Yeni kitabında diktatörlüğe giden yedi adımı yazan Gazeteci Ece Temelkuran, sağ popülizmin duygusal konuşmalar yahut yolsuzluk ifşaatıyla geriletilemeyeceğini söylüyor.
Dünyaca tanınan gazeteci yazar Ece Temelkuran ile yeni kitabı hakkındaki ilk röportajı biz yapalım istedik. İngilizce kaleme aldığı How to Lose a Country (Bir Ülke Nasıl Kaybedilir) adlı kitap Şubat ayında İngilizce ardından Türkçe dâhil on dilde yayınlanacak. Zagreb’deki evine bağlanıp Skype üzerinden konuştuk Ece Temelkuran’la. Kayıttayız…
Yeni kitabının çıkmasına aylar olduğu hâlde şimdiden yüksek bir ilgi görüyor, özellikle İngiltere kitap dünyasında. Heyecanlı bir süreç olsa gerek senin için…
Evet, Şubat 2019’da önce İngiltere’de sonra yavaş yavaş başka ülkelerde çıkacak. Heyecan verici tabii ama eteklerim zil çalıyor diyemem, çünkü kitabın konusu o kadar neşeli değil. Önden hemen söyleyeyim Türkçede de yayınlanacak How to Lose a Country, ancak mutlu bir konu değil dediğim gibi.
Yedi işarete dikkat çeken bir de alt başlığı var değil mi?
“Yükselen Popülizmin Yedi Uyarıcı İşareti” diye bir alt başlığı var evet ama ülkelere göre değişecek. Almanya’da “Politikanın yeni buzul çağı” diye çıkacak mesela. Daha önce yine İngilizce ve sonra başka dillerde yayınlanan The Insane and the Melancholy diye bir kitap yazmıştım. O, Türkiye ile ilgiliydi. Bu sefer Türkiye’nin yanı sıra Macaristan, Polonya, Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya’nın da içinde olduğu ülkelerden yükselen sağ değerlerin bir ortak kalıbını, ortak kurallarını çıkarmaya çalıştım. Kitap biraz ironik biçimde diktatör olmanın yedi kolay adımı diye tasarlandı. Bir diktatör olmak istiyorsanız yapmanız gereken yedi şey, gibi.
Birer cümleyle söyler misin o maddeleri bize?
Bir: Önce bir hareket yaratın. Politik partiler artık statükonun bir parçası hâline geldi dolayısıyla partilerin bittiğini, politikanın bittiğini, onun yerine hareketin geldiğini söyleyin ve bir hareket yaratın. İki: Aklı terörize edin ve dili terörize edin. Üç: Utançtan kurtulun çünkü utanmazlık yeni çağın yeni değeri. Dört: Yargı mekanizmasını ve politik mekanizmayı, devlet mekanizmasıyla birlikte ortadan kaldırın. Beş: Kendi model yurttaşınızı tasarlayın. Altı: Gülmelerine izin verin çünkü muhalifler ancak bu yolla rahatlıyorlar -nasıl olsa seninle dalga geçmeleri o kadar önemli değil-. Yedi: Kendi ülkenizi yaratın, istemediğiniz yurttaşları ve politik hareketleri saf dışı bırakın.
‘Trump; Erdoğan ve Putin kadar başarılı değil’
İki yıl kadar çalıştığını biliyorum bu kitaba. Nerelere bakarak çalıştın, çıkardın tüm bunları?
Trump tabii çok göze batan bir örnek. Benzer şeyler yaptı, hem Putin’le hem Erdoğan’la hem Avrupa’daki diğer popülist liderlerle ama o kadar çok göze batan şekilde yapıyor ki, sanıyorum onlar kadar başarılı olamıyor. Amerika’ya tabii sıkça baktım ama İngiltere’nin Brexit süreci de bu konuyla bence çok ilgili olduğu için oraya da baktım. Her ne kadar İngiltere’yi şu an bir popülist lider yönetmiyorsa da Brexit sürecinde sağ popülist söylem süreci çok belirledi. Yüzyıllardır ayakta duran o İngiliz devleti-kurulumu çok fena sarsıldı. Ama bunun yanı sıra tabii gözümüzün önünde Macaristan örneği var, Polonya var, İtalya var, Fransa’dan Le Pen var. Bütün ülkeler sanki bir domino etkisiyle aynı sürecin içindeler.
‘Sağ dalga yeni araçlarla geliyor, enternasyonalizm şart’
Bu konularda düşünen, bir şey yapmaya çalışan insanlar da meseleye böyle bakmaya başladılar yeni yeni ve bu benim çok hoşuma gidiyor. Çünkü yapmaya çalıştığım şey şunu söylemekti: Bizim Türkiye’de yaşadığımız şey sadece Türkiye’ye ait bir şey değildi. Bütün dünyayı etkisi altına alan sağ bir dalga var ve bu, yeni malzemelerle yeni araçlarla politika sahnesine geliyor. Ve eğer bu konuda bir şey yapacaksak, yapmayı istiyorsak, bunu kesinlikle enternasyonal bir konuşmayı başlatarak yapabiliriz. Ancak uluslararası bir muhalefetle bunun üstesinden gelinebilir, çünkü tek tek ülkelerin muhalefeti yok ediliyor, etkisiz hâle getiriliyor.
‘Varoufakis ve Sanders ile güçlerimizi birleştirebiliriz’
Her ülkeye bir sağ popülist dalga geldiğinde tekrar tekrar en baştan ‘Allah allah, bu nasıl oldu, ama burada olamaz ki’ falan gibi şaşkınlıklarla ve arkasından gelen ‘Aman yarabbi hepimizi öldürecekler’ çaresizlik duygusuyla başetmeye çalışmaktansa, bütün bu hareketlerin ortak noktalarını tespit edip, temel mantığının nasıl işlediğini görüp ona karşı bir önlem almak gerektiğini düşünüyorum. Bunu yapmaya çalışan küçük gruplar var, en büyüklerinden birisi Yunanistan’da Yanis Varoufakis ile Amerika’da Bernie Sanders. Onlar da diyorlar ki hep birlikte konuşalım, buna karşı ancak böyle mücadele edebiliriz. Ben onların bu noktaya gelmesine çok sevindim çünkü bir buçuk yıldır bu kitabı yazıyorum ve sadece bu nedenle yazıyorum: Türkiye’deki politik deneyimi ve buradan muhalif bir insan olarak çıkardığım deneyimi uluslararası düzeyde insanlara nasıl anlatabilirim? Dolayısıyla yavaş yavaş dünya muhalefeti de oraya geliyor ve sanıyorum önümüzdeki birkaç yıl, acaba güçlerimizi nasıl birleştirebiliriz diye konuşacağız.
‘İçe kapanıklık bizi hırpalıyor, uluslararası düşünmek gerek’
Geçen yıl Türkiye’de çıkan “İyilik Güzellik” kitabının ön yazısında da buna işaret ediyordun: Biz deneyimliyiz ve onlara söyleyecek çok şeyimiz var. Dolayısıyla yeni kitabın, söyleyeceklerini söyleme kitabı sanırım.
Evet. Türkiye’nin, hem tarihinden kaynaklı hem sol geleneğin alışkanlıklarından kaynaklı bir içe kapanıklığı var ve bu bizi çok hırpalıyor. Sadece politik olarak gerilememize sebep olmuyor -ki bu çok önemli bir şey- aynı zamanda yalnız hissetmemize neden oluyor. Yenilgi psikolojisini tek başımıza yüklenmemize ve bununla ilgili de suçluluk duymamıza neden oluyor. Biz yapamadık, biz başa çıkamadık vs. Bu psikolojiden çıkıp yapabileceklerimizi çoğaltmak için uluslararası düzeyde düşünmek gerek. Yoksa bizi hırpalayan bunca şey varken kendi kendimizi hırpalamaya başlıyoruz.
‘Aşırı kutuplaşmanın çok dehşetli sonuçları var’
İçinde bulunduğumuz ve artık bıktığımız politik süreç sanki dev bir deney gibiydi. On beş yıldır sanki ‘bir ülke nasıl delirtilir’ deneyinin kobayları gibiyiz. Sağcılar iktidara geldi ve bütün ilerici fikirleri ve insanları saf dışı bıraktılar gibi politik bir şeyden bahsetmiyorum sadece, aynı zamanda -daha önemlisi- ahlâki bir saldırıdan bahsediyorum. Aşırı kutuplaşmadan çok bahsediliyor mesela, bunun çok dehşetli sonuçları var bizim gündelik hayatımızda, en kişisel ilişkilerimizde bile ve bu çok yorucu bir şey.
Biz zannediyoruz ki bu sadece bize oluyor, bu sadece Türkiye’de olur, hayır. Demokrasileri daha olgun varsayılan, kurumları daha yerleşik varsayılan birçok ülkede bizim yaşadığımız şeyler yaşanıyor. Ve garip bir şekilde ‘Türkiye demokrasisi daha genç bir demokrasi, daha olgunlaşmamış bir demokrasi ve biz o yüzden yapamıyoruz’ diye düşünüyoruz. Böyle bir şey yok.
‘Almanlar bile yükselen faşist dalgaya karşı ne yapacaklarını bilmiyor’
İngilizler bir Brexit yüzünden ne hâle geldiler. Tıpkı bizim yaşadığımız gibi, en kişisel ilişkilerinde bile Brexit sürecinin yarattığı kutuplaşmanın sonuçlarını yaşıyorlar. Veya Amerika -bu kadar güçlü bir bir medyası olan, güya- görüyorsunuz ki Trump daha geçenlerde CNN’deki bir gazeteciyi dehşetle aşağıladı herkesin gözü önünde. Daha da bir sürü şey oluyor. Avrupa’da Almanlar; ki faşizm konusunda tarihteki en deneyimli ülke, üstelik bununla yüzleşmeyi başarmış hiç değilse göze almış bir ülke diye düşünüyoruz; onlar bile bu faşist dalganın yükselişine karşı ne yapabileceklerini çok bilmiyorlar.
‘Keşke Bundestag anneme sorsaydı’
Kitapta bir bölüm var: Almanya Parlamentosu bu yükselen yeni sağ dalganın söylemiyle başa çıkamıyor, ne yapacaklarını bilemiyorlar. Şöyle dedim; keşke Bundestag benim anneme sorsaydı… Çünkü onlar anlatırdı, annem gibi insanlar. Seküler, orta sınıf, eğitimli kesim onlara anlatırdı bu yaptıklarının çalışmayacağını. Duygusal konuşmalar yahut yolsuzlukları ortaya çıkarmak veya ‘Aa, hiç utanmaları yok bunların’ deyip isyan etmek. Bütün bunlar sağ popülist söyleme karşı güçsüz silahlar ve biz bunu on beş yıl boyunca gördük.
‘Yeni sağ ilk bizim üzerimizde denendi’
Biz elimizden geleni yapmaya çalıştık. Elimizden gelen en iyisi değildi ve yapmakta çok geç kaldık, evet. Çünkü ilk bizim üzerimizde denendi bu zeitgeist, dünyadaki zamanın yeni ruhu ve başımıza çok işler geldi. Bütün suç bizde değildi, bu global bir dalga. Bunu yenmenin, en azından bununla mücadele etmenin tek yolu dünyadaki bizim gibi insanlarla konuşmaya başlamak. Bu sadece bir çözüm bulmak için değil, bu süreci yaşamayı nasıl becereceğiz konusunu gündeme getirmek için de önemli.
‘Zagreb doksanlar başı Ankara’sı gibi’
İngiltere’de işler bizdeki yayıncılık sektöründe yürüdüğü gibi yürümüyor, mutlaka bir ajans temsilin olması gerekiyor. Yayıncından ve ajansından söz eder misin biraz?
Çok hoş bir ajansım var, sadece kendi seçtiği yazarlarla çalışan bir ajans (Caskie Mushens). Robert Caskie beni BBC’de bir röportajda dinledikten sonra beni aradı ve senin ajansın olmak istiyorum dedi, öyle tanıştık. Yayıncım da geçen yıl İngiltere’de en iyi editör ödülünü almış bir editör, Helen Gornans-Williams (Fourth Estate yayın direktörü). Fourth Estate de güzel bir yayınevi, HarperCollins’in bir alt yayınevi.
Robert İrlandalı, Helen İngiliz ve ikisi de son derece duygusal yaklaşıyorlar bu kitaba. Çünkü sadece iyi bir kitap çıkarmak meselesi değil, hakikaten kendi kişisel hayatlarında da bu meselenin sonuçlarını yaşadıkları için ve hakikaten endişelendikleri için çok sahip çıktılar bu kitaba. Sanıyorum birçok ülkedeki birçok insan da aynı şekilde hissedecek. Sadece politik bir kitap değil çünkü kişisel hikâyeler de var içinde.
Kaç sayfa oldu kitap?
280 sayfa. Evvelsi gün Londra’dan geldim, sesli kitabı bana yaptırdılar, kaydettik kitabı yani o yüzden de sesim kısık biraz. 280 sayfayı okudum, o yüzden biliyorum ki 280 sayfa (gülüyor).
Zagreb’de hayat nasıl, biraz da ondan konuşalım. Ne kadar zamandır orada yaşıyorsun?
İki yıl oldu. Burası kütüphane gibi biraz. Her gelene ya da gelmek isteyene söylüyorum, doksanlar başı Ankara’sı gibi. Ki, bu benim için çok güzel bir şey, Ankara’da Hukuk Fakültesi’nde okuyordum o zaman ve bence Türkiye’nin en iyi zamanlarıymış. Bir bakıma çok kanlıydı ama bir bakıma da çok ileri şeyler düşünebiliyorduk, çok ileri şeyler konuşabiliyorduk. O gün konuştuğumuz şeyleri bugün konuşsak çok fena olur yani. O yüzden buraya gelince insan zamanda yolculuk yapmış gibi oluyor. İnsan ilişkileri de öyle, daha naif ve daha güzel. Ben burayı seviyorum, insanın kafasını, dikkatini dağıtacak hiçbir şey yok. Sabahtan akşama kadar çalışıyorum, heyecanlı bir hayatım hayatım yok yani, sadece okumak ve yazmak.
‘Çalışma masam bu fırtınada yol almak için yaptığım bir sal’
Küçük bir evim var. Ve şu anda bu telefonun üstünde durduğu küçük bir masam var. Kendim kurdum bu masayı ve bana şey gibi geliyor; bu ilginç zamanların fırtınasında yol almak için kendimin kurduğu bir sal gibi. Dalgalı denizden geçmek için… Eskiden Kon-Tiki diye bir kitap vardı, gerçek bir hikâye: Adamın tek başına yaptığı salla okyanusu geçişini anlatırdı. Bu masa da benim Kon-Tiki’m, onunla bu ilginç zamanlardan geçmeye çalışıyorum. Biraz yalnız bir hayat tabii ama ben yalnız olmaya çok alışkınım. Tunus’ta, Beyrut’ta, Paris’te, Oxford’da bir sürü yerde yalnız yaşadım. Bana iyi geliyor.
‘Ülkede yaşanan şeyleri unutamıyorum’
Kolay adapte olan biri misindir, yeni gittiğin bir yere bir topluma?
Çok. Devir kitabının başında Sait Faik’ten bir alıntı yaptım, ne kadar anlaşıldı neden yaptığım bilmiyorum ama ‘Hiçbir şeyini unutmayanlar evsiz kalacaktır ama dünyadaki her şeyi ve herkesi severek öleceklerdir’ gibi… Benim hafızam çok kötü ama unutulmaması gereken hiçbir şeyi unutmuyorum. Ülkede yaşanan ve bana da yaşatılan şeyleri sanıyorum unutamıyorum. Bu yüzden de evimi kendim yaptım, ben kendi evimim artık, epeyidir de böyle. Dolayısıyla bir yere adapte olmak diye bir sonunum bile olmuyor doğrusunu söylemek gerekirse. Ben kendimde yaşıyorum ve gittiğim yerlerde hep aynı hayatı kuruyorum. Küçücük bir hayat zaten o, Instagram’a koyulacak bir şey yok, öyle söyleyeyim (gülüyor). Sabah kalkıyorum okumaya başlıyorum, akşama kadar oku ve yaz. Çok iyi birkaç arkadaşım var -bütün dünyadan- zaman zaman onlarla görüşüyorum o kadar. Başka bir şey yok. Ben hâlâ biraz çileciliğe inanıyorum. Kenara çekilmeye, yok olmaya, yazının çilesini çekmeye inanıyorum.
‘Sürgünde değilim, o çok ağır bir laf’
Yabancı televizyon kanalları zaman zaman ‘sürgündeki gazeteci’ diye sunuyorlar seni, bu konuyu açıklamak ister misin?
Of, evet. Sanıyorum bu, Batılıların bizim gibi ülkelerden gelen insanlarla ilgili kurmak istedikleri bir romantizm. Bunu ben her gittiğim yerde her konuşmada söylüyorum: Böyle bir şey yok. Ben sürgünde değilim ve o çok ağır bir laf.
‘Cesur değil korkağım’
Senin onlara bu ‘brief’i verdiğini ve onların da o nedenle öyle söylediğini düşünebiliyor insanlar, baktıkları yerden.
Buna çok üzülüyorum. Arkasındaki mantık şu: Az gelişmiş ülkeden gelen ve baskılara karşı direnen cesur kadın falan filan diye bir romantizm içine sokmaya çalışıyorlar. Hatta Hardtalk’ta Stephen Sackur (BBC) sordu bana bu soruyu, işte siz çok cesursunuz vs. Ben dedim ki ‘Korkağın tekiyim ya, nasıl cesur?’ Ben çok korkağım, ama yazı yazarken unutuyorum neden korktuğumu. Ve herkes aslında hayatta korkularını unutturan şeyleri yapmalı. Ancak böyle gerçekten tam bir hayat yaşayabiliriz filan diye anlattım.
‘Sürgünlük insan onurunu zorlayan bir durum’
Bu dönem garip bir dönem ama ben Zagreb’i bir yolculuk olarak görüyorum, yaptığım birçok yolculuktan bir tanesi. Hayat bir yolculuk ve bir yol zaten ve bu da onun bir parçası. İnsanın kendini sürgün, ne bileyim sığınmacı gibi tarif etmesi; birincisi onursuzlaştıran, ikincisi de bir imaja hapseden bir tanımlama. Ben bunu reddediyorum. Birçok yerde, gittiğim en önemli yerlerde bunu reddetmeme rağmen onlar sanıyorum bu romantizmden vazgeçmek istemiyorlar. Kendileri bilir ama çok önemli değil. Bu, şundan da kaynaklanıyor, sürekli kendi ülkenden bahsetmeni istiyorlar.
Ve ağlamanı istiyorlar tırnak içinde herhâlde?
Ah. How to Lose a Country kitabını yazmaya bu yüzden karar verdim işte. Ben kendi ülkemden bahsetmeyeceğim, sizinkinden bahsedeceğim! Ve sizin görmediğiniz şeyleri size anlatacağım. Bu bir iddiadır ve en temelinde, sizin beni koyduğunuz yerde durmayacağım ve beni oraya koyamayacaksınız gibi bir inat da var. Ve o inadın da politik ve ahlâki olarak doğru bir inat olduğunu düşünüyorum.
‘Çok iyi sosyalmiş taklidi yapan asosyal bir insanım’
Günlük hayattan devam edelim, yemene-içmene-sağlığına dikkat eder misin? Gazetecilik alışkanlıkları malûm: Kahve-sigara bağımlılıkları, her akşam etkinlikler, içki, gece hayatı, seyahatler; sağlıksız yaşam tarzımızla meşhuruzdur ya, sende durumlar nasıl?
Ben çok iyi sosyalmiş taklidi yapan asosyal bir insanım (gülüyor). Dolayısıyla etkinlik falan onlar bana işkence gibi geldiği için genellikle gitmem. Gece hayatım da hiç yok denebilir. Ama kahve, sigara, şarap, bunları yapıyoruz. Şöyle bir şey var yalnız; sanıyorum kırk yaşından sonra -bilmiyorum her kadına oluyor mu, bana oldu- birazcık hayatın sonuyla ilgili bir fikrin olmaya başladığı için, kerterizi son noktadan almaya başlıyorsun. Daha önce sanki hayat sonsuz bir şeymiş gibi yaşıyor insan. Beden sonsuz bir şeymiş gibi. Ama kırk yaşından sonra bir şey değişiyor -belki hormonal, belki kadınlarla ilgili- ve vücudunun sürdürülebilirliğiyle ilgilenmeye başlıyorsun. Ben de yeni başladım, her ne kadar sigarayı bırakamamış olsam da. Sigara imlâ işareti gibi geliyor çünkü bana; virgül, nokta, ünlem, soru işareti filan. Çok kötü bir şey!
‘Beden yapmak istediklerimizi taşıyan bir araç ve ona iyi bakmalıyız’
Burada fark ettiğim bir şey var: Kadın olmakla ve sağlıklı kadın olmakla ilgili. Bu, otuzlu yaşlarda önemli gelmiyor insana, sonra önemli oluyor. Çünkü kafayı taşıyan, beyni, yapmak istediklerini, ruhu taşıyan bir araç bu (beden) ve buna iyi bakmak zorundayız. Burası (Zagreb) tam Avrupa değil tam Balkanlar değil, ikisinin karışımı. Öğrendiğim şey şu: Kadınlar kendilerine çok iyi davranıyorlar burada. Böyle söylenince o komik self-help popüler kitaplardaki gibi oluyor, ama onu demek istemiyorum, hakikaten iyi davranıyorlar. Kendilerine saygı duyuyorlar. Bu bize o kadar yabancı bir şey ki. Biz bunu o kadar öğrenmeye çalışıyoruz ki ve bizim yetiştirildiğimiz kültür buna o kadar uzak ki. Kendini taşımak diye bir şeyin nasıl olduğunu görmeye başladım ben burada. Bizim kültürümüzde güçlü kadın olmak her ne kadar yeni yeni çok yüceltilmeye başlandıysa da hep bir kurban psikoljisi var. Bir yakınma, sürekli şikâyet etme. Burada ise kendini gururla taşıma diye yeni bir şey öğrendiğimi fark ediyorum. Tam tarif edemedim çünkü üzerine yazmadım henüz, kelimeler çok taze kafamda o yüzden. Yeni şeyler görüyorum, bu da hoşuma gidiyor. Yolculuklar bu yüzden yapılır zaten. Eski bir deriyi bırakıp yeni bir oluşla devam edebilmek için hayata.
‘Gazeteciler sendikalı olsa bugün başka bir ülkede yaşıyor olabilirdik’
Son olarak Journo aracılığıyla söylemek istediğin bir şey?
Doksanların ortasını hatırlıyorum İstanbul’da ve Sendika’yı (TGS) örgütlemeyi çalıştığımız zamanı. Ahmet Şık’la o gün tanıştığımız da aklımda, Mete Çubukçu’yla ve bir sürü İstanbullu gazeteciyle. Ben Ankara’dan yeni gelmiştim. Ve o Sendika işi olamadı bir türlü… Yapılamadı ve Sendika gazetelerden dışlandı. Sendika’ya üye olmayacağımıza dair sözlerin altına imzalar atıldı. Ben atmadım ama atıldı yani. O sarı öküzü vermeyecektik. O işi yapsaydık o gün, bugün başka bir ülkede yaşıyor olabilirdik. Amerika’da bir pankart okudum, bir gösteride kullanılmış. Ünlü şiir vardır ya, ilk önce sosyalistleri aldılar diye başlar, Alman şairin. Pankart şöyleydi: İlk önce gazetecileri aldılar, sonra ne olup bittiğinden haberimiz olmadı.
Ece Temelkuran kimdir?
1973’de İzmir’de doğdu. Cumhuriyet gazetesinde muhabir olarak başladığı gazeteciliğe Milliyet ve Habertürk’te köşe yazarlığıyla devam etti. 2012’de siyasi nedenlerle işten atıldı. Aralarında Devir-Dilsiz Kuğular Zamanı, Düğümlere Üfleyen Kadınlar, Muz Sesleri, Ağrı’nın Derinliği, Bütün Kadınların Kafası Karışıktır, Kayda Geçsin’in de olduğu roman ve siyasi kitaplar yazdı. Kitapları bir çok dünya diline çevrildi. Düğümlere Üfleyen Kadınlar Edinburg Festivali Roman Ödülü’ne, İngilizce ve diğer dillerde yayınlanan Türkiye: Çılgın ve Hüzünlü Kitabı ile Yeni Avrupa’nın Büyükelçisi ödülüne layık görüldü. Avrupa ve ABD’nin çeşitli kentlerinde, uluslarası televizyon kanallarında görüşlerine yer verilen Temelkuran’ın aralarında Guardian ve New York Times da olan bir çok saygın uluslararası gazetede yazıları yayınlanmaktadır.