Film Söyleşi

Yitik Kuşlar: Çocukların gözünden 1915

Yitik Kuşlar, iki küçük çocuğun gözünden 1915’te Anadolu’da yaşananları anlatıyor... Birbirinden ayrılmamak için her şeyi göze alan iki kardeşin annelerini arayışını perdeye yansıtıyor, boğazları düğümlüyor...

Vizyondaki epik yerli film Yitik Kuşlar, 1915 Ermeni tehciri travmasını iki çocuğun gözünden anlatan çok dokunaklı bir Anadolu masalı. Filmin yazan-yöneten ikilisi Elâ Alyamaç ve Aren Perdeci ile beraberiz ve filmden çıkar çıkmaz fuaye sohbetimiz başlıyor. Kayıt… 

Ellerinize sağlık öncelikle. Nasıl doğdu ve ne kadar zamanda gerçekleşti bu film?

Elâ Alyamaç: Evet, 2008 yılında benim ilk filmim Peri Tozu ile Aren’in ilk filmi Yanlış Zaman Yolcuları Macaristan’da bir festivaldeydi ve iki filmi arka arkaya koymuşlardı. Aren o zaman Tunceli’de asker ve biz henüz tanışmıyoruz. Ben orada onun filmini seyrettim ve merak ettim, kim bu deli çocuk? Dönünce tanıştık ve arkadaş olduk. Aren bana 1915’le ilgili bir senaryo yazmak istediğini ve olayları iki çocuğun gözünden anlatmak istediğini söyledi. Bu beni çok etkiledi, çünkü 1915 çok büyük ve çok katmanlı bir konu, merkezinde çocukların olması beni çok ilgilendirdi. Birlikte araştırmalara başladık, bir sürü kitaplar okumuştu o zaten, onları bana verdi. Araştırma süreci, yazım süreci derken 2011’in Ocak ayında senaryomuzu yazmaya başladık ve oradan bugüne kadar geldik.

Aren Perdeci: Öncesinde ben rahmetli Yaşar Kemal ile tanışmıştım, ilk filmimi bitirdikten sonra. 1915 konusunda film çekmemi önerdi ve bir sürü kitap ismi söyledi. Çok isterdim ona seyrettirebilmeyi ama biz çekim sürecindeyken vefat etti. Bunun için çok üzgünüm, filmin fikir babasıydı. Onun önerdiği kitapları okuyunca çığ gibi büyüdü bu iş benim içimde.

Nerelerde çektiniz filmi?

AP: Kapadokya bölgesi, Ürgüp, Kayseri, Niğde Aksaray, aşağı yukarı 100 km bir çapın içerisinde çektik.

Ne kadar sürdü çekimler?

AP: Çekimler iki parçaya ayrıldı, çünkü kış süreci de var filmin. Kışın 10 gün, yazın da 35-40 gün civarı çekim oldu. Tabii bu filmi yapabilmek için 1,5 sene fiziksel ön hazırlık yaptık setlerin kurulması için.

EA: Film için bir ev, iki kilise ve bir yetimhane restore edildi, iç ve dış olarak.

Bir dakika, tüm o restorasyonları yaptığınıza göre ne kadara mâl oldu film?

AP: 2 milyon dolar bu filmin bütçesi. Ve tüm parayı filme harcadık, tanıtıma şuna buna değil. Gurur duyacağımız bir iş yapmak istedik çünkü.

EA: Amerika’da bir yapımcı bize şöyle söyledi, “Sakın 2 milyon dolar olduğunu söylemeyin, çünkü 20 milyon dolardan fazla görünüyor bu film”.

AP: Set giydirmesinin ötesinde bir restorasyon yapıldı çünkü. Tarihi dokuya uygun olsun diye özel tekniklerle çalışıldı.

EA: Onları yapan da benim annemdir, Nermin Alyamaç.

AP: Ve kışın hep karlarda çalıştı o ekip. İnşaat yapmanın ne kadar zor olduğunu bilirsiniz, normalde çalışmaz işçiler bile o şartlarda, ara verilir.

EA: Başka hiçbir şey için çalışmayacak insanlar gönüllerini koyarak çok zor şartlarda çalıştılar. Büyük bir özveri.

AP: Film ekibi dışında 20 kişilik restorasyon ekibimiz var anlayacağınız.

Bunca işe kolları sıvarken hiç tereddüt etmediniz mi peki, ya yapamazsak bu projeyi?.. Ne olacak bu inşaatlar, bu insanlar, bu masraflar?

AP: Hatırlıyorum da, dört kere ağır titremelerle hastanelik oldum ben. Çok pamuk ipliğine bağlıydı her şey o günlerde.

EA: Ama öyle büyük bir inançla çalıştı ki herkes, o inanç bizi ayakta tuttu. Normandiya çıkartmasına gider gibi gidiyorduk biz sete. Hele o ilk kış planı çekimimiz! Gün ağırırken, -20 derecede, bütün ekip ve çocuklar… Kuru üzümler, pekmezler yiyordu herkes dayanabilmek için.

AP: Kamerayı kurup o ilk planı çektik ya, bir buçuk senedir beraber çalışan o ekipte herkes ağladı. Şu an bile gözüm yaşarıyor anlatırken.

EA: Heros (Bedo) da bana geldi ve “Şu an hayatımın en mutlu anı” dedi, hiç unutmuyorum onu.

Filmin kendisi gibi yapım hikâyesi de çok duygusalmış, post prodüksiyon süreci nasıldı?

AP: Post prodüksiyon Amerika’da yapıldı. Şöyle ki, ben ilk filmimin sonunda fanatiği olduğum görüntü yönetmeni Roger Deakins’la tanıştım. Skyfall’un, Esaretin Bedeli’nin, Coen Kardeşlerin bir sürü filminin görüntü yönetmeni, çok meşhur çok baba bir adam. İlk filmimi izledi ve sonra devamlı yazıştık biz. Mumlarla ilgili bir sürü soru sordum ben ona. Ve 3000 mum ürettik biz bu film için özel. O ışıkları öylelikle yapabildik. Dört aylık bir çalışma, filmin bütün görünen ışıkları (mumlar, gaz lambası, ocağın üstündeki ateş, yetimhanedeki ışıklar), onların doğru yanması, insanları zehirlemeden yanması. Sonra Roger Deakins bana Deluxe’ı tavsiye etti post prodüksiyon için Amerika’da. Deluxe en büyük ikinci post şirketi, Technicolor ve Deluxe rakiptir. Biz orada filmi yaparken bir yanımızda Transformers, bir  yanımızda Minions yapılıyordu. 

Çok süper de nasıl yetti paranız Amerikan film endüstrisinin en flaş şirketlerinden birine?

EA: Çok pahalı bir yer evet. Biz oraya materyallerimizle gittik ve açık açık dedik ki, “Biz burada çalışmayı çok istiyoruz ama çok az paramız var”. Seyrettiler ve hiç kimseye yapmayacakları bir şey yaptılar, “Sizin paranız az ama yüreğiniz çok, gelin” dediler ve kendileri için çok sembolik sayılacak bir para aldılar.

AP: Bizim için yine çok para ama onlar için sembolik. Normalde bizim bütün bütçemiz kadar fiyatları. Birdman’i filan yapıyor high-end adamlar. Bize ucuza yaptılar sonuçta ama bizim ülkemizdeki gibi ‘ne kadar ekmek o kadar köfte’ anlayışı yok onlarda. Revenant’a hangi muamele yapıldıysa bizim filme de o yapıldı. Bütün o işçiliği yapıyorlar çünkü kötü yapmayı bilmiyorlar. Çok mutlu ettiler ve 3-4 kere ağlattılar bizi. İnanılmazdı.

EA: Bitirdiğimiz gün herkes toplandı orada ve bir kutlama yaptık, aile gibi olmuştuk çünkü.

ÜNLÜ AMERİKAN FİLM YAPIMI DERGİSİ CINEMATOGRAPHER’A NASIL GİRDİLER?

AP: Amerika’nın en büyük zanaat dergisine girdi bu film ilk defa bir yabancı film olarak. 1920’lerden beri çıkan aylık bir dergi Cinematographer ve sadece o ay çekilmiş dört büyük Hollywood filmini inceler. Ne Avrupa ne başka yerden film giremez, ama Eylül sayısında bizi işlediler 12 sayfa. Post prodüksiyonu orada yaptığımız için davet edebildik tabii dergiyi. “Mümkün değil” dediler önce, “derginin tarihinde yok böyle bir şey”.

EA: “İmkânsız yazmamız ama geliyoruz” dediler, geldiler, filmi seyrettiler ve sonuç; Amerikalı arkadaşlarım kıskandı bizi dergide görünce. (Gülüyorlar)

AP: Hiç CGI (bilgisayarlı görüntü efekti) kullanmadık çünkü hep el yapımı bu filmdeki işler. Bütün o detayları görüyorlar tabii teknik bir dergi olduğu için. Dört saat röportaj yaptılar şunu ne lensle çektin, bunu ne lensle çektin diye. Kubrick’in Barry Lyndon’undan sonra bu şekilde mumlarla çekilen ilk film çünkü bu. Sadece mum ışığıyla çektik o yemek sahnelerini, başka ışık yok. Ve benim hayalimdi bu dergi, fanatiğiydim ve Türkiye’den ilk biz girmiş olduk. Böyle bir macera.

Vay canına! Türkiye neden bilmiyor bunu Eylül’den beri, hayret…

EA: Bir de şu var, biz Los Angeles’a gittiğimiz zaman hep bir AFI (American Film Institute) kütüphanesine uğruyoruz, başka yerde bulamadığımız şeyleri açıp okuyoruz. Cinematoprapher’ın tüm sayıları da orada ansiklopedi halinde vardır ve bu sayede bizim filmimiz de o kütüphaneye girmiş oldu. Bu da çok gurur verici oldu bizim için.

TÜRKİYE YÜZ YILDA BİR YAKALANACAK BİR FIRSATI MI KAÇIRDI?

Merak ediyorum, Oscar’a niye gitmedi bu film Türkiye’den?

AP: 11 dalda aday adayı olduk biz aslında, ama Amerika’dan. Kimse bilmiyor, onu da anlatayım. Türkiye bizi seçmedi Oscar’a, Sivas filmini gönderdiler. 1915’in yüzüncü senesinde şu filmi göndermediler yani. Ülkenin rızkıyla oynadılar, ona üzüldüm, kendimiz için değil. Ülke tanıtımı açısından çok önemli olacaktı çünkü çok pozitif bir film. Çok demokratik görünecekti, bir Türk bir Ermeni yönetmen bir olup böyle bir film çekmiş, bu bile Oscarlık bir şey Türkiye için. Biz bu film sayesinde Amerika’da Howard Kazanjian’la tanıştık, Kazanjian eski Star Wars’un ve Indiana Jones’un yapımcısı. Bu filmi seyretti ve “Ülkeniz büyük bir yanlış yapmış” dedi. Ne yapabiliriz dedik. “Bence filminize güvenin” dedi, “eğer Amerika’da vizyona girerseniz Amerikan filmi olarak yarışabilirsiniz”, bize bir yol gösterdi yani, tüm sinemacıların da bunu bilmesi lâzım. Ve biz Amerika’da vizyona girdik Türkiye’den önce, dört hafta kapalı gişe oynadı film Los Angeles’ta. Ve bu sayede Oscar’a başvuru yaptık USA adına. Ve Sivas filmi elendikten sonra biz çok ciddi bir yarışa devam ettik 11 dalda. Ama paramız yok, ülkemiz arkamızda değil, dağıtımcı yok.

EA: Biz Türkçe bir filmle ve sıfır bütçeyle o yarışa girdik.

AP: Bir Oscar bütçesi koydular önümüze, 3 milyon dolar. Biz bunlara rağmen bu filmi dünyaya tanıtabilmek için çalıştık, elimizden geleni yaptık. Revenant’larla yarışarak olmayacağını biliyorduk ama çok enteresan geri dönüşler aldık. Akademi bize bir mail attı.

EA: Oscar Academy’de Core Collection denen bir koleksiyon var. Dediler ki bu çok önemli bir film, çok önemli bir konu ve biz bunun senaryosunu istiyoruz, hem Türkçe hem İngilizce olarak. Sordum, bu hep yaptığınız bir şey mi? Hayır dediler, çok özel filmleri seçiyoruz. Biz de gönderdik ve bundan sonra araştırmacılar, öğrenciler, kim isterse gidip okuyabilecek senaryomuzu Academy’nin kütüphanesinde. Golden Globes’tan da çok güzel bir yorum aldık bu arada. 

Neden izlemeliyiz bu filmi?

EA: Biz Yitik Kuşlar’a sinematik olarak çok güveniyoruz, konusu ve işlenişi ile de ülkemiz için çok önemli olduğunu düşünüyoruz. İnsanları bir araya getirecek bir film. Tarihte hep kavga edilen bir konu ama gerçek insanların hikâyesine bakın, bir aileye ne oldu, çocuklara ne oldu? Bunları konuşmamız gerekiyor artık.

AP: Filmin bu vizyonu çok kabul görüyor zaten. Duygusunu alıyor insanlar, çünkü hiçbir kötü niyet yok. Bu konularda birbirinin gözünü çıkartıyor insanlar. Ben bir film çeksem ve göz çıkarsam, sonra onlar da benim gözümü çıkarsa, hepimiz kör olup konuşamaz hale geleceğiz. Biz göz çıkartmak yerine anlaşma yolunu tercih ettik. İki çocuğun üzerinden anlatarak empati kurmanın önünü açtık. Karşılığını da alıyoruz zaten, şiir yazan seyircimiz bile oldu bize.
İnsanların birbirini anlaması için yaptık biz bu filmi, gerçekten bir köprü kurmasını düşünerek. Ve tabii sevdiğimiz bir hikâye olduğu için yaptık. Çünkü çocuk 100 sene önce de çocuktu, aile 100 sene önce de aileydi. Ermeni, Türk, Kürt, Japon ya da başka bir milletten olması önemli değil, insan olması yeter. Böyle düşündüğümüz için Amerika’da da, Türkiye’de de gösterdiğimiz her yerde çok büyük bir ilgi ve sevgiyle karşılandı.

Mutlu musunuz, istediğiniz her şeyi yapabildiniz mi?

EA: İstediğimiz her şeyi, kağıdın üzerine yazdığımız her şeyi yaptık. Bazı mucizelere de tanık olduk. Filmdeki kuş meselâ, baçik (Ermenice, öpücük); senaryoda şöyle yazıyordu; “Maryam baçik’i kafesten çıkarır öper, Bedo’ya uzatır o da onu öper” ve çekimde baçik Bedo’yu gerçekten de öptü! İnanamadık… 

AP: Daha sonraki filmlerde düzeltmek istediğimiz şeyleri de görüyoruz tabii ki biz kendi yaptığımız işte. Ama gerçekten de öyle mucizeler oldu ki yukarıdakine ayıp olur eğer şikâyet edersek. Fırtına sahnesinde izlediğiniz fırtına gerçek meselâ. Yazın ortasında hortum girdi sete ve o sahneyi bize çektirdi. Bittiğinde herkes ağlıyordu sette. Yağmur aynı şekilde, gerçek. Bütün makinelerimiz hazırdı gerçi ama hiçbir makine o kadar iyi yapamaz yağmuru.

Oyuncular, oyunculuklar hakkında neler söylemek istersiniz?

EA: Oyuncularımız Ermeni tiyatrosunun mihenk taşları hepsi. Bazı şeyleri kendi içlerinde o kadar hissederek, yaşayarak yaptılar ki… Hepsi Osmanlı Ermenilerinin torunları çünkü ve bu hikâyelerle büyümüşler. 1915 yetimlerinin torunları çoğu. Başka kimse yapamazdı onların bu filmde yaptıklarını. 

AP: Bunu istedik zaten, bu rolleri o insanların yaşayan torunlarına vermeyi istedik. Yüreklerinde bu hikâye var çünkü onların.

Başrol çocuk oyuncular nereden, kim onlar? Çok başarılılar.

EA: Yedi ay casting yaptık. Türkiye’nin her yerine haber saldık ve 520 çocuk arasından seçildi Dila Uluca (Maryam) ve Hegos Agopyan (Bedo). Ve o kadar alıştılar ki çalışmalar boyunca birbirlerine, gerçek kardeş gibi oldular. Çoğu zaman oyun gibi geliyordu onlara ama fiziksel şartlar iki çocuk için çok zordu. Rahat ettirmek için çok uğraş verdik.

Setteki iş bölümünüz nasıldı iki yönetmen olarak?

AP: Senaryo yazım aşamasından beri beraber yaptığımız için her şeyi, benzer şeylere aynı tepkileri verir hale gelmiştik Ela’yla, gözlerle anlaşır haldeydik. Ben biraz daha sahada koşan ve hammaliyesinde bulunan oldum sette.

EA: Sete çıkmadan her şeyimizi hazırlamıştık zaten. 70 günlük bir mekan gezisi yapıp bütün yerleri bulduktan sonra oralara 6-7 kere yanlız gidip bütün sahneleri tartıştık ve oynadık Aren’le. O kadar birdi ki artık kullandığımız dil, gözle yakalıyorduk birbirimizi.

AP: Güven ya tamdır, ya da sıfırdır ya, onun gibi. Doğru çalışan bir şey vardı aramızda, anlatmak zor. Amerikan basınından biri, “Bir kadın mı çekti bu filmi, bir erkek mi çekti anlayamadım, yönetmenin cinsiyeti yok, çok güzel bir harmoni” demişti, bayıldık o yoruma.

Yönetmenlik ego, set hakimiyet, otorite demek ya, onlar nasıl çözüldü?

AP: Çok genç bir ekiptik, tecrübeli abilerimiz de vardı tabii, müthiş bir kamera ekibi, müthiş bir ışık ekibi, hepsi müthişti. Hem çok profesyonel, hem çok inanmışlardı. Bağırmak, çağırmak, ego, ben buna inanmıyorum. Türkiye’de olan bir şey evet –ben asistanlık yaptım bir sürü yönetmene- ama karşındaki insan senin dürüst olduğuna, hakkının yenmediğine ve işi bildiğine inanırsa hiç bağırmadan etmeden o iş çözülüyor. Ne iş yaparsan yap, sen o ekibi yaptığı işten zevk ve gurur duyacak hale getirebiliyorsan yönetici olarak, tamamdır. Düşünün iki kişiyiz ve otorite boşluğu hiç oluşmadı şu filmde. Herkes gözümüzün içine bakıyordu.

Seyirciyle izlediniz mi? Neler hissettiniz?

AP: Kalabalıkta gerçekten muhteşem oluyor, mendiliyle çıkıyor insanlar. Amerika’daki vizyonda çok heyecanlandık bir de, tekerlekli sandalyeleriyle geldi orada yaşayan Ermeni nineler. Onları sinemada görmek en büyük ödüldü bizim için. 

EA: Filmde çok tatlı anlar da var, insanlar gülüyorlar ama hayattan öyle bir parça ki gülerken birden ağlayarak buluyorlar kendilerini.

Duygu sömürüsü yapmadan ağlatıyor, o yüzden de içe işliyor, o çok önemli bir ayırım…

AP: 1915 çok katmanlı büyük bir konu ama biz bu filmde, bir arkeoloğun yaptığı gibi büyük bir kayadan bir kesit aldık ve onu en ince ayrıntılarıyla işledik. Bizim taşımız çocukların vizyonuydu burada, o kesiti mikroskobik detaylarla vermeye çalıştık.

“Bir taş parçası nasıl ki bir medeniyeti anlatabiliyorsa bazen, biz de bu kadar küçük ve saf bir pencereden çocuklarla bakıp bir şeyi resmetmeye çalıştık.”

Büyük bir tarihin bir kesiti bu, tarihe bir ışık tutuyor. Bunun gibi milyonlarca hikâye var, onların da anlatılmasına vesile olacak belki. Köprü kurmanın anlamı tam da bu.

Film boyu kafeste gördüğümüz kuş neyi sembolize ediyor?

AP: Bu zamana kadar saklı tutulan bu ve buna benzer tüm hikâyeleri temsil ediyor baçik. O kadar renkli olmasının sebebi de Anadolu’nun renkleridir.

Gerçek bir hikâye mi, kurgu mu izlediğimiz?

AP: Tam bir kombinasyon aslında. Gerçek insanlarla 105 yaşında dedelerle konuşuldu, tarihi danışmanlarla, romanlarla çalışıldı. Bire bir gerçek değil ama gerçek hikâyeler baz alındı.

EA: Çok şey koymamızı istedi insanlar bu hikâyeye ama Bedo ve Maryam’a focus olduk biz.

Kimler mutlaka izlesin bu filmi?

AP: Müslüman olmuş isim değiştirmiş olanları da sayarsak Türkiye’deki Ermeni nüfusu 2-3 milyon. Onları da bekliyoruz sinemaya. İki küçük çocuğun hikâyesi onları bekliyor. Acılarını yüreğine koymuş saf bir hikâye. Hiçbir önyargıda bulunmadan çocuk gözleriyle seyretsinler. 

EA: Ülkemiz çok zor günler geçiriyor ama biz çok inanıyoruz ki Yitik Kuşlar insanların ruhuna çok iyi gelecek. O yüzden herkesi bekliyoruz Yitik Kuşlar’ı seyretmeye.

AP: Zor günlerde ilâç gibi gelecek Ela’nın dediği gibi.

“Aileyi hatırlatacak, kardeşliği hatırlatacak, bir arada ne kadar mutlu olduğumuzu hatırlatacak Yitik Kuşlar. Bu filmle inançlarını tazeleyecekler ve asla mağdur olmayacaklar bu filme gelenler.”

Mutlu ayrılacaklar sinemadan. Buna eminiz ve bunu görüyoruz da zaten.

Kopya sayınız kaç? Zorlandınız mı dağıtım, gösterim aşamalarında?

Zorlandık tabii, zorlanmaz mıyız. 17 kopya çıktık, aynı şekilde devamı garantiledik ikinci haftada. Seyirci geldiği sürece kalırız, 300-500 kopya çıkmadığımız için zaman istiyor bizim gibi filmler. PR yok, afiş yok, onu bile asamıyoruz, enteresan şeyler. Pompalanan filmler arasında değiliz, başka bir kafa o. Kısmet bakalım, göreceğiz. 

Birlikte başka projeniz var mı?

AP: İki film daha var, üç filmlik bir proje bu. Dediğimiz gibi çok katmanlı ve büyük bir trajedi olduğu için tek filmle karşılanabilecek bir yapısı yok zaten 1915’in. Biz de üç film diye yola çıktık Elâ’yla. Bu film o tarihe gidip ilk ışığı tuttu, ikinci film günümüzdeki etkileri anlatacak, öyle düşünüyoruz.     

Tekrar tebrikler ve çok teşekkürler bu güzel sohbet için Elâ Alyamaç ve Aren Perdeci. Yitik Kuşlar’ı izlediğim için son derece memnunum ve herkese tavsiye ediyorum. Yitik Kuşlar sinemalarda, kaçırmayın… 


Yitik_Kuslar_yeni_Poster_TarihliKÜNYE

Orijinal adı: Yitik Kuşlar
Yönetmen: Aren Perdeci, Ela Alyamaç
Oyuncular: Dila Uluca, Heros Agopyan, Takuhi Bahar, Ahmet Uz, Arto Arsenyan, Sarkis Acemoğlu, Anahit Variş, Hovsep Karagözyan, Bercuhi Berberyan, Kirkor Dinçkayıkçı, Boğos Çalgıcıoğlu
Süre: 90 dakika
Yapım: Türkiye, 2015

Sevim Gözay

1993 yılında girdiği medyada birçok yapımda kamera arkasında çalıştı. 2000’de kamera önüne geçti ve kendi programlarına imza attı. Ödüllü programları Stüdyo: Sinematik Portakal ve Cosmopolis. Kitapları: Kasetten Canlı (2013), Sinemaskop Randevular (2015). İstanbul'da tedavi gördüğü hastanede 14 Ocak 2021'de hayata gözlerini yumdu.

Journo E-Bülten