Görüş

Gece editörlüğü: Gazeteciliğin ‘karanlık’ yüzü

Gece nöbetçiliğine “gazeteciliğin karanlık yüzü” diyorum. Birtakım dolambaçlı işlerden bahsettiğim sanılmasın. Bilinmediği için “karanlık…” Gazetecilikte böyle bir çalışma şekli olduğu devamlı olarak atlanıyor; çünkü bugüne kadar mesleğin bu yönünden bahseden tek bir yazı dahi okuduğumu hatırlamıyorum. Belki yazan vardır, gözümden kaçmıştır, bağışlasın. Ben size 1980’lerin sıkıyönetiminden günümüzün internet haberciliğine uzanan kendi hikâyemi anlatacağım.

Gece nöbetçiliği yapan gazetecilerin sayısı az. Bunların önemli bir kısmı, vardiyalı veya dönüşümlü olarak nöbetçilik yapıyor. Benim gibi bir dönem “fasılasız” gece nöbetçiliği yapan gazetecilerin sayısı belki de bir elin parmaklarını geçmiyordur.

Hemen belirtmek isterim ki fasılasız gece nöbetçiliği, en ağır işlerden biri… İlk olarak insanın biyolojik ritmini bozduğunu, uzun yıllar bu bozukluktan kaynaklanan düzensizliklerin atlatılamadığını söyleyerek başlamalıyım. İkinci olarak, gece çok daha küçük bir ekiple birlikte ya da son zamanlarda yaygınlaşan internet haber sitelerinde tek başına bu işi yapmanın, insanı çok daha fazla sorumluluk altına sokarak büyük strese sebep olduğunu, çabuk karar alma mekanizmasına aşırı yüklenmeyle birlikte baş edilemez bir zihin yorgunluğu yarattığını da belirtmek isterim.

Bu “fasılasız” gece çalışması ile ömrümde iki kez müşerref oldum. Biri yirmi yaşlarımda iken, 1983-1985 arası, tam iki yıl, diğeri de ömrümün sonbaharında, 2019-2020 arası, yaklaşık olarak bir yıl… Her ikisinde de gecenin ağır sorumluluğunu iliklerime kadar hissettim. Her ikisinde de gazetecilerin Türkiye’de karşılaştığı, devlet ve toplum kaynaklı birtakım hoyratlıklardan nasibimi aldım. Bu yüzden toplamda topu topu üç yıllık gibi görünen fasılasız gece çalışma süreci, bana otuz yıl gibi geliyor… Bu arada fasılasız gece nöbetçisi olmadığım, ama genellikle akşam saatlerinden geceyarısına kadar çalıştığım 1995-1996 arasındaki dönemi saymıyorum.

Bursa’da başlayan ‘gece hayatım’

Bursa Hakimiyet, Bursa’nın ilk ofset baskıyla günlük yayımlanan gazetesiydi. Türkiye’de yerel basının önde gelen büyük gazetelerindendi. Logosunun altında “Türkiye’nin en büyük şehir gazetesi” yazıyordu.

1981 sonunda haftada bir karikatür bırakmak için uğramaya başladığım bu gazetede 1982 ve 1983 yıllarında neredeyse kadrolu karikatürist gibi her günüm geçmeye başlamıştı. Üniversitede ekonomi okumama rağmen, gazetede çalışmak çok daha cazip geliyordu. Böylece gazete ortamına tamamen ısınmıştım. 1983 yazında Bursa Hakimiyet kadroları birden boşalıp ofset yayımlanacak bir rakip gazeteye neredeyse toplu hâlde geçince, Bursa Hakimiyet’in yazı işlerinde büyük bir kadro sıkıntısı baş göstermişti.

1980’li yıllara kadar Türkiye’de çok sayıda gazete, kurşun dizgi (entertip) ile dizilen yazılar ve klişe yapılmış resimlerin oluşturduğu metal kabartılı kalıplara boya verilerek kâğıda baskı alınması yöntemi olan tipo baskı tekniğiyle basılıyordu.

Tipo, neredeyse yüz yıldır Türkiye’de kullanılan, eskimiş bir teknikti. Kurşun dizgisinin buharı ise sadece dizgi servisindekileri değil, bütün gazetedeki basın emekçilerini etkiliyordu. Bu yüzden basın sözleşmelerinde gazete işçilerine, bu kurşun zehirine karşı önlem olarak yoğurt verilmesi kuralı getirilmişti.

Ofset, pikaj ve montaj yılları

İl merkezinde, Bursa Hakimiyet dışındaki gazetelerin hepsi tipo tekniğiyle basılırdı. Bursa Hakimiyet ise, Türkiye’deki birçok ulusal gazeteden bile önce, 1974’te ofset tekniğine geçmişti.

Ofset tekniği, tamamen saydam olan polyester filme ışık verilip pozlanması yoluyla alınan kabartısız metal kalıplara boya verilerek yapılan baskıya dayanırdı. O dönem uygulanan ofset tekniğinin hazırlık aşamasında, gazete sayfaları resim yerleri siyah karesel alanlarla ayrılarak sadece yazı alanları ile çalışılır, resimler yine polyester filme alınır, sayfanın tamamı polyester filme alındıktan sonra kesilip ayırılan yerlere yapıştırılırdı.

Sayfaların teknik hazırlığında yazıların, resimlerin ve resim yerlerinin milimetrik sütunlu kartonlara yapıştırılarak hazırlandığı aşamaya “pikaj,” bu sayfaların polyester filme alındıktan sonra kalıptaki pimlere geçirilen deliklere uygun olarak şablonu ayarlanmış asetata çalışıldığı aşamaya ise “montaj” deniyordu.

İşte bu pikaj ve montaj işlemleri için yazı işleri ile teknik servis arasında aracılık ve şeflik yapacak bir kadro vardı. Esas olarak yazı işlerine bağlı olan bu üç dört kişilik dar kadro, hem yazı işlerinde hem de teknik serviste çalışmakta, iki servis arasında mekik dokumaktaydı. Geceleri nöbetçi kalanları ise sadece yazı işleri sorumlusu değil, aynı zamanda teknik servisin de şefi olarak çalışmış oluyordu.

Geçmişin sayfa sekreterleri ne iş yapardı

Bu kadroya o zamanlar “sayfa sekreteri” deniyordu. Sadece gazetecilerin aşina olduğu bu iş türü, toplumda hemen hiç bilinmiyordu. Dışarıda birine ne iş yaptığımı anlatmaya çalıştığım zaman, “Gazetede telefonlara mı bakıyorsun” diye soruyorlardı. Oysa sayfa sekreterinin işi, yazı işlerinde toplanan haber ve resimleri, sayfalara bir plan kâğıdı üzerinde çizerek yerleştirmekti.

Pikajda kullanılan milimetrik sütunlu kartonun aynısı, kâğıda basılı olarak sayfa sekreterinin önünde dururdu. Bu plan kâğıdına sayfanın başlıkları, spotları, haberin veya köşe yazısının sığacağı alan ile dikdörtgen veya kareler halinde resim yerleri 50 santimlik cetvel ve kurşun kalem ile çizilir, plan üzerine gerektiğinde notlar yazılır, yazılar dizgiye yazı karakteri ve punto numaraları not edilerek, resimler de kamera servisine ölçüleri yazılarak verildikten sonra plan kâğıtları bu hâlde pikaj servisine teslim edilirdi.

Pikajcı, gelen planı çalışacağı kartonun yanına asar, sekreterin verdiği ölçüyle dizgiden çıkan yazıları parafin makinesinden geçirdikten sonra keser, plandaki gibi sayfaya yapıştırırdı. Yazılar plandakinden uzun gelmişse sayfa sekreterinden yazıyı kısaltmasını isterdi. Yazı kısa gelmişse de yerine yetecek miktarda uzatılmalıydı.

Sayfa sekreterliği işinde tecrübeli olanların çizdiği planlar, genellikle pikajdan sorunsuzca çıkardı. Plana işaretledikleri yazıları ve resimleri yerine tam oturanlar, artık iyice bu işte pişmiş sayılırdı. Yazıları plandaki yerine bir türlü oturmayanlar, sürekli kısa veya uzun yazıyla baş etmek zorunda kalanlar, yazı uzun gelince neresinden usturuplu olarak keseceğini bilemeyen veya kısa geldiğinde bir iki ara başlık çıkartamayan, resimaltları ekleyemeyenlerin ise işin acemisi olduğu anlaşılırdı.

Kısacası, gazete yazı işlerinde sayfa sekreteri olarak çalışmak için sadece yazıdan iyi anlamak, bugünün anlayışıyla söylersek, “editörlük” yapmak yeterli değildi. Aynı zamanda iyi bir görsel yetenek ve grafik tasarım yeterliliği de gerekiyordu.

İlk taşra baskısındaki hataları da kontrol ediyordum

Gazetede karikatür çizdiğim zamanlar, ilan servisinin de birkaç tasarım ve uygulama işini yaptırdıklarından, bir de Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) Grafik Tasarım bölümünün sınavlarına girdiğimi bildiklerinden, sayfa sekreteri olmak için biçilmiş kaftan olduğumu düşünmüş olacaklar ki, gazete kadrosu aniden boşaldığında bu işi yapmam için ilk teklifte bulunduklarından biri ben olmuştum.

Bursa Hakimiyet Genel Müdürü Saruhan Ayber, 1983’ün temmuz ayının ortalarında, bizzat çağırıp beni bu işe layık gördüğünü ve “yazı işleri müdür yardımcısı” olarak çalışmak isteyip istemediğimi sormuştu. Kabul edince beni hemen İstanbul’a, Günaydın gazetesinin merkezine, yaklaşık on beş yirmi gün sürecek bir canlı kursa göndermişti.

İlk olarak Bursa Hakimiyet’in de bağlı olduğu Günaydın’ın “bölge gazeteleri” ofisinde sayfa plan çiziminin nasıl yapıldığını öğrendikten sonra Günaydın ve Tan gazetelerinin yazı işleri merkezlerinde pratik yapmaya başladım. Günaydın’ın teknik servisindeki sayfa yapımında yazıların sayfaya yerleştirilmesi ile ilgili düzeltmeleri yapıyordum. Yazıların uzun veya kısa gelmesi ile ilgili sorunlar, ara başlık ve spot çıkarılması, resimaltı yazımı veya düzeltilmesi, hatta gerektiğinde başlığın yeniden yazımı gibi işlerde yardımcı da olsam, epey iş görmüştüm.

Gazetenin ilk taşra baskısındaki hataları da kontrol ediyordum. Bütün bu işleri yaparken Günaydın yazı işlerinin bulunduğu salonda, sayfa sekreterlerinin plan çizdiği büyük uzun masanın arkasındaki duvarda asılı olan tahta panoda bir not kâğıdı dikkatimi çekmişti. Yaklaşıp okuduğumda şu uyarının yazılı olduğunu gördüm:

‘Cezaevlerindeki grev haberleri yapılmayacak!’

“Cezaevlerindeki grevler” de ne oluyordu? O güne kadar cezaevleriyle ilgili hiç böyle bir “grev” haberine rast gelmediğim gibi, siyah beyaz yayın yapan devlet televizyonu TRT’de yayımlanan, 7 Kasım 1982’deki referandumda yüzde 92 oyla cumhurbaşkanı seçilen General Kenan Evren’in konuşmalarından başka bu konuda bir fikrim de yoktu.

Notta yazılı ifadenin, “cezaevlerindeki açlık grevlerini” kast ettiğini daha sonra anlayacaktım. Bu konuda haber duymamamızın sebebini ise hemen anlamıştım: Sıkıyönetim, bu haberleri yasaklamıştı. Bu konuda haber yayımlandığı takdirde ilgili gazeteye toplatma, yayın durdurma ve hatta kapatma cezası uygulanıyordu.

Türkiye’de 12 Eylül 1980 askerî darbesiyle birlikte ilan edilen sıkıyönetim, 1983’te bütün illerde yürürlükteydi. Sıkıyönetim, ancak 1984 yılından itibaren yavaş yavaş kaldırılmaya başlanmış; Bursa’da 1985’e, İstanbul’da ise 1987’ye kadar devam etmişti.

Askerî darbeye karşı direnişlerden, toplumun hiç haberi yoktu. Binlerce insan, “örgüt üyeliği” suçlamasıyla gözaltına alınıyor, sıkıyönetim yasası gereğince 90 gün gözaltında tutulabiliyor ve yetersiz delillerle idama dahi mahkum edilebiliyordu. Türkiye, 17 yaşındaki Erdal Eren’in yaşı büyültülerek, sırf gözdağı vermek için 13 Aralık 1980’de idam edildiğini, yıllar sonra öğrenecekti. Aynı şekilde cezaevlerinde “örgüt üyeliği” gerekçesiyle tutuklu bulunanların açlık grevleri de yıllar sonra öğrenilebildi.

Bu arada insanlar, TRT’nin servis ettiği görüntülerde, yüzleri açık olarak, genellikle başları öne eğdirilmiş şekilde, önlerinde “örgütsel doküman” diye gösterilen kitaplarıyla birlikte teşhir edilmeye devam etti. Bu şekilde teşhir edilenlerin çoğunluğu, sıkıyönetim yargılamalarında beraat etti. Buna rağmen, topluma “terörist” diye gösterilmelerinin hesabını soramadılar.

Yıpratıcı daimî gececilik

Hangi şart ve anlayışla, nasıl yapıldığını, dönemin şartlarını açıklamaya çalıştığım sayfa sekreterliği işi, böyleydi. Ağustos 1983’te Bursa Hakimiyet’e döndüm ve hemen işe başladım. Her şeyden önce, İstanbul’daki teorik ve pratik eğitimin, Bursa’dakine çok da uymadığını, yaptığımız işin fiiliyata geçtiğinde ne kadar zor olduğunu ancak Bursa’da çalışmaya başladıktan sonra anlayabildiğimi belirtmek isterim.

Yalnız işin iyi tarafı şuydu ki, benimle birlikte çoğu çalışan, boşalan kadrodan sonra işe alındığı için genellikle acemiydi. Herkes, işi yeni öğreniyor, özellikle teknik kısıma çok sayıda yeni eleman alınıyor, bunlara işi anlatmak için de Günaydın’ın İstanbul merkezinden küçük bir ekip gönderiliyordu. Yazı işleri ve sayfa sekreterliğinin durumu da benzerdi ama onlar için İstanbul’dan kontrol ekibi istenmemişti.

Eylül 1983’ten itibaren gazetede haftada iki ya da üç gün kadar gece nöbetçiliği yapıyordum. Böylece iş yükünün asıl yoğunlaştığı kısmı ve zamanları iyice anlamaya başlamıştım. Bursa Hakimiyet’in gündeme yönelik sayfaları hemen hemen tamamen saat 18.00’den sonra yapılıyordu. Sekiz sayfalık gazetenin ortalama beş sayfalık kısmı da böylece geceye kalıyordu.

Esasen gazete içeriğinin önemli bir kısmı da ilandı. Nöbetçi kaldığım gecelerde gazetenin bütün yükünün gece nöbetçisine kaldığını anlamam uzun sürmedi. Üniversitede dersler de başlamıştı ama bu derslere katılmam, işe başladığım için iyice zorlaşmıştı. Üstelik, sınav zamanları gazeteden yaklaşık 10 gün için izin almam gerektiğinden, sınav harici zamanlarda haftalık izin kullanamıyordum. Yani haftanın yedi günü, günde 10-12 saat çalışıyordum.

1 Ocak 1984’ten itibaren Bursa Hakimiyet’in daimî gece sorumlusu oldum. Böylece gazetenin hemen hemen bütün yükünü omuzlamış da oluyordum. Geceye bırakılan sayfalar giderek çoğalmış ve birinci sayfa dâhil hepsini yapar hâle gelmiştim. Akşam 6’da başlayan mesaim bazen sabah 6’ya kadar sürüyordu.

Sıkıyönetimden izin beklenen PKK baskını haberi

Örnek bir olay olarak Bursa Hakimiyet gazetesinde 17 Ağustos 1984’te neler olduğunu anlatabilirim.

Hayli sıcak geçen 1984 yazının o günü, gece çalışması için gazeteye her zaman olduğu gibi 18.00’de gelmiştim. Gelir gelmez yazı işlerindeki telaşlı hava dikkatimi çekmişti. Rutin işleri yaptıktan sonra yazı işleri ve haber müdürleri tarafından uyarıldım. Birinci sayfanın manşetini çoktan dizdirmişlerdi, geri kalan yerler ile bağlantılı sayfalar çalışılacaktı.

Manşet haberin konusu şuydu: 12 Eylül öncesi “Apocular” olarak bildiğimiz PKK, 1980’den beri ilk kez Türkiye’nin güneydoğusundaki iki şehir merkezine saldırmış, şehirlerde bir süre serbestçe propaganda yapmıştı. Bir yıl kadar önce, 1983 baharında Irak’a sınır ötesi harekât yapılmasına sebep olan ama ismi verilmeyen örgütün, Türkiye içine bu kadar kalabalık bir kadroyla girip rahatça eylem yapacağını, dönemin askerî rejim koşulları da dikkate alındığında kimse düşünememişti. Bu, açık bir meydan okumaydı.

Bursa Hakimiyet bir şehir gazetesi olarak bu tür haberleri manşete pek koymazdı ama demek ki bu sefer durum gerçekten ciddiydi. Ulusal bir sorun olduğu açıktı. Bir şehir gazetesi de manşeti ile okuruna durumu iri puntolarla ifade etmek zorunda kalmıştı.

İki gün sonra öğrendiğimiz PKK saldırısı

PKK’nın Eruh ve Şemdinli ilçe merkezlerine eş zamanlı saldırılarında hayatını kaybeden asker ve siviller vardı. Peki bu olaylar 15 Ağustos 1984’te cereyan etmemiş miydi? Neden 17 Ağustos’ta haber yapıyorduk?

Çünkü haber, bütün Türkiye’ye ve ulusal basına da iki gün sonra resmi ajans kanalıyla servis edilebilmişti. Haberi çalıştığımız gün, ben de saldırının yeni olduğunu sanıyordum. Saldırının iki gün gecikmeyle basına duyurulduğunu daha sonra öğrenecektik. Sıkıyönetim şartlarında bu tip bir olayın duyurulması bile önemli bir gelişmeydi.

Bursa Hakimiyet yazı işlerinde Anadolu Ajansı’na ait bir alıcı teleks makinesi vardı. Sadece ajanstan gönderilen metinleri bir rulo kâğıda basan bu yazıcıdan, gece gönderilen baskınla ilgili “ambargolu” olduğu belirtilen haberleri de manşet habere ekledim.

Yazı işleri ve haber müdürleri, sıkıyönetimden izin gelmedikçe gazeteyi asla baskıya göndermememi istemişti. Her ihtimale karşı alternatif bir manşet ve haber sayfası da çalışmıştık. Sıkıyönetim, bu haberin yayımlanmasını engellerse, hazırladığımız diğer manşet ile baskıya gidecektik.

Sıkıyönetimden haberi nasıl mı alacaktık? Elbette dinlediğimiz polis telsizi yoluyla…

Polis telsizinden gelen izin

Bursa Hakimiyet Haber Müdürü Erol Nural’ın odasında, devamlı surette pencere kenarında duran, zamanın polis telsizinden biraz daha irice, el radyosu görünümünde, kalın ve uzun antenli, kısa dalga radyo alıcısı, Kenan Evren’in 1982’de yaptığı Çin ziyaretine katılan Bursa Hakimiyet temsilcisinin geçerken Hong Kong’dan alıp getirdiği bir cihazdı. Radyo ve televizyon yayını seslerinin yanı sıra, o yıllarda bu frekanslardan yayın yapan polis telsizi konuşmalarını da çekiyordu.

Yazı işleri müdürü ve haber müdürü tarafından “Gazeteyi baskıya hazır et ama telsizden haberin basılması talimatı gelene kadar sakın matbaaya gönderme” diye sıkı sıkı tembihlendiğim için teknik servisteki işleri bitirir bitirmez telsizin başına oturup beklemeye başladım. “4345-4654. Namazgâh’daki kazada yaralı için ambulans anons edin” veya “4648-4246. Malum şahsı yakaladık, merkeze getiriyoruz” gibi rutin anonslar, uzun süre devam etti. Arada gidip Anadolu Ajansı teleks alıcısını kontrol ediyordum, yeni bir gelişme var mı diye…

Epey bir zaman geçtikten sonra nihayet, gece yarısına doğru, telsizden, beklenen şu anons yapıldı: “Gazeteci arkadaşlara söyleyin, ee, söyleyin, malum haberi basabilirler. Sıkıyönetim izin verdi.”

“Oh, şükür” diyerek hemen çoktan hazırlanmış montajları alıp matbaaya koşturmuş, gazetenin dağıtımının gecikmemesi için matbaanın baskının başlamasını istediği saate ucu ucuna yetiştirmiştim. Böylece Bursa Hakimiyet de, Türkiye’deki bütün gazeteler gibi 18 Ağustos 1984 tarihli baskısında, 15 Ağustos’ta Şemdinli ve Eruh ilçe merkezlerine yapılan PKK baskınlarını haber verebilmişti.

‘Değişen’ ve değişmeyen gazetecilik

Aradan uzun yıllar geçti. Gazetecilik de, gazete baskı teknikleri de tamamen değişti. Bütün bu değişime içerik ve teknik olarak ayak uydurdum. Sözgelimi, 1995’de QuarkXpress ile sayfa yapımını öğrendim. Bu, bütün eski fiilî kes-yapıştır pikaj ve montaj tekniklerinin tamamen dijitalleşmesi demekti. Baskı da dijitalleşmişti. Artık filmden kalıp alınmıyor, doğrudan dijital bir dosyadan baskı yapılıyordu.

Haber ajanslarının akışını bir ekrana toplayan uygulamaları da öğrenmiştim. Burada Türkçe ve İngilizce hızla akan haberleri ayıklayıp işe yararları düzenleyip habere dönüştürmeyi biliyordum. En önemlisi, internette takip edilecek, malzeme çıkarılabilecek yüz binlerce kaynağa sahiptik artık.

Gazeteciliğe yeni başladığım dönemdeki sayfa sekreterliğinin, internet tekniklerinden anlayan “editörlük” işine evrildiğini söylemek mümkün. Öte yandan, habercilik değişmedi gibi görünse de gazeteciliği ‘haber vermek’ten ibaret saymamak gerek. Gazetecilik, sadece habercilik yapmak değil, aynı zamanda toplumsal okuma ve toplumsal zihniyeti yeni bilgilerle geliştirme biçimidir. Gazeteci, hemen her konuda bilgi sahibi olmalıdır ki yazacağı ve yayımlayacağı haberleri doğru yansıtabilsin.

Haberin içeriğinde farklı kaynaklardan alınan çelişkili bilgiler olması durumunda ise bunlar okura olduğu gibi yansıtılmalı, genel olarak gazetecilik, hüküm vermek veya yönlendirmekten uzak durmalıdır. Gazetecilik, bu itibarla asıl olarak ‘yayın sorumluluğu’dur. Bu yüzden haber, sadece haberi yazana değil, yayının gerçekleştiği bütün toplumsal ve kurumsal bağlantılara aittir.

Esasen gazeteciliğin, zamanla insanda bir yaşam biçimine dönüştüğünü; onun dünyaya, olaylara ve tarihe bakış açısını önemli ölçüde etkilediğini, bu meslekte dirsek çürüten herkes söyleyecektir.

Pikaj ve teleks gitti, dijital yayın sistemleri ve sosyal medya geldi

Her türlü badireyi atlatarak gazetecilikte ulaştığım son çalışma yeri, internet haber sitesi diken.com.tr idi. Burada Mayıs 2019’da işe başlamıştım. İşim, editörlüktü. Ajanslardan, internet sitelerinden veya sosyal medyadan gündeme ilişkin ama diken’de yayımlanmaya değer haberleri bulup sitenin üslubuna göre düzenleyip yazıyordum.

Bu haberlerin kaynağı yaklaşık yarı yarıya İngilizce içerikliydi. Bunları Türkçe’ye çeviriyor ve okurun alışık olduğu haber diline uyarlıyordum. Artık 35 yıl önceki sayfa yapımı, ofset baskı tekniklerine uygun hazırlık, pikaj-montaj, matbaa telaşesi veya teleksten, telsizden haber takibi devirleri çoktan tarih olmuştu.

Ama değişmeyen, yukarıda belirttiğim gibi habercilik uğraşısı ve çalışma koşullarıydı. Diken’in gece daimî olarak çalışacak bir editöre ihtiyacı vardı ve o “daimî gececi” de 1 Haziran 2019’dan itibaren yine ben oldum. Tıpkı 1984-1985 yıllarında yaptığım gibi.

2019 yazı boyunca, 23 Haziran İstanbul tekrar yerel seçimi dâhil Türkiye’nin gündemine oturan birkaç önemli gelişme vardı ve ardı ardına bunlarla ilgili haberler yapıyorduk. Geceye kaldığı olursa bunları ben toparlıyordum.

En önemli gündem maddelerinden biri de, Türkiye’nin Suriye’deki ABD destekli Kürt silahlı gruplarına karşı sınırda yaklaşık 30 kilometre derinliğinde bir tampon bölge oluşturma isteğini yükseltmesiydi. Bölgedeki Arap ve Hristiyan gruplardan da milislerin katıldığı bu yeni silahlı güç, Ankara tarafından “PKK’nın Suriye uzantısı” olarak görülüyordu. O günlerde bu gruplar “Suriye Demokratik Güçleri” (SDG veya İngilizce kısaltmasıyla, SDF) adıyla yeni bir askerî yapılanma içine girmişti. Ankara ise bunlara eski adlandırmayla sadece YPG veya bağlı oldukları Suriye’deki siyasi partinin adıyla PYD diyordu.

Özellikle “güvenli bölge” konusunun gündemde giderek yükselen bir yer almaya başladığı Temmuz 2019’dan itibaren, SDG’nin ve bölgedeki siyasi destekçisi PYD lideri Salih Müslim’in pek çok Türkçe sitede yayımlanan açıklamalarından bazılarını, diken’de de haber yaptık ve hemen hiçbir tepki ile karşılaşmadık. Dolayısıyla SDG ile ilgili haber yapmanın, o sıralarda en azından internet haberciliğinde, adeta bir “rutin” hâline geldiğini belirtmem gerekiyor. Haberciliğin en temel kurallarından birinin, karşı tarafın görüşüne yer vermek olduğu da malumdur.

‘Barış Pınarı Harekâtı’ gecesi

9 Ekim 2019’da diken’de işe yeni geldiğim saatlerde operasyon da başlamıştı. Saat tam 16.00’da operasyonun başladığı ilan edildi. Adı da “Barış Pınarı Harekâtı” konulmuştu. Operasyon, Şanlıurfa’nın sınırdaki Akçakale ilçesinin tam karşısındaki Tel Abyad ile Ceylanpınar’ın tam karşısındaki Resulayn kasabalarındaki SDG güçlerine yönelik olarak başlatılmıştı. Sınırın diğer taraflarında, askerin karşıya geçtiğine ilişkin bir haber yoktu.

Diken’deki çalışma rutinim, saat 19.00’da yayımlanacak ‘Akşam Postası’nı hazırlamamı gerektiriyordu. Sitenin gündüz yayımlanan haberlerinden yapılan bir seçki olan bu akşam postasının yanı sıra bir de gün içinde Twitter’da yapılan paylaşımları gece belirli saatlere kurarak yaymalıydım. Elbette böyle önemli bir harekât durumunda eski haberleri gece vermenin anlamı yoktu ama ne olur ne olmaz diyerek bazı haberleri yine de kurdum. Gerekirse kaldırırdık nasıl olsa. Bütün bu süreç, yaklaşık bir saatimi alıyordu.

İşe geldiğimde, gündüz ekibinden de birkaç kişinin vardiyası devam ediyordu. Son vardiyaya kalan son kişi saat 19.00’da ofisi terk ettiğinde, ben de yalnız kalıyordum. O gün de öyle olmuştu.

Elbette harekâta odaklandığımızdan, gelen acil haberleri hemen sırayla giriyorduk. Son arkadaşımız çıkmadan önce uluslararası haber ajansı Reuters’ın herkese açık sitesindeki İngilizce ve Türkçe haberlerinde, Türkiye’ye ait savaş uçaklarının Suriye’de sivil yerleşim yerlerini bombaladığını ve çok sayıda sivilin, doğuya doğru kaçmakta olduğunu öne süren haberlere rastladım. Reuters bu iddiaları SDG yetkililerine dayandırıyordu.

Harekât ile ilgili Millî Savunma Bakanlığı ve hükûmetin açıklamalarını yayımlarken, gazetecilik anlayışı gereği, SDG’nin bu açıklamalarının da sitede yer alması gerektiğini düşündüm. Sonuç olarak bunlar sadece karşı tarafın bir açıklaması idi. “Onların bu iddiaları yersiz ise mutlaka hükûmetten de bir açıklama gelir, ikisini toparlar, daha sonra yeniden yazarız” diyordum. Zira, sürekli hükûmet açıklamalarını yayımlamaktan, devletin resmî ajansından bir farkımız kalmayacağı endişesi taşıyor, bu şekilde okurun diken sitesi yerine resmî ajans sitesini takip etmeyi tercih etmesinin kuvvetle muhtemel olduğunu hesap ediyordum.

Haberde başından beri ‘iddia’ olduğunu vurguladım

Söz konusu “sivil kayıplar” haberinin bir başka yönü daha vardı: Harekât öncesi yapılan haberlerde, Türkiye sınırının hemen karşı tarafındaki şehirlerde bulunan “terörist unsurlara” karşı “meskûn mahal” çatışmaları için hazırlık yapıldığı belirtiliyordu. Dolayısıyla, askerin sınırı geçtiği yerde hemen kırsal bir alan ya da çöl başlamıyordu. Karşı tarafa geçer geçmez askeri hemen iki yerleşim yeri karşılıyordu ki, Suriye iç savaşının başlamasından bu yana buraya da iç sığınmacı akınının gerçekleştiği muhakkaktı. Bu yüzden, herhangi bir askerî müdahalede bu yerleşim yerlerinde sivil kayıplar yaşanmasının “kaçınılmaz” olduğu da apaçıktı.

Buna karşılık, Millî Savunma Bakanlığı’ndan, sürekli olarak harekâtın “terörist unsurları” hedef aldığı ve sivillerin kesinlikle zarar görmediğine ilişkin açıklamalar yapılıyordu. Oysa daha birkaç yıl öncesine kadar söz konusu ‘terörist unsurlar’ın Salih Müslim gibi siyasi temsilcileri, aynı hükümet tarafından Ankara’ya davet edilip görüşmeler yapılmıştı. Bu itibarla, “terörist” ile ‘sivil’in nasıl ayırt edildiğine ilişkin şüpheye düşmemiz de kaçınılmazdı.

Hükûmetin ve Millî Savunma Bakanlığı’nın harekâtla ilgili hiç de yeterli bilgi vermeyen açıklamaları, bağlı olduğumuz ajanslarda ve sosyal medyada önüme düştüğü için elbette gelişmeleri yine de daha çok bu yönden duyuruyor, SDG’den önemli bir açıklama görürsem de açıklamalarını “iddia” şekline getirip öyle haberleştiriyordum. Saat 18.00 civarında düzenlediğim ilk SDG haberinden beri bu haberlerin içeriğinde “iddia” ifadesi geçiyordu. Sadece ilk haberin başlığını “DSG:…” şeklinde kullanmıştım ki, bunun zaten karşı tarafın iddiası olduğunu anlattığını düşünüyordum.

12 saat çalışıp uyumuştum, olacaklardan haberim yoktu

Saatler boyunca operasyon takibini tek başıma yaparken, gelişmelerin hızına yetişmekten sosyal medyada ne gibi tepkiler aldığımıza hiç bakamadım. Bu kadar önemli ve çok çeşitli yönlerden haberlerin yağdığı bir konuda, haber sitesinin sorumlu yöneticilerinden hiçbiri de beni arayıp ne yaptığımı, yardıma ihtiyacım olup olmadığımı sormamıştı. Oysa böyle devlet güvenliği ve dış dünya ağırlıklı bir konuda bu yoğunluk içinde ne kadar tecrübeli olursa olsun, insanın hata yapması kaçınılmazdı ve hata yapmamak için bütün gücümle zihnime yükleniyordum.

Öte yandan hükûmetten veya yetkililerden de, açık bir savaş anlamına gelen bu tip bir askerî operasyonda bütün medya kuruluşlarına yönelik herhangi bir uyarı gelmediği gibi, olağanüstü hâl ilanı gibi sıkıyönetim uygulamalarına benzer bir kısıtlama da getirilmemişti. Dolayısıyla basın veya günümüzdeki hâliyle medya, şeklen de olsa, haber yayını konusunda serbestti.

Ancak gece yarısına doğru, İçişleri Bakanlığı’ndan yapılan bir açıklamada, sosyal medyada harekât karşıtı paylaşım yapan 78 kişiye soruşturma açıldığı belirtiliyordu. Bu açıklamayı, “Harekâtı eleştiren 78 kişiye sosyal medya soruşturması” başlığıyla siteye girip Twitter’da da paylaşmıştım. Fakat söz konusu 78 “kişi” içinde “kurumsal” bir varlık olan diken’in de sayıldığından haberim yoktu.

O gece normal mesai saatimi de aşarak 12 saate yakın çalışmıştım. 9 Ekim günü saat 16.00’da harekâtın başlamasından hemen önce başladığım işi 10 Ekim saat 3:30 civarında bitirmiştim. Yorgunluktan, ertesi sabah diken ofisinde olacaklardan habersiz, evde uyuyordum.

‘Soruşturma’ süreci

10 Ekim 2019 saat 12.00 civarında diken yayın yönetmeninin telefonuyla uyandım. Sorumlu yazı işleri müdürümüz, yayına aldığım “DSG açıklaması” haberi yüzünden gözaltına alınmıştı. Yayın yönetmenimiz, aslında haberlerde yasaya aykırı bir ifade bulunmadığını, bunun sadece haber olduğunu belirtmiş ve “Sen de zaten haberde ‘iddia’ ifadesini kullanmışsın. Senin hatan değil, elinden geleni yapmışsın” demeyi ihmal etmemişti.

Sorumlu yazı işleri müdürümüz gün içinde adlî kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Akşam işe geldiğimde kendisine geçmiş olsun dedim. Emniyette ve mahkemede haberi kimin yaptığının kendisine ısrarla sorulduğunu söyledi. Haberi kimin yaptığını bilmediğini, gece yapılmış olabileceğini yetkililere aktarmıştı. Ona teşekkür ettim. künyede sorumlu yazı işleri müdürü olarak adı geçtiği için yasal olarak sorumlu tutulmuştu. Benimse, böyle bir konuda soruşturmaya uğrayacağımız aklımın ucundan dahi geçmemişti.

Akşam mesaisine başladığım sırada, diken yönetimi, savcılığın, haberi yapan kişinin emniyete giderek ifade vermesi gerektiğine ilişkin talebini iletti. Ancak yönetim, ifade vermeye gitme kararını bana bıraktı. Bu arada, “DSG:…” başlıklı, soruşturmaya konu olan iki haberin başlıklarının, “DSG’nin iddiası:…” şeklinde değiştirilmiş olduğunu gördüm.

Böyle önemli bir konuda karar vermek için epey düşündüm. Her şeyden önce söz konusu haber, Reuters ajansından çevirip derlediğim bir haberdi. Yani “müellifi” ben değildim. Dolayısıyla Basın Kanunu’na göre sorumlu yazı işleri müdürüyle birlikte haberden doğrudan doğruya sorumlu tutulmam yanlıştı. Ben, işimi yapıp bağlı olduğumuz ajanslardan gelen bir haberi yansıtmıştım. Açıkçası, sanki suçluymuşum ve teslim oluyormuşum gibi her şeyi kabullenip emniyete kendi ayağımla gitmek de hiç içime sinmiyordu.

Bir yandan da benim tasarrufumla istemeden de olsa bir başkasının, her ne kadar yasal sorumluluğu iş akdiyle kabul etmiş olsa da, durup dururken cezalandırılmasını ve mağdur olmasını da istemiyordum. Bu çelişkileri sağa sola, özellikle gazeteci haklarıyla ilgili kuruluşların temsilcilerine danıştığımda da benzer görüşleri duydum: Suçluymuş gibi gidip teslim olup ifade vermek, anlamsızdı. Üstelik böyle bir davranış, ‘editöryel güven’e zarar verirdi. Bir taraftan da, haberin Reuters kaynaklı olmasından dolayı bu soruşturmadan bir şey çıkmayacağını belirtenler vardı. Dolayısıyla kendi kendime gidip ifade vermek yerine soruşturmanın takipsizlikle sonuçlanmasını beklemeye karar verdim.

Sosyal medyada linç: @EmniyetGM

Bu arada soruşturmaya konu olan haberlerin altındaki yorumlara baktığımda şunlar gözüme çarptı: “Şu içerideki teröristlerle de ilgilenir misiniz @EmniyetGM / şunları da alın @EmniyetGM @suleymansoylu / o diken elbet bir tarafına batacak, kimin hangi safta olduğu netleşti / Diken misin nesin saatlerdir attığın twitlere bakıyorum da bi tane devlet ve askerin başarısı ile ilgili tek kalamın yok varını yoğunu terörist savunuculuğuna harcıyorsun göz göre göre hainlik bu kadar olur / Dsg’nin açıklamalarını değil de MSB’nin açıklamalarını yayınlayın siz / Dikerim seni diken! Teröristlerin yalan haberini neden paylaşıyorsunuz lan yavşaklar. Akıllı olun. Printinizi aldık / Bu terör propagandası yapan sözde medya kuruluşuyla ilgilenin lütfen @EmniyetGM @TC_icisleri

Daha önceki günler, haftalar ve aylarda onlarca kez DSG (SDG) haberi yayımlayıp birkaç açıklamasını da alıntılamamıza rağmen, bu ‘troll’ler o gece özellikle gidip sadece söz konusu iki haberin altına yapışmış, durmadan benzer yorumları tekrarlayıp “flood” yapmışlardı. Üstelik o gece Millî Savunma Bakanlığı’nın açıklamalarını da yayımladığım hâlde bunlar, “DSG’nin değil MSB’nin açıklamalarını yayınlayın” diyebiliyordu. Belli ki bilinçli olarak yönlendirilmiş ve odaklandırılmış, en baştan da pusu kurulmuştu; Twitter üzerinden bir siber saldırı söz konusuydu. Kıbrıs Barış Harekâtı’nda bile devlet televizyonu TRT, Yunanistan’dan haber verebilirken, bizim karşı tarafın kayıpları ve iddiaları konusunda haber yapmamız, “hainlik” olarak niteleniyordu. Türkiye, ne hâle gelmişti, nereye gidiyordu?

Bütün bu saçmalık içinde YPG tarafından Nusaybin gibi sınır kentlerine atılan havan topu mermilerinden sivil vatandaşlarımızı da kaybetmeye başlamamız ve daha harekâtın ilk gecesi bu haberleri yayımlamış olmamız da bu yönlendirilmiş trol güruhu tarafından hiç mi hiç görülmüyor ve önemsenmiyordu. Ortada sınırın her iki yanında siyasal çıkar çatışmaları yüzünden hayatını kaybeden siviller vardı ama birilerinin tek derdi, çıkarlarına laf edilmemesiydi, anlaşılan.

Üstelik söz konusu troller tek taraflı da değildi. Aynı gece Diyanet İşleri Başkanlığı’nın camilerde selâ okunması kararına ilişkin diken’de yayımladığım haberin Twitter paylaşımlarının altına, bu sefer karşı taraftaki troller yorum yazmış, İslam dinine küfretmeye kadar işi vardırmışlardı.

İfadeye gitmeyince ikinci polis baskını geldi

Trollerin saçma yönlendirmeleriyle diken’de “PKK yanlısı gizli biri çalışıyormuş” (!) algısına kapılan savcılık ise soruşturmanın ve söz konusu ‘gizli kişi’nin, yani benim peşimi bırakmaya niyetli değildi. İfadeye gitmemem üzerine 31 Ekim 2019’da diken’e ikinci bir baskın yapan polis, söz konusu haberleri kimin yaptığını bir kez daha sormuştu. Görevli polisler, haberi yapanın ismi verilmezse ofiste çalışan herkesi gözaltına alma tehdidinde bulunmuşlardı. Dolayısıyla bu sefer onlar da ismimi vermek zorunda kalmıştı. Böylece emniyete ifade vermek için gitmeye savcılık ve polis baskısıyla zorlanmış oldum. Ancak daha sonra emniyetlik bir işimizin kalmadığı, doğrudan ‘terör suçları’na bakan savcıya gitmemiz gerektiği belirtildi.

5 Kasım 2019 günü öğleye doğru avukatımızla birlikte savcının odasındaydık. Suratıma, kıyafetime bakıp beni süzen terör savcısı, herhalde başka bir tip bekliyordu. Beni tanımak amacıyla neler yaptığıma, diken’deki çalışma biçimime, aileme ilişkin birkaç soru sordu. Ben, 1983 yılından beri gazetecilik yaptığımı öncelikle belirtince, yaşımı hiç de göstermediğimi söyleyerek şaşırdı.

Soruşturmaya konu olan haberin “müellifi” olmadığımı, sıradan bir diken çalışanı olarak daimî gece nöbetçisi olduğumu, harekât gecesi de haberleri çevirip düzenleyerek siteye benim girdiğimi, söz konusu haberleri Reuters ajansından aldığımı, diken’in bu ajansın abonesi olduğunu anlattım. Reuters’in İngilizce ve Türkçe haberlerinin çıktılarını da kendisine takdim ettim. Bu sırada savcının masasında açık duran dosyada diken’in soruşturmaya konu olan haber başlıklarının, “DSG:…” olduğunu gördüm. Demek ki başlığın sonradan değiştirilmesinin pek de bir anlamı yokmuş.

‘İzin almak gerektiğini bilsem yayımlamazdım’

Savcıya, soruşturmayı temelden sarsacak şeyi söylediğimde ise ifade alma faslı, artık bir tür sohbete dönüşmüştü. Dediğim, aynen şöyleydi: “15 Ağustos 1984’de PKK’nın Eruh ve Şemdinli baskınları sırasında sıkıyönetimden haberin gazetelerde basılması için onay beklemiştik. O gece onay gelene kadar gazeteyi matbaaya götürmedim. Ancak benzer şekilde 9 Ekim 2019 gecesi bize olağanüstü hâle benzer bir durumun ilan edildiği ve buna uygun, harekâtla ilgili çeşitli kısıtlamaları içeren herhangi bir uyarı gelmedi. Gelseydi, bu uyarıya göre hareket eder, kesinlikle olağanüstü hâlden izin almadan bu tür haberleri yayımlamazdım. Ayrıca bu haberlere herhangi bir erişim engeli de gelmiş değildir. Herkes tarafından okunabilir durumdadır.”

Medyaya hiçbir uyarıda bulunmadan, kısıtlama kriterleri bildirilmeden “terör propagandası” yapılıyor diye soruşturma açılamayacağını anlatmak istemiştim. Neye göre, kimi yargılayacaklardı, belli değildi. Sonuç olarak savcılıktan herhangi bir tutuklamaya sevk istemi bile olmadan rahatlıkla çıktım.

Nitekim soruşturmanın Ocak 2020 başında takipsizlikle sonuçlandığını öğrendiğimde, bunu daha ifade vermeye gittiğim o gün anlamış olduğumu saklamayacağım. Saklamayacağım bir başka şey ise nerede, hangi tarafın sınırları dâhilinde olursa olsun, şiddetle hiçbir alakası bulunmayan sivillerin, özellikle de çocukların savaştan zarar görmelerinde, önemli ölçüde medyanın da sorumluğunun bulunduğunu her fırsatta dile getirdiğimdir.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR – ‘GAZETECİ GÜNLÜKLERİ’ DİZİSİNDE ÖNCEKİ YAZILAR

Levent Elpen

Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi (Ekonometri) ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi (Tarih-İng.) mezunu. 1981’de karikatürist olarak başladığı meslek hayatında 1983'ten itibaren Bursa ve İstanbul basını/internet siteleri ile televizyon haberciliğinde editör/redaktör/sayfa sekreteri olarak çalıştı, haber-röportaj ve makaleler yazdı, sayfa tasarımları ve tercüme çalışmaları yaptı. Ayrıca uzun metraj film senaryoları var.

Journo E-Bülten