Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın bu yılki teması “Edebiyatımızda 50 Kuşağı” oldu. Türkiye’de son yarım asırda iletişim ve sanat alanında yaşanan büyük dönüşümü, fuarın onur konuğu Adnan Özyalçıner ve aynı kuşağın bir diğer ünlü edebiyatçısı Ferit Edgü ile konuştuk. Özyalçıner, günümüzde estetik açıdan güzel eserler ortaya konsa da, bunların iletisi olmamasından şikâyetçi. Edgü ise “her kesimde, her alanda” gözlenen erozyonun Türkçeye de zarar vermesinden…
Dün sona eren 38. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nda “Edebiyatımızda 50 Kuşağı” temasıyla özel etkinlikler düzenlendi ve onur konuğu Adnan Özyalçıner’in eserleri konuşuldu. Biz de Özyalçıner ile 1950 Kuşağı için bir eşik olan a dergisinin yeniden kuruluşuna tanıklık eden Gazeteciler Cemiyeti’nde buluştuk. “Beni asıl mutlu eden 1950 Kuşağı’nın devreye girmesi” diyen Özyalçıner, günümüz edebiyatında “sokağın unutulduğunu” vurguluyor.
Yazmaya nasıl başladınız?
1934 yılında İstanbul’un kenar semtlerinden birinde Karagümrük’ün Haliç’e bakan bir mahallesinde dünyaya geldim, bir işçi mahallesinde. İstanbul’da Bizans döneminden kalma bir semtti. O zaman Haliç fabrikalarla doluydu. Sabahları fabrika düdükleriyle uyanırdık, babalarımızın adım seslerini duyardık. Onlar Draman’dan Ayvansaray’a inerlerdi. Akşamları da paydos düdükleriyle babalarımızın gelişini izlerdik. İlkokulu orada bitirdim, sonra Eyüp Ortaokulu’nu bitirip İstanbul Erkek Lisesi’ne geldim. Kimlik coğrafyam böyle.
‘İstanbul surları insanı içinden de kuşatıyor’
Benim mahallem işçi mahallesi olduğu için okuma yazma oranı çok azdı. Ama o insanlar kendi yoksulluklarının nedenlerini biliyorlardı ve kendi aralarında tartışıyorlardı. Düşleri, hayalleri ve gelecek umutları vardı ama bunu ifade edemiyorlardı. Ben yazmaya başlayınca, öykülerimin üst başlığını “kenar mahalleden” diye koydum. Bu öykülerde onların ifade edemediklerini ben ifade ettim. Bir mahalleden başlayıp bütün bir İstanbul’u anlattım. Benim anlattığım ‘İstanbul’ken bir Türkiye oldu. O Türkiye, dünya oldu. Çünkü ortada temel bir çelişki vardı, “yöneten ve yönetilenlerin çelişkisi.” O bakımdan ben “mahallem İstanbul” diyorum. Benim bütün öykülerindeki genel mesaj buna dayanır aslında. Baştan beri ‘sur’ benim bir metaforum. ‘Sur’la çevrilmiş bir şehir İstanbul. Ama bu sur insanların içinde de var. Bütün mesele ‘sur’un kuşatmasından kurtulmak.
Ferit Edgü ve Demir Özlü ile ilginç bir tanışma hikayeniz var, anlatır mısınız?
Ben İstanbul Lisesi’nde okurken Kemal Özer sınıf ve Nurettin Sözen sıra arkadaşımdı. Bizim sınıfta olmayan Cengiz Bektaş, İsmail Beşikçi, Önay Sözer, Ergin Günçe, Konur Ertop ise dönem arkadaşlarımızdı. O dönem liselerde edebiyat matineleri yapılırdı. Biz Galatasaray Lisesi’ne gitmiştik. Demir Özlü, Kabataş Lisesi’nden kendi öyküsünü, Ferit Edgü de Atatürk Beyoğlu Lisesi’nden kendi öyküsünü okudu. Biz dergilerden isim olarak birbirimizi tanıyorduk ancak orada görüşmemiz bizim için büyük bir şans oldu. Matine bittikten sonra tanıştık.
50 Kuşağı temalı fuarda onur yazarı seçildiniz, neler hissettiniz?
Bir yerde ödül kazanmak ve onur yazarı seçilmek fark edilmek demek aslında. İnsan fark edilmekten elbette hoşlanıyor. Ben çok mutlu oldum, evet, ama asıl mutlu olmam 1950 Kuşağı’nın devreye girmesi. Yani benim arkadaşlarımın da anılmış olması ve 1950 Kuşağı’nın yaptıklarının ortaya konulması. 1950 Kuşağı ilginç bir kuşak.
‘Amacımız insanın ve toplumun özgürleşmesiydi’
Bu kuşak nasıl bir araya geldi?
Biz 1955 yılında üniversiteye başladık. Kemal Özer, ben, Konur Ertop Türkoloji’ye girdik. O sırada Doğan Hızlan’ı da Konur’un mahalle arkadaşı olduğu için lise yıllarından tanıyoruz. Önay Sözer, Erdal Öz, Hilmi Yavuz hukuk fakültesine gitti. Yılmaz Tütün yani Yılmaz Güney ise iktisat fakültesindeydi. 1956 yılına gelindiğinde Demokrat Parti’nin baskıları artmıştı. Üniversitelerde hareketler başladı. Bizler de bu sırada eylemliliklere katılmaya başladık. Eylemler sürerken kendimize “Kültürel bir çıkış bir yapabilir miyiz?” sorusunu sorduk. Tartışmalar sonucu ceplerden 10’ar lira vererek a dergisini çıkardık. Hem siyasal baskılara karşı; hem de edebiyatın, gerçekçiliğin basmakalıp olarak anlatılmasına karşı çıktık. Hem siyasetin, politikanın özgürleşmesi; hem de edebiyat, kültürün özgürleşmesi, dolayısıyla insanın ve toplumun özgürleşmesine katkı yapmaktı amacımız.
1950 Kuşağı’nı bir arada tutan neydi?
Bizi bir arada tutan, baskılara karşı çıkmaktı. Edebiyata düşünceyi getirmek ve gerçeklerle birlikte insanı, düşleriyle düşüncesiyle ortaya koymak önemliydi. Toplum içindeki bireyi anlatmaktı derdimiz. Ama sosyalist düşünce bakımından bir takım ayrımlar vardı. Ancak o ayrımlar önemli değildi, onlar düşünceyi daha çok tartışmaya götürüyordu. Asıl karşı çıkışta birlikte oluş vardı.
‘Öykünün bir iletisi olmalı’
Günümüz trendlerine baktığınızda 1950’lerden bugüne nasıl değişimler yaşandı? Bugüne dair gözlemleriniz nedir?
Şu an sokak unutuldu. Sokak unutulunca insanlar unutuluyor, insanlar unutulunca yaşam unutuluyor. Şimdi çok satanları da düşündüğümüz zaman edebiyat değeri yerine reklam değeri öne geçmiş oluyor. Estetik açıdan yazılanlar güzel ama iletisi yok, herhangi bir yere yönlendirmiyor. Bana gideceğim, bakacağım yeri göstermiyor, sadece kendi bakıyor. Halbuki bizim öykülerimiz kendi baktığı yeri okura gösteriyor. Önce kendi bakıyor, okura ‘sen de gör’ diyor. Şimdi edebiyatta sen de gör diye bir şey yok. Yazmak kendini ifade etmektir. Ancak kendini ifade edemeyen bir kesim var, kendini ifade ederken kendini ifade edemeyen bir kesimin duygularını düşüncelerini anlatmak zorundadır yazar. Biz öykülerimizde alışkanlıklara ve kabullenmeye karşı çıktık.
Gençlerin çoğunu okuyorum, özellikle fuarlarda çok takip ediyorum. Bazı arabeske kaçan anlatımlar var, ama onun dışında iletisi yok. Ben hep bunu vurguluyorum, bir öykü bir çerçevedir aslında, başlangıcı ve sonu olan bir çerçeve. Bu çerçevenin içinde istediğini yazarsın ama bu başlangıç, bir sonu getirmeli. Bu öykünün de bir iletisi olmalı.
Ferit Edgü: Türkçemiz elimizden gidiyor
Anlatım tekniği ve kurgu bakımından özgün bir diğer sanatçımız olan Ferit Edgü ise toplumsal erozyonun her alanda yaşandığını vurguluyor. Bu konuda karamsar bir tablo çizen Edgü’ye göre, “Bunca emek verdiğimiz dilimiz Türkçe elimizden gidiyor. Yeni yazarlar bunu görmüyorlar, hatta katkıda bulunuyorlar.”
50 Kuşağı yazarları için ‘asi ve başkaldıran çocuklar’ tanımlamaları kullanılıyor, bunun nedeni nedir?
Başkaldırı gençliktir. Yenilik, özgürlük, eşitlik istemidir. Yaşamda da sanatta da. 1950 kuşağı gençliği, bunlardan yalnız gençliğe sahipti. Diğerlerinin özlemini çekiyor ve onlara sahip olmak istiyordu. Bizim bir manifestomuz yoktu. Olsaydı böyle olurdu.
a dergisi 50 Kuşağı yazarları için ne ifade ediyor?
a dergisi, bizler için Mavi gibi, Pazar Postası gibi, bir arada olmayı sağlayan ve aykırı sesimizi duyuran bir iletişim aracıydı.
Yeryüzünün tüm ülkelerindeki özgürlükçü gençlik dergileri gibi.
Birbirinin ayağına çelme takmayan bir kuşak
50 Kuşağı yazarlarını uzun yıllar bir arada çalışmaya, üretmeye iten şey neydi?
Bir arada çalıştık mı, bilmiyorum.
Hele hele bir arada üretmek ya da yaratmak söz konusu değildi.
Ama kendiliğinden, sözleşmesiz bir dayanışma içinde olduk.
Birbirlerini kıskanan, ayağına çelme takanımız olmadı. Olduysa da esamesi okunmadı.
1950’lerden bugüne edebiyatta nasıl değişimler yaşandı? Bugüne dair gözlemleriniz nedir?
1950’lerden bugüne en büyük değişim, toplumsal yaşamın her alanında, günümüzde yaşanıyor. Erozyon her kesimde, her alanda.
Bunca emek verdiğimiz dilimiz Türkçe elimizden gidiyor.
Yeni yazarlar bunu görmüyorlar, hatta katkıda bulunuyorlar.
2023 nasıl cumhuriyetin sonu olacaksa 2070’ler de güzel dilimizin sonu olacak.
Neyse ki o günleri görmeyeceğim.