Türkiye’deki yabancı gazeteciler bir süredir yerel meslektaşları ile aynı kaderi yaşıyor. Bazılarının telefonları dinleniyor. Takip edilenler var. En az birinin evine girildiğine dair söylentiler dolaşıyor. Sınır dışı edilmenin ya da gözaltına alınmanın son derece mümkün olduğunu biliyorlar. Otosansür onların da gündeminde, en azından yeni basın kartları gelene kadar… Soru sorunca “Lütfen ismimi kullanma, başım belaya girmesin” diyorlar.
Oysa Türkiye’nin yabancı gazetecilere kucak açtığı bir dönem vardı. 1990’ların başından itibaren Türkiye’de çalışan İsviçreli gazeteci Nicole Pope’a göre o zamanlar Türk yetkililer yabancı gazetecileri ülkeye getirmek için çok hevesliydi. 1989’dan beri Türkiye’de gazetecilik yapan Andrew Finkel da o yıllarda yabancı gazetelerin Türkiye’yi Atina ve Roma’dan takip ettiklerini hatırlatarak Türk yetkililerin yabancı muhabirleri ülkeye çekmek için gümrük başta olmak üzere birçok alanda kolaylıklar sağlandığını söylüyor.
Bugün ise bambaşka bir tablo var.
Türkiye’de uzun süreli çalışmak isteyen yabancı gazetecilerin önce kendi ülkelerindeki Türkiye büyükelçiliğinden gazeteci vizesi alması gerekiyor. Birkaç yıl öncesine kadar iki haftada çıkan bu vizenin verilmesi artık üç ayı buluyor. Türkiye’ye geldikten sonra basın kartına başvuruyorlar. Ancak basın kartı çıktıktan sonra ikâmet izni alabiliyorlar.
Yabancı gazeteciler basın kartlarını her yıl yenilemek zorunda. Bu sürecin son yıllarda bir baskı unsuru olarak kullanıldığı iddia ediliyor. İsminin kullanılmaması şartıyla konuşan bir yetkili eskiden kartların iki hafta içinde çıktığını, son beş yıldır çok daha ‘detaylı inceleme’ yapıldığı için sürecin uzadığını söylüyor.
‘Basın kartında son karar istihbaratın’
İsminin ve görevinin açıklanmaması şartıyla konuşan bir başka yetkili ise “[Gazetecinin] terörle bağlantısı olup olmadığı çok önemli. Yazdıkları inceleniyor. Çeşitli kurumlarla istişare ediliyor” açıklamasını yapıyor. Basın kartının yenilenmesi kararında ‘ülke güvenliğinin’ öncelikli olduğunu belirten bu kişiye göre yabancılara tahsis edilecek basın kartı ile ilgili son kararı istihbaratçılar veriyor.
Türkiye’de 2016 sonu itibariyle 44 ülkedeki 189 kuruluştan 380 yabancı gazeteci görev yapıyor. Bunların 280’inin basın kartı 2017 yılı için sorunsuz şekilde yenilendi. Geri kalan 100 kişi ise ya henüz yenileme için başvuruda bulunmadı ya da bu kişilerin dosyaları inceleniyor. Bir yetkili, kartların tamamının dağıtılmasının Mart sonunu bulabileceğini belirtiyor.
Yaklaşık 10 yıldır Türkiye’de çalışan bir İtalyan gazeteci, “Bence bu sene kartların bu kadar gecikmesinin nedeni referandum kampanyası. Gazeteciler haber yapmasın diye… Çünkü basın kartı alma sürecinde biraz otosansür oluyor” yorumunda bulunuyor.
Bu haber için konuştuğumuz yabancı gazeteciler otosansür yapmasalar bile bu ihtimali tartıştıklarını söylüyor. Bir Fransız gazeteci kararsızlığını, “Otosansür yapacağımı zannetmiyorum ama riskin de farkındayım. Sonuçta işimizi yapmak istiyoruz ama bunun için burada kalabilmemiz gerekiyor” sözleriyle aktarıyor.
Bir grup yabancı gazeteci ise önümüzdeki günlerde avukatlarla bir araya gelerek Türkiye’de çalışırken sahip oldukları haklarla ilgili bilgi almayı planladıklarını söylüyor.
‘Kürt haberleri yapmak hep riskliydi’
Elbette Türkiye’de yabancı gazeteci olmak hiçbir zaman kolay değildi. Özellikle Kürtler ve PKK ile ilgili haber yapan gazeteciler daima risk altında oldu. Nitekim 2015 yılında Vice News ekibi bölgede tutuklandı. Uzun yıllar Diyarbakır’da yaşayan Hollandalı gazeteci Frederike Geerdink, Ocak 2015’te Twitter paylaşımları nedeniyle gözaltına alındı, Eylül 2015’te ise sınır dışı edildi. Kasım 2016’da da Fransız gazeteci Olivier Bertrand, Gaziantep’te gözaltına alındıktan sonra ülkeden gönderildi.
Ancak geçmiş yılların aksine artık yabancı gazeteciler sadece Kürtlerle ilgili haber yaptıklarında değil, hükümeti ya da cumhurbaşkanını eleştirdiklerinde de risk altında. Bunun en ünlü örneklerinden biri Alman Der Spiegel dergisinin muhabiri Hasnain Kazım’ın geçen yıl apar topar Türkiye’den ayrılmak zorunda kalması oldu.
‘Benim durumum diğerlerine uyarıydı’
Hasnain Kazım, Soma faciasından sonra yaptığı haberde bir madencinin Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile ilgili “Cehenneme git” sözlerini manşete taşıdı. Kazım, bu sözleri kendisinin sarf ettiği izlenimi oluşunca ölüm tehditleri almaya başladı. Artık Avusturya’da çalışan Kazım’a telefonla ulaştığımızda Soma haberinden itibaren nasıl taciz edildiğini detaylarıyla anlattı. Bunlar arasında ölüm tehditleri ve tanımadığı kişiler tarafından takip edilmek de vardı.
Geçen yıl basın kartının bir türlü yenilenmediğini, bu dönemde hakkında dava açılacağına dair duyumlar alınca ülkeyi terk etmeye karar verdiğini söyleyen Kazım, “İstanbul bizim yuvamızdı. Daha 2-3 sene kalmayı planlıyorduk. Yuvam dediğiniz yerden zorla ayrılmak her zaman çok zor” dedi.
Kazım’ın ülkeden ayrılış sürecini değerlendiren bir yetkili, Alman muhabirin sınır dışı edilmediğini, kendi isteğiyle Türkiye’den ayrıldığını vurguladı.
Kazım’a göre ise, yetkililer kendisini örnek olarak seçti: “Benim durumum diğer gazetecilere bir uyarıydı. ‘Dikkatli olun’ mesajı göndermiş oldular.”
Kazım’ın ülkeden ayrılmasının ardından benzer olaylar artarak devam etti. New York Times gazetesinin deneyimli muhabiri Rod Nordland 17 Ocak’ta ülkeye sokulmadı. Amerikan Walll Street Journal gazetesinin İstanbul muhabiri Dion Nissanbaum ise, 27 Aralık’ta bir sosyal medya paylaşımı nedeniyle sabaha karşı evinden alınıp 3 gün gözaltında tutulduktan sonra Türkiye’den ayrıldı.
‘Beyaz Toroslar bizi de takip ederdi’
Bir zamanlar yabancı gazetecilere kucak açan Türkiye’yi, onları kapıdan almayan ülke olmaya götüren süreç 1990’lı yıllarda başladı.
Andrew Finkel, Sıraselviler’deki ofisinde o günleri anlatırken, “1991’de net bir değişiklik yaşandı” diyor:
“Kürt mülteciler çok büyük bir haberdi. Bütün yabancı medya bölgeye akın etti. Yetkililer haber geçmemizi kolaylaştırmak için çabalıyordu. Fakat Türkiye’nin mülteci kriziyle ilgili yapabileceği her şeyi yapmadığı algısı vardı. Bu, haberlere de yansıdı. O güne kadar yabancı gazetecileri ülkeye çağıran Türk yetkililer birden Türkiye’den geçilecek her haberden hoşlanmayabileceklerini fark etti.”
1990’lı yıllarda yabancı gazeteciler Güneydoğu’da peşlerinde arabalarla haber yapıyordu. Nicole Pope o günleri, “Diyarbakır’a gidince kayıt yaptırmanız gerekiyordu. O andan itibaren peşimize Beyaz Toroslar takılırdı. Gizlenme ihtiyacı bile duymazlardı. Çok zor çalışma koşullarıydı” diye hatırlıyor. Ama her şeye rağmen bölgeye sık sık giderek yaşananları haberleştirdiklerini aktarıyor.
Bunlar Reuters muhabiri Aliza Marcus’un PKK haberleri nedeniyle sınır dışı edildiği, BBC muhabiri Pamela O’Toole’un basın kartının aynı nedenle iptal edildiği, Finkel’in yargılandığı ve Pope’un 1992 yılındaki ‘Kanlı Nevruz’dan sonra jandarma tarafından yumruklandığı günlerdi.
Demirel özür dilemişti
Ancak bu, aynı zamanda Süleyman Demirel’in basının karşısında Pope’dan bu olay için özür dilediği bir dönemdi. Pope, “Yetkililer elbette yazılarımızı beğenmeyebiliyordu ama Avrupa’yı hâlâ önemsiyorlardı. Bu nedenle yaklaşımlarında daha dikkatliydiler” yorumunu yapıyor.
Finkel o günlerdeki çalışma koşullarını anlatırken, “Yetkililere büyük ölçüde erişimimiz vardı” diyor. Öyle ki seçimlerden 24 saat sonra hem Tansu Çiller hem Mesut Yılmaz’la CNN için röportaj yaptığı olmuş:
“Haberlerimizi takip ederlerdi ama telefonum hiç dinlenmedi, belki de ben fark etmedim. Bizi kontrol etmiyorlardı, hatta bence bizim yaptığımız işi nasıl kontrol edeceklerini bile bilmiyorlardı.”
‘Gezi yabancı gazeteciler için dönüm noktası oldu’
Nicole Pope 1990’lar ve bugünün Türkiye’sini gazeteciler açısından karşılaştırmanın çok zor olduğunu söylüyor. İki dönemin farklarının altını çizerken yine de bugün Türkiye’de yabancı gazetecilerin “olabilecek en kötü durumda” çalıştığını düşünüyor. Oysa AK Parti yönetiminin ilk yıllarında yabancı gazeteciler için de çok daha rahat bir ortam oluşmuştu. Pope, basında çeşitlilik artarken birçok hassas konunun da tabu olmaktan çıkmaya başladığını överek anlatıyor:
“Bu pencerenin kapanması ve belki eskisinden bile kötü bir döneme dönmüş olmamız çok büyük şanssızlık.”
Andrew Finkel da, “Hükümetin kendi gazetelerine duyduğu küçümseme ister istemez yabancı basına da yansıdı” diyor. Kalabalıkların yabancı gazetecilerin kötülenmesinden hoşlanmasının da bunda etkili olduğunu ekliyor.
Finkel’e göre, AK Parti yönetiminde yabancı yayınların ve bunlar için çalışan gazetecilerin hedef tahtasına konmasında dönüm noktalarından biri de Gezi Parkı protestoları oldu. Zira bu dönemden itibaren BBC’den Selin Girit, CNN’den Ivan Watson, New York Times’tan Ceylan Yeğinsu ve The Economist’ten Amberin Zaman bizzat Tayyip Erdoğan tarafından hedef gösterildi.
‘Yeni nesil gazeteciler daha savunmasız’
Yabancı gazeteciler için Türkiye’de çalışmanın artık daha zor olmasının tek nedeni Türkiye’deki değişiklikler değil. Andrew Finkel, “Meslek çok değişti” diyor. “Ben hep çok güçlü yayınlar için çalıştım. Hep arkamda olduklarını hissettim. Artık [genç gazeteciler] çok daha savunmasız. Haber satmaya çalışıyorlar, arkalarında büyük bir kurum yok.”
Ona göre, 1990’lı yıllarda yabancı gazeteciler için bir çeşit dokunulmazlık vardı. Şırnak’la ilgili bir köşe yazısı nedeniyle yargılanan Finkel, “O zaman herkes yargılanıyordu. Sünnet olmak gibiydi. Türk gazetecilerin günde 3 mahkemesi olurdu ama benim yabancı olmam büyük olay olmuştu” diyor.
‘Tehlike işin parçası değil mi?’
Finkel ayrıca eskiden sosyal medya olmadığını hatırlatarak, “[Olaylar karşısında] tweet atma dürtüsü yoktu. Ya haber yapıyordunuz ya da yapmıyordunuz. Haber yaptığınızda da bunun editoryal sorumluluğu gazetenindi” diyor. Pope da ülkedeki tek sesliliğin yanı sıra sosyal medyadan gelen tehditlerin bugün yabancı gazeteciler üzerinde büyük baskı oluşturduğuna vurgu yapıyor.
Yine de her yıl onlarca genç gazeteci Türkiye’nin heyecanlı gündemini takip etmek için buraya yerleşiyor. Her an hedef gösterilebileceklerini ya da sınır dışı edilebileceklerini bilerek… Üstelik terör saldırılarının hiç olmadığı kadar arttığı bir dönemde, eskisinden daha tehlikeli bir Türkiye’ye geliyorlar.
“Bazı gazeteciler hayatta olduklarını hissetmek için tehlikenin dibinde olmak isterler. Ben onlardan değilim” diyor Finkel, “Ama bu biraz da işin parçası değil mi?”