İngiltere, “bizi ne zaman alacaklar?” diye yıllardır uğraştığımız Avrupa Birliği’ni elinin tersi ile itiverdi. “Neden ki?” diye sormayın çünkü kimse anlayamamış durumda. Çeşitli analizler var. Ama Trump’ın yükselişi ile bir araya getirildiğinde, ortaya başka bir manzara çıkıyor; Slavoj Žižek ve Noam Chomsky gibi aydınların çoktan uyardığı bir manzara. Bunu anlatmadan önce kısaca Brexit oylaması sonrasındaki duruma bakalım:
AB için de, Birleşik Krallık için de alarm zilleri
Brexit pek basit bir olay değil. Avrupa Birliği’ne % 51,9’un hayır demesi sonrasında, İngiltere’nin zarar göreceği ile ilgili analiz ve muhtemel ardıl etkilere dair yorumları her yerde okuyoruz. Mesela;
“Birleşik Krallık’ta Brexit referandumu sonrasında 2016’nın ikinci çeyreğinde ekonominin durgunlaşma riski yüksek ve iflaslarda artış kaydedilebilir”
gibi doğrudan İngiltere’yi hedefleyenler yorumların yanında, “Brexit Japonya’nın Ticaretini Tehdit Ediyor!!” ya da “Brexit’in Digital Reklamcılığa Etkisi” gibi çok çeşitli haberler okuyoruz. Dolara, altına, sterline etkisinin herkes farkındadır, o nedenle onlardan bahsetmiyoruz bile.
Yani Brexit pek çok değişime yol açacak. İş dünyasındaki etkileri bir yana, Brexit’in, “yürümeyecek mi ne?” türünden tartışmaların son 10-15 yıldır sürdüğü AB’yi parçalaması olasılığı var. Mesela Fransa için Frexit’ten bahsedenler oldu. Swexit diyenler var. Hollanda’yı, İspanya’yı sıralamaya sokanlar var. Ya da tam tersine, bu olay AB’nin önemini ve içinde kalmanın anlamını gösterir bir şey olabilir. Bunu şu anda görmek zor. Şu anda görülen sadece AB’nin parçalanması yolunda alarm zillerinin kuvvetlice çalmaya başladığıdır.
Benzer sorun İngiltere için daha yüksek sesle konuşuluyor. Yani Brexit’in Birleşik Krallığı bölme olasılığı da var. Bizim ağız alışkanlığı ile İngiltere diye adlandırdığımız ülke kendisini U.K. yani Birleşik Krallık (United Kingdom) diye tanımlar. Bunun 4 bölümü vardır; İskoçya, Kuzey İrlanda, Galler ve İngiltere.
2000 sonrasında yatışsa da, Kuzey İrlanda ile İngiltere arasında uzun yıllardan beri süregiden savaşı ve İRA olaylarını hatırlarsınız. Cesur Yürek filmiyle de, İskoçların İngilizlerle savaşını bilirsiniz. İşte enteresan olan şu; hem İskoçya, hem de Kuzey İrlanda Brexit karşıtı oy kullandı (bir de Londra çevresi).
İskoçya, 2014’te İngiltere’den ayrılmaya yönelik bir referandum yaptı. O günlerde tesadüfen başkent Edinburg’a gitmiştim. Referandum hakkında anlatılanlar ilginçti; Kuzey Denizi’ndeki petrol platformları sayesinde zenginleşen İskoçya ayrılmak için çabalıyordu, İngilizler ise her zamanki yaklaşımları ile bunu engellemeye çalışıyorlardı (o zaman başkentte bombalar bile patlayabilir yorumu yapılmıştı). Sonuçta İskoçya % 55,3 ile Birleşik Krallık içinde kalma kararı verdi. Ama şimdi Brexit oylamasındaki farklılıkla, bu referandumun yeniden yapılması konuşuluyor.
İngiltere’nin iş alanlarına yatırım yapmasıyla 2000 sonrasında yatışan Kuzey İrlanda da benzer bir şey olabilir. Yani dünyanın beşinci büyük ekonomisi olmakla övünen Birleşik Krallık, küçülüp United Kingdom’lıktan çıkıp, bizim adlandırdığımız şekilde, İngiltere sınırlarına sıkışabilir.
Peki buraya nasıl gelindi?
Asıl soru bu; nasıl oldu da İngiltere’nin % 51,9’u bu kararı verdi?
Birkaç gündür ortada, “analistlere göre, bu elit olmayanların baş kaldırması” başlıklı bir makale dolaşıyor.
Analistlerin bahsettiği, ‘Non-Elit’ler % 51,9 ile tanımlanan İngiliz ayrılıkçılar. Yapılan analizlerde, bu kişilerin toplumun eğitim ve ekonomik düzeyi daha düşük olan kesimlerinde yaşadığını görülüyor. Bir başka deyişle ülkemizde 1 Kasım seçimleri sonrasında % 49,5 olarak ifade ettiğimiz kesim. Biz genellikle ABD ve Avrupa’daki ticaret, hukuk gibi konulardaki gelişmeleri 2-3 ve hatta 5 yıl geriden takip ederiz ama bu sefer önden gitmişiz, anlaşılan!
Ama bu, ‘az eğitimli, düşük gelirli’ kesimin ayağa kalkması olayı, sadece İngiltere’de ya da Türkiye’de değil, bugünlerde her yerde. Örneğin, ABD’de Trump’a destek verenlere bakın, onlar için de aynı yorumlar var. Eğitimli Amerikalıların şaşkınlıkla dinlediği ‘ırkçı’, ‘dinci’ ve ‘anti demokratik’ söylemleri, toplumun diğer bir kesimi ‘hiç yüksünmeden’ hayranlıkla dinliyor, benimsiyor ve destekliyor.
Ama neden ve nasıl?
Hele insanoğlu ‘ırkçılık’, ‘ifade özgürlüğü’, ‘insan hakları’ gibi konularda güya kırk fırın ekmek yemiş, İkinci Dünya Savaşı gibi tecrübeler yaşamış, Vietnam gibi savaşlara karşı çıkmışken?
Outsourcing ile bozulan dünya düzeni
Analistler yukarıda bahsettiğimiz makalede bu durumu, “yeni dünya düzeninin ekonomik faydalarını paylaşamadıkları için kızdılar” şeklinde özetliyor. Yani analistlere göre, İngilizlerin fakir ve daha az eğitimli kesimi, daha eğitimli olan elitleri cezalandırmış ve onları Avrupa’nın dışına atmış. Makale Trump ve AB’deki diğer benzer durumlara da atıfta bulunuyor.
Benzer bir atıfı biz de bu ayın başında, Brexit öncesi yayınladığımız ‘Outsource’ temalı yazımızda Trump’a oy verenleri tanımlamak için yapmıştık.
Detayını merak edenler o yazıyı okusunlar ama biz sonucu buraya yazalım; 1980 sonrasında ABD’de başlayan, bugünlerde TPP denilen anlaşma (Transpasifik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı) ile daha da genişletilen ‘outsource’ yani ‘taşeronlaşma’ dünyayı ikiye bölüyor. Bir tarafta, paranın ellerinden çekildiği kitle (ki Wall Street Occupiers bunu “biz % 99’uz” diye tanımlamıştı), diğer tarafta ‘küresel sermaye’ diye adlandıracağımız; paranın toplandığı yer.
ABD’de 1980 Outsource ve 1985’te Offshore Outsource kararlarından itibaren başta ABD olmak üzere, gelişmiş ülkelerdeki işler, en ucuz işgücü olan ülkelere yöneldi. Teknolojinin ve internetin gelişmesi bunu daha da hızlandırdı. Amerikalıların yerli halkı artık ancak McDonalds’çı yönetici olabiliyor. Çünkü mühendis olsa Silikon Vadisi’ndeki birkaç teknoloji şirketi dışında iş yok. İşler Çin’de, Hindistan’da, şimdi TPP anlaşması ile daha ucuz olan Vietnam’da vs.vs. Silikon Vadisi’ne bakın, oradaki çalışanların ve yöneticilerin içinde de çok sayıda göçmen var.
Bu göçmenler çalıştıkları firmalara çok şey katıyor ve o nedenle oradalar. Amerikalı ve gelişmiş ülke aydınları da, göçmenlerin topluma farklılık ve zenginlik kattığını ilan ediyor (Bu konuda şu göçmen bunu keşfetti, bu şunu yaptı tartışmalarını hatırlayın ve bu arada Aziz Sancar da muazzam göçmenler listesine dâhil edilmiş).
Son Suriye savaşı ile yaşanan ‘göçmen’ kargaşası, bir yandan vicdanları sızlatırken, diğer yandan ‘ama biz’ kaygısı yarattı.
Dolayısıyla eğitim ve gelir düzeyi düşük olan halkın arasında bu göçmenler göze batıyor. Özellikle de işsiz insanlar onlara bakıp, “dağdan gelip, bağdakini kovuyorlar” diye düşünüyorlar. İşi sahibi olanlar arasında ise, “bunlar düşük maaş aldığı için bizim maaşlar da düşüyor” diyenler var.
Taşeronlaşma (biraz da göçmenler) derken, bugün dünya ekonomileri büyüme sorunlarıyla uğraşıyor. Bu duruma kalıcı bir çare bulunamıyor. Çünkü işsizlik ve gelir düşüklüğü yüzünden, yeteri kadar talep yaratılamıyor.
İşte ‘non-elit’ denilen kesimi ‘elit’ kesime karşı kızdıran ve isyana taşıyan durumun bileşenleri bunlar. Ama ilginç olan şu; aslında kabahatli olan ‘elit’ kesim de değil. Elit kesimin kabahati, bu % 1 için çalışmak, planlama yapmak, yönetmek olabilir. Zaten elit dediğimiz kesim de aynı şekilde taşeron sisteminden ve bozulan gelir dağılımından kötü yönde etkilenen bir grup. Ama ortada olanlar onlar. Kabahat bulunanlar da onlar.
Türkiye’nin %49,5’i bunlar değil diyorsanız
Yazının başında, Brexit diyen %51,9 ile Trump’a oy verenler ve bizim %49,5 aynı demiştik. Bu anlattıklarımızdan sonra, “bizimkiler aynı değil” diye düşünüyor olabilirsiniz. Tabii bizim %49,5’in tavlandığı propogandalarla, gelişmiş ülke non-elitleri aynı dertte gözükmüyor. Bizimkiler ‘din’ ya da ‘başımızı yukarı kaldırma’ motifleri peşinde koşuyorlar. Ama alt satıra bakın; aynı şey geçerli. Yani kızılmakta olan bir ‘elit’ kesim var.
Konumuzun azıcık dışı da olsa, bu konuyu açalım; Bu elit kesim (geçmişte “bu ülkeyi Mülkiye ve Askeriye yönetir” denirdi. Bunlara biraz da kimi yazar-çizer takımı dâhildi), Cumhuriyet’in 80-90 yılı boyunca halkın sorunları ile ilgilenmek yerine, onların neye inanacağını, TRT’de ne dinleyeceğini, hangi arabayı kullanacağını ya da nasıl giyeceğini belirlemek peşinde koştu. Ülkenin önünde adeta bir baraj gibi durdu. Örneğin, otomotivde bunu gördük, piyasadan kalkmış arabalar kullanmak zorunda kalındı. Bunun sonucunda gördüğümüz patlamayı yaşıyoruz.
Üstelik hâlâ durum değişmiş değil; hâlâ değerlendirme yapan, “neden?” diye soran ya da “oyun kuralım” diye düşünen yok. Abartılı bir küçümseme ile “hep bu %49,5 yüzünden” türü yaklaşımlardan öteye gidilemiyor. Hâlâ nasıl kazanırız denilmeden, bu %49,5 birilerinin ellerine bırakılıyor, hediye ediliyor.
Outsourcing ile bozulan dünya düzeni
Komplo teorilerini sevmem ama bir tarafta, küresel sermayenin daha rahat hareket etmek için ve karşısında güçlü ülke kalmasın diye dünyadaki 200 civarı ülkeyi 2000 ülkeye bölme planlarından uzun zamandır bahsediliyor.
Diğer tarafta ise Gezi Parkı olaylarını yorumlayan Noam Chomsky ve Slavoj Žižek dünyayı bir değişimin beklediğini söylüyor. Onlara göre bunlar münferit olaylar değil. Herbirisi kendi yerel özelliklerini taşımakla birlikte, bütünün parçaları.
Özetle; küreselleşmeden hoşnutsuzluk ve temsili çok partili demokrasinin kurumsallaşmış biçiminin, kapitalist aşırılıklarla mücadele etme kapasitesinin bulunmadığının, yani demokrasinin yeniden icat edilmesi gerektiğinin bilincine varma şeklinde bir ifade kullanılıyor. Zizek’in tanımıyla, “Demokrasi ile kapitalizm arasındaki ‘ebedi’ evliliğin boşanmaya yaklaştığına dair işaretler var.”
Brexit’e bir de buradan bakın. Dünya değişiminin ayak sesleri bunlar. Öyle ya da böyle.