-cezaevi önlerinde, mahkeme salonlarında, sokaktalar. Özgürüz ve dokuz8Haber ilk akla gelenler ancak çok daha geniş bir grup bu yeni tarzı benimsemiş durumda. Aralarında kendini aktivist olarak tanımlayan da var gazeteci olarak da. Ve hemen hepsi görev yaparken gözaltına alınma stresi yaşıyor. ‘Yurttaş gazeteciliği’nden bahseden, ‘twitter gazeteciliği’ni keşfeden, Scope üzerinden adeta bir televizyon kanalı gibi çalışan seyyar canlı yayın muhabirleriyle bu yeni mobil gazetecilik deneyimlerini konuştuk ve sorduk: Bu ve benzeri gazetecilik deneyimleri Türkiye’de ne zaman başladı ve nasıl gelişti? Ne gibi zorlukları var? Motivasyonları ne? Çalışma koşulları ve imkânları nasıl?
Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütünün Türkiye temsilcisi Erol Önderoğlu, bağımsız gazeteci ve video-aktivist Fatih Pınar, Özgürüz’den Zübeyde Sarı, Dokuz8Haber’den İrem Afşin ve Türkiye’de ‘Twitter gazeteciliği’ni başlatan Elif Ilgaz’la konuştuk.
Afşin: Kelle koltukta çalışıyorum
Gezi Parkı eylemlerinden (2013) iki yıl önce HaberTürk’ün web sitesinde haftalık köşe yazarlığı yaptığını anlatıyor İrem Afşin. Bundan önce ise iletişim danışmanlığı yapıyormuş. Şimdilerde ise çoğunlukla video ağırlıklı haberler yapıyor.
‘Yurttaş haberciliğinin’ bilhassa Gezi’yle başladığını söylüyor Afşin. Dokuz8Haber’in de çıkış noktasının bu olduğunu belirtiyor. Gazeteci olmayan insanların da haber paylaştığı, anlık bilgiler geçtiği yurttaş gazeteciliğine niçin ihtiyaç duyulmuş? “Çünkü hâkim olduğunu bildiğimiz medyada, yaşanan hiç bir şey gösterilmedi, haberleştirilmedi. Hâliyle insanlar, polisin şiddetinden, parkta yaşanan her şeye kadar haberleştirmeye başladı.”
Afşin, bunun yanında bir çok davayı takip ediyor. Bunu “Hak savunuculuğu tarafım ağır bastığı için devlet şiddetinin yaşandığı, hak ihlâline uğramış insanların yargıya intikal eden davalarını, birebir davaların içine girerek takip ediyorum” diyerek anlatıyor.
“Bazen davalara, eyleme yürüyerek gittiğin oluyor. Çünkü mesela cebinde para olmuyor. Düşük teliflerle çalışıyoruz hatta telifsiz çalışıyoruz. Ama bu dönem değişecek, buna inanıyoruz” diyor Afşin. Buna rağmen motivasyonunun ne olduğunu sorduğumuzda ise şöyle yanıtlıyor: “Yapmak zorunda hissediyorum kendimi. Sokakta yaşayan insanın çoğu şeyden haberi yok. Anaakım medyanın hâli ortada. OHÂL’de yaşanılanları belgeleyip, haberleştirmeye çalıştığımız için sokakta çalışan muhabir arkadaşlarımızdan çoğusu tutuklandı. Bu haberlere gidecek kimse yok.”
Afşin ikinci sebep olarak manevi doyumdan bahsediyor. Kadıköy’de çektiği görüntülerden faydalanarak gördüğü işkenceyi dava sürecine taşıyan birinin kendisini aradığını anlatıyor.
“En son Kadıköy’de liseli çocukların dövüldüğü akşam rıhtıma gidip çocukları beklediğimde, ‘abla bizi çok dövdüler’ diyen çocuğa baktığımda oğluma bakıyormuş gibi hissettim” diyor Afşin. Videoyu çekmiş ama sonlara doğru kadrajı titretmiş. “Yine de” diyor ve ekliyor: “Ajitasyona kaçmadan, karşı tarafı doğrudan suçlamadan, düz, nötr haber diliyle yazıyoruz. Tweet yazarken de, anlık haber geçerken de hep o dilden şaşmamaya dikkat ediyorum.”
Sarı basın kartının genelde davalara girerken kullanıldığını şimdi ise sokakta çekim yaparken sorulduğunu anlatıyor Afşin ve şöyle devam ediyor: “Polisten gördüğümüz şiddet, OHÂL’den sonra çok arttı. Polis, bizim çektiklerimizin başına bela olabileceğini biliyor. Sokakta çekim yaparken sarı basın kartı sormaya başladılar. Böyle bir şey yoktu. Hâlbuki ordan geçen herhangi bir vatandaş da sosyal medyada bunu çekip, paylaşabilir.”
Afşin, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin tahliye edildiği gece, Silivri’de kendisinden ve video-aktivist Fatih Pınar’dan başka basın mensubu olmadığını dile getiriyor ve o geceyi anlatıyor: “Bu bir taraftan gönül kırıcı bir şey. Çocukları gece 1.30’da otoban kenarına bıraktılar. O kalabalığın içinde o karanlıkta çocuklarını arayan ailelerin hâli gerçekten bir haberdi” diyor. Yine o gece jandarmanın hem Fatih Pınar’ın kamerasını hem de kendisinin telefonunu almaya çalıştığını anlatıyor: “Dolayısıyla sürekli bir güvenlik tehdidiyle çalışıyorsun. Bazen kelle koltukta koşturuyorum sokaklarda.”
Geleneksel medyalarda çalışanlarla yaşanan anları da anlatıyor Afşin: “Diyelim ki, daha büyük çaplı bir davadasın. Çağlayan’da bir basın açıklaması yapılıyor. Anaakım medyadan arkadaşların bize gösterdiği tepkiler enterasan. Çünkü biliyor ki, biz zaten oradayız ve onun çektiğinin beş katını gösteriyoruz. İtiyor kakıyor, telefonla çekim mi yapılır diyor, kamerayla sana vuruyor.”
Sarı: Site engellenince Scope’a yüklendik
Zübeyde SarıPolisin liseli öğrencileri Kadıköy’de darp ettiğini kameraman Onur Öncü ile birlikte kaydeden Özgürüz muhabiri Zübeyde Sarı, televizyon gazeteciliğinden geldiğini söylüyor. Dört yıl IMC TV, 1 yıl BBC Türkçe için Diyarbakır’da çalışmış. Özgürüz’le birlikte İstanbul’a gelmiş.
Nasıl çalışıyor Özgürüz? “Hangi muhabir hangi bölgede bulunuyorsa biz muhabirimize güveniyoruz. Bölgenin onun kontrolünde olmasını istiyoruz” diyor Sarı. Haftalık gündem toplantılarını bir süre denediklerini fakat Türkiye’de saatler içerisinde değişen gündem nedeniyle bundan vazgeçtiklerini anlatıyor. Sarı, “Sıcak habere göre plan yapmaya çalışıyoruz. Özgürüz’ün en büyük özelliği sürekli sokakta olması” diyor.
“Canlı yayında karşınızdaki insanın sözlerini kesip-biçmiyorsunuz” diyen Sarı’ya bu fikrin nereden doğduğunu soruyoruz. Şöyle anlatıyor: “OHÂL’den sonra pek çok televizyon kanalı kapatıldı. Muhalif kesimin sesini neredeyse duyamaz olduk. Genel Yayın Yönetmenimiz Can Dündar’ın böyle bir projesi olduğunu duydum ve CV’mi ilettim, ‘yapabilirim’ dedim.”
“Özgürüz’ün sitesi vardı. Yayına başlamadan erişime engellendi. Biz de ne yapabiliriz diye düşündük. Bu süreçte bir şekilde haber yapmalıydık. ‘Scope’dan yayın yapabiliriz, orayı da engelleyemezler ya’ dedik ve bu şekilde başladık.”
Türkiye’de bu tip yayıncılığa ilk başlayan tam zamanlı muhabir olduğunu belirten Sarı, “Biz, Scope üzerinden adeta bir televizyon kanalı kurduk. Scope’un yetkilisiyle konuştuğum zaman da dünya üzerinde bir benzerimiz olmadığını söyledi” diyor.
Sadece bir monopod ve telefona uyumlu mikrofonla yayın yaptıklarını anlatan Zübeyde Sarı çalışma temposunu ise şöyle anlatıyor: “Zihinsel anlamda yorgunluk o kadar ağır basıyor ki nerdeyse bedeni unutuyorsunuz. Ben her gün 10- 12 km. yol yürüyorum. Sabah Silivri’ye gidip ertesi sabah eve döndüğümü biliyorum. Bunlardan yakınmıyorum. Muhalif medyada çalışan pek çok arkadaşımızın karşılaştığı şeyler. Bunları dillendirmek bir yerden sonra ayıp gibi geliyor bana.”
Kadıköy’de polisin lise öğrencilerine şiddet uyguladığı görüntüleri Onur Öncü ile birlikte canlı yayınlayarak kamuoyu yaratan Sarı’ya o akşamı soruyoruz: “Gittiğimizde ben ve Onur dışında basın yoktu. 30 kadar öğrenci vardı. Polis yanımıza geldi. ‘Basın kartlarınız?’ diye sordu. Basın kartım boynumda asılıydı. Baktı, ‘Bu değil, Başbakanlığın verdiği kart olacak’ dedi. ‘Var olan kartlara el konuldu. Başbakanlık bizlere kart vermiyor’ dedim. ‘Uzatma’ dedi. Onur’la göz göze geldik. Evet orada tepki gösterebilirdik ama sonrasında darp edilerek gözaltına alınacağımızı biliyorduk. O tavırdan çocuklara müdahale edileceğini hissettim. Polisin yanından uzaklaştıktan sonra, direkt yukarı baktık ve bir cafe gördük. Çıkar çıkmaz müdahale başladı. O noktada yayına girdik.”
“Polis bizi uzaklaştırdıktan sonra o noktada konumlanıp canlı yayına vermeseydik ben gecelerce uyuyamazdım” diyor Sarı. Yayını yaptıktan sonra eve ara sokaklardan yürümüşler: “Çünkü o yayını bizim yaptığımızı gördüler. Şu an bunları konuşurken bile tedirginim. Aslında inanılmaz korkak bir karakterim var. Gazetecilik refleksi mi, adını çoğu kez koyamıyorum. Fotoğrafın içindeyken, olayın içindeyken gözüm hiç bir şey görmüyor. O anda onu yapmak zorunda olduğumu biliyorum, hiç geri adım atmıyorum. Fakat haber bitttikten sonra, fotoğrafa dışarıdan baktıktan sonra kendi kendime Zübeyde sen ne yaptın diyorum.”
Ilgaz: Yaptığımız işler sosyal medyada daha çok duyuluyor
Elif Ilgaz, Twitter üzerinden anlık bilgi paylaşımlarına 2010 yılında, tarihe “puşi davası” olarak geçen Cihan Kırmızıgül davasında başlamış. Ilgaz, izlediği davadan aktardığı ilk bilgiyi şöyle anlatıyor: “Öğrenci katılımı çoktu ama basının ilgisi çok azdı. Dava bir aşamada artık tıkanmıştı ve çocuk göz göre göre ceza alacaktı. Kendimi çaresiz hissetmiştim ve bir anda paylaştım. 1500 takipçim vardı, en azından onlar duysun istedim.”
Aynı gün gazeteci Kumru Başer de sosyal medya hesabından, Metin Lokumcu’nun öldürülmesine tepki olarak yaptıkları eylemde gözaltına alınan OTDÜ’lü öğrencilerle ilgili bilgiler paylaşmış: “Çok olumlu tepkiler aldık. Arkasından Ahmet’in (Şık) içeri girdiği dönem, ‘ben bunu niçin Ahmet için yapmıyorum’ diye düşündüm ve Odatv davasından haber geçmeye başladım. Kumru’nun ve benim twitlerimle Türkiye’de ‘twitter gazeteciliği’ni başlatmışmış olduk.”
Ilgaz, oradaymış gibi hissettiklerini söyleyen, teşekkür eden insanların tepkisiyle bu alandaki ihtiyacı fark etmiş. O günden sonra takip ettiği, girebildiği davalardan yazmaya çalışmış. Ilgaz’ın basın kartı yok. Duruşmalara girerken sıkıntı yaşıyor. Özellikle Çağlayan’daki duruşmalarda sarı basın kartı istendiğini söylüyor. “Güvenlikçilerle kurduğumuz diyalog sayesinde girebiliyoruz. Beni artık tanıyorlar ama en ufak gerginlikte bu diyaloglarımız da işe yaramaz hale geliyor” diyor.
Genelde hak ihlâli davalarına katılan Ilgaz, geleneksel anlamda herhangi bir yerde gazetecilik yapmıyor. Gazetecilik yaptığı dönemde olduğu gibi “duyulmayının sesi olmak” duygusuyla sosyal medya hesabını kullandığını ifade ediyor. Ilgaz, “twitter gazeteciliğini” şöyle değerlendiriyor: “BirGün, Evrensel, Cumhuriyet ve Yeni Yaşam. Bu gazetelerin hepsinin tirajlarına bakıp topladığımızda 60 000’i bulmuyor. Televizyon zaten hiç yok. Medya çok kısıtlı bir alana sıkıştırılmış vaziyette. Açıkcası, yaptığımız işler sosyal medyada daha çok duyuluyor.”
Ilgaz, hiç bir ülkede sosyal medyanın bu tarz içeriklerle kullanılmadığını düşünüyor: “Instagram’a kadar haber için kullanıyoruz” diyor ve ekliyor: “Şu an seçim dönemindeyiz ve partiler dahi sosyal medya hesaplarından mitinglerini, konuşmalarını duyurmaya çalışıyor. Çünkü televizyonlarda verilmiyor. Anaakımda hiç bir şekilde yer bulmuyor.”
Pınar: Gösterdiğim gerçekliğe troller bile itiraz edemiyor
Fatih Pınar, foto muhabirliği deneyimden geliyor. Kendini video-aktivist olarak tanımlıyor. Uzun yıllar Atlas Dergisi için fotoğraflar çekmiş. Sonrasında multımedyaya geçiş yapmış: “Gözüm, aklım fotoğraf öncelikli çalıştığı için video çekemiyordum. Gezi’den sonra dedim ki, sadece video çekeceğim.”
Böylece, çekeceği belgesel filmlere adım atmış: “Okullu değilim, devamlı bir yerde çalışmıyorum. Kendi duygularımla hareket ediyorum. Gezi’den bu yana kısa video röportajlar, belgeseller yapıyorum.”
Gezi’de yaptığı videoların yarattığı yankıyla birlikte sosyal medyayı çok daha iyi kavramış olduğunu anlatıyor Pınar. Videoları bir günde milyonlarca kez izlenmiş. Peki niye izlenmiş?
“Parkın boşaltıldığı gece içerde tabi ki bir çok gazeteci, fotoğrafçı vardı ama hikâye etme geleneği Türkiye’de henüz yok. İlla video çekmek değil fotoğrafla da hikâyeyi anlatabilirsiniz. Benim yarattığım etki bu yüzden. Vimeo’da 120 tane işim vardır. Hiç birinde bir tane dış ses yoktur. Ne benin sesimi duyarsın, ne de hikâyeyi bir dış ses anlatır. Ben bir olay da olsa, bir kişi de olsa çektiğim her görüntüden kısa bir hikâye anlatmaya çalışırım.”
En son Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin tahliyesinde, cezaevi önünde saatlerce bekleyen Pınar o günü şöyle anlatıyor: “Boğaziçili öğrenciler için bütün ülke ayağa kalktı. Çünkü eğitime, bilime, akademiye bir saldırı oldu. O gün orada, gazeteciler de dâhil olmak üzere çok daha fazla kişinin olması gerekiyordu. İrem (Afşin) ve benden başka kimse yoktu.”
“İzleyene, çıplak gerçekliği gösteririm. Gösterdiğim gerçekliğe, troller bile itiraz edemiyor” diyen Pınar, T24’te çalıştığı dönem sembolik denilecek bir paraya üretmeye çalıştığını anlatıyor ama bunun onun için belirleyici olmadığını belirtiyor: “Tarihsel misyonumu yerine getirmek için bu süreci belgelemek, arşivlemek, kayda geçirmek için bunları yapıyorum. Her gazetecide olması gerektiği gibi. Dönem dönem bağımsız bir gazeteci olarak, yurt dışından gazetecilik burslarına başvuruyorum. Bazen BBC Türkçe’ye bazen Journo’ya öneri getiriyorum. En son P24’ün bağımsız gazetecilik bursuyla Ankara katliamı ve hendek sürecini anlattığım belgesellerimi çektim.”
Sahada yaşadığı sıkıntıları soruyoruz Pınar’a. Şöyle anlatıyor: “Her seferinde soğukkanlılığımı korumaya çalışıyorum. En çok duyduğum iki şey ‘indir kamerayı’ ve ‘sarı basın kartın var mı?’ Sokağın ortasında yapılan işkeneceyi kaydetmek zaten psikolojini altüst eden bir şey, üstüne kendini korumaya çalışıyorsun. Hemen her eylemde zaten bir gazeteci alıyorlar. Bunun stresi oluyor.”
Önderoğlu: Hızlı ses ve görüntü talebi gazetecilik dokunuşunu azaltıyor
Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütünün Türkiye temsilcisi Erol Önderoğlu’na ise bu tür gazetecilik pratiklerinde aktivizmin gazeteciliğin önüne geçip geçmediğini soruyoruz.
Önderoğlu öncelikle; yurttaş gazeteciliğinin baskılardan sıyrılamayan, ihtiyaçlara yanıt veremeyen, kuram ve pratik geliştiremeyen klasik gazeteciliğin önüne geçeceğini söylüyor ve ekliyor: “Öznesini spontane olarak ya da sokaktan alan bu gazetecilik, temel bilgi ve tüketim kaynağı televizyon ve radyo olan okurların hızla bilgiye erişme isteklerini de pekala yansıtıyor.”
Ve fakat Türkiye’ye özgü bir duruma dikkat çekiyor Önderoğlu: “Bu tür bir gazeteciliğin gelişimini daha iyi kontrol edebilen ülkelere göre iki temel sıkıntı göze çarpıyor. Birincisi; ifade, eleştiri, medya özgürlüğünün tarihsel olarak hiçe sayıldığı Türkiye’de, medyanın kendi ihtiyaçlarına uygun bir düzenleme getirememesi. Bir diğeri de meşru siyaset alanının baskı altında tutulması nedeniyle söz konusu özgür söylem ihtiyacının yurttaş gazetecilik mecrasından beklenmesi. Bu iki nedenle birlikte düşündüğümüzde, zamanla yarışılan böylesi bir habercilik sürecinde, gazeteciliğin vazgeçilmez bir unsuru olarak haberleri politik yapıların tartışmalı müdahalelerinden korumak ve haberlere bağlam/çerçeve kazandırmak zor olabilir.”
Önderoğlu anaakım medyada yer bulamayan, çok geniş bir kesimi temsil eden politik ve sosyal grupların, kendileri gibi eleştirel ancak etkileri görece olarak sınırlı irili ufaklı gazetelerin olağan işleyişinden artık tatmin olmadıklarını söylüyor ve buradan hareketle şöyle bir sonuca dikkat çekiyor: “Onlardan sokaklardaki etkinlikleri, eylemleri, duruşmaları daha hızlı yansıtmalarını istiyorlar. Bu beklentiler yükseldikçe, kaydedilen ses ve görüntüye gazetecilik dokunuşu da o oranda gözden çıkarılabilir hale geliyor.”
Önderoğlu tüm bunlar düşünüldüğünde haberin niteliği, nesnelliği kadar bu işin gazeteciler eliyle yapılmasının esasen daha önemli olabileceğini söylüyor.