Söyleşi

Altan Öymen: Bol bol yazın, haberler unutulmaz ama yayını gecikebilir

Boğaziçi Üniversitesi'nde süren protestolardan bir fotoğraf ve 1968 haziranından bir gazete manşeti

Tepeden inme rektör atamasına karşı Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin ve akademisyenlerin demokratik direnişi sürüyor. Peki aylardır haberlerde yer bulan bu protestolar, gelecekte nasıl hatırlanacak? Tam 53 yıl önce bu ay İstanbul Üniversitesi’nde başlayan öğrenci eylemlerini anımsayarak buna bir cevap arayabiliriz.

Haber Hafızası” yazı dizimizin dördüncü bölümünde gazeteciliğin yaşayan belleği Altan Öymen ile konuştuk. “Haberlerin unutulmadığını, ama yayımlanmalarının gecikebildiğini” belirten Öymen’in gazetecilere bir tavsiyesi var: “Bol bol yazın. En azından günlük tutun. Çünkü bütün bunların yazılacağı günler gelecek.”

Osmanlı’dan günümüze Türkiye’de birçok öğrenci eylemi yaşandı. Öğrencilerin üniversite yönetiminde demokratik hak talep ettikleri en geniş kapsamlı protesto ise 12 Haziran 1968’de İstanbul Üniversitesi’nde başlamıştı.

Eylemlerin sembol ismi Deniz Gezmiş ve arkadaşları Yusuf Aslan ile Hüseyin İnan’ın idamıyla sonuçlanan o sürecin başında Altan Öymen genç bir gazeteciydi. Yine de öğrenciler “Altan Abi” diye sık sık onun kapısını çalıyordu.

O dönemde Akşam gazetesinin meclis muhabiri olan Öymen, bir yandan da ANKA Ajansı’nı kuruyordu. Kendi ifadesiyle evi, “gazete bürosu” gibi olmuştu. Öğrencilerle görüşmenin bedelini tutuklanarak ödedi. Ama önce kitaplarını gözaltına aldılar. “46 tane kitabımı aldılar. Bir daha da görmedim o kitapları” diye hatırlıyor o günleri Öymen.

Öğrenci hareketleri Avrupa’da başlamıştı

Yarım asır öncesinden bugüne haber hafızamızı tazelemek üzere Öymen ile buluştuk. Deniz Gezmiş ile tanışmasını, cezaevi günlerini, boykot eylemlerini, bugünün medyasını ve Boğaziçi Üniversitesi protestolarını ona sorduk.

1968’de üniversite öğrencilerinin boykot eylemi Türkiye’de nasıl algılanıyordu? Medyanın tutumu nasıldı?
68 hareketleri o dönem Avrupa’da da vardı. Fransa ve Almanya gibi ülkelerden başladı ve Türkiye’de de oldu. Gençlerin, hem üniversiteleri ile ilgili, hem de dünyadaki eşitsizliklerin düzeltilmesi talepleri vardı. Avrupa’da da üniversitelerde söz sahibi olmak istiyorlardı. Türkiye’de de böyle başladı. Türkiye’de bazı kesimler gençlerin bu taleplerini haklı görürken, bazıları da kızıyordu.

O dönem Türkiye toplumunun öğrencilere yaklaşımı nasıldı ve yine devletin yaklaşımı? Mesela Deniz Gezmiş ve arkadaşları bir komisyon kuruyorlar ve Vali ile görüşüyorlar, üniversite yönetimiyle görüşüyorlar. Bugün Boğaziçi için böyle bir diyalog kanalı açıldığını görmüyoruz.
Başlangıçta diyalog oldu. Çünkü Türkiye’de 1961 Anayasası’yla zaten üniversite özgürlüğü sağlanmıştı. Hatta bu özgürlüklerin yerleşmesi, 1946’dan itibaren başlamıştır. Bir süreç içinde büyük ölçüde gerçekleşmekteydi bu. Yani, Türkiye’de “üniversitelerin özerkliği” konusu, o sürecin başlangıcında bile gündemdeydi. Ve kısa zamanda büyük mesafe almıştı. O gelişim, fiilen kaldırıldı. Tahkikat Encümeni’ne yönelen kararlar, kanunlar sırasında bozuldu. İktidar, o Encümen’in kararlarını, sıkıyönetimler yoluyla öğrenci hareketlerini bastırdı. Yeniden 1961 Anayasası ile bu özgürlükler tekrar geldi. Üniversiteler özerk hale geldi. Bu anayasayla genel olarak özgürlükler zaten daha da genişletildi. 1961 anayasası da komünistliği en büyük suç ilan ediliyordu. Türkiye dış politikasının da bir sonucu olarak hep bir komünizm endişesi vardı. Nazım Hikmet’in şiirleri okunamazdı. Mesela, ben üniversitedeyken Nazım Hikmet’in kitapları yayımlanamazdı. Bu dönemler geçtikten sonra 1961 Anayasası özgürlükleri genişletti ama onda bile hâlâ komünistlik tehlikesi vardı.

Basını da özgürleştiren bir anayasaydı…
Tabii. 1961 Anayasası bir tür devrim gibi bir şeydi. Osmanlı Devleti’nin ilk anayasası Kanun-i Esasi 1886’da geldi. 1887’de yeniden yürürlükten kalktı. Hürriyetler açısından, oradaki hükümlerin bir kısmı bizim 1924 Anayasası’nda da vardır.

O zaman basına matbuat deniyordu. “Matbuat, kanun dairesinde serbesttir” olarak yazılmıştı. Tabii, o durumda kanunun çizdiği daire ne kadar geniş olursa basın o kadar özgür olur; ne kadar dar olursa o özgürlük o kadar az olurdu. 1924 ile de durum ona göre oldu.

Fakat bunu kontrol edecek, doğruluğunu yanlışlığını kontrol edecek bir mekanizma yoktu. Yani Anayasa Mahkemesi gibi bir şey yoktu. Mecliste böyle bir kanun çıkarıldı, sonra meclisteki komisyon bu doğru mudur değil midir diye bakardı. Yanlışsa zaten yanlışı yaratan o meclisin üyeleri bakıyordu buna yani. 1960’a kadar bu kanuna aykırıydı, değildi tartışması hep oldu.

1961 Anayasası ile gençlik özgürleşti

1961 Anayasası, Anayasa Mahkemesi’ni getirdi ve “kanunlar anayasaya aykırı olamaz” denildi. Bir madde konuldu: “Kanun, temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunamaz” denildi. Eğer özüne dokunursa Anayasa Mahkemesi iptal eder. Bunun da etkisiyle özgürlükler daha güvenceli hâle geldi. Böylelikle gençlik de aslında daha özgür hâle geldi ve bu özgürlüklerini kullanır oldu.

1961 Anayasası’nın getirdiği hava içerisinde, üniversite yönetimlerine öğrencilerin dâhil olması da gündeme geldi. Bazı başka ülkelerdeki gibi bu tartışılmaya başladı. Sonra Avrupa’da da olduğu gibi “savaş karşıtlığı” öne çıktı.

O zaman Vietnam Savaşı vardı. Ve bu savaş dolayısıyla doğal olarak Amerika eleştiriliyordu. Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de gençler, solda olanlar Amerika’yı eleştiriyordu. Fakat eylemler önce üniversite ile ilgili konular üzerinde başlamıştır. Eylemlerini kuvvetlendirmeye başladılar. Üniversiteyi işgal, boykot etmek, dersleri boykot gibi…

Bu noktada siyasetçilerin yaklaşımını biraz konuşalım isterseniz. Önceleri bir diyalog mekanizması işlese de bir sonuca ulaşmıyor. Deniz Gezmiş, Hukuk Fakültesi’nden ihraç ediliyor. 30 Mayıs 1969’da okulun içinde tutuklanıyor. Bu esnada yaralanıyor. Siyasetçiler öğrencileri suçluyor. Demirel hep “provokatörler” diyor. Bugün de Cumhurbaşkanı Erdoğan “terörist” gibi ifadeler kullanıyor sık sık…
Her zaman gösteri yapanlar arasında teröristler de olabilir. Veya öyle bir şey olmasa da, teröristler onları kışkırtıyor gibi bir hava estirilir, bunlara karşı olan çevrelerce. O zaman da tıpkı verdiğiniz örnek gibi komünistler meselesi vardı.

Türkiye İşçi Partisi (TİP) 1965 seçimlerinde Meclis’e girmişti. CHP “ortanın solunda” olduğunu belirtmişti. TİP daha soldaydı, demokratik sosyalist bir partiydi. O zaman en büyük tehdit komünizm görüldüğü için iktidar bunu sık sık kullanıyordu. ‘Sosyalizm’i de, “sol’u da… “Onlar da komünisttir” diye suçluyordu. Örneğin, “ortanın solu Moskova’nın yolu” derdi Demirel. Erbakan’ın partisi de, Türkeş’in partisi de, Demirel ile aynı yolu izlerdi. Komünistliği düşmanlık görüyorlardı. “Komünizmle Mücadele Dernekleri” vardı. Bunlar hem Amerika’nın savaş gemilerini protesto hareketlerine “komünistliktir” diye karşı dururlardı, hem de gençlerin taleplerine…

Toplumsal kutuplaşma ve siyasi kamplaşma başladı

Bu şekilde, iki karşıt kamp oluştu. Meclis’in içinde de CHP ve TİP solda, diğer partiler sağda… Bu kamplaşma öyleydi ki, örneğin Çetin Altan’ın üzerine Meclis’te otururken saldırmışlardı. Sebebi, kürsüde “Nazım Hikmet en büyük Türk şairidir” demesiydi. “Bu nasıl söylenir” diye linç etmeye kalktılar. Düşünün, o zaman ülkenin meclisinin hâli böyleydi. Bir söz, kıyamet koparıyordu… Kamplaşma bu boyuttaydı.

Nazım Hikmet kitapları Türkiye’de yasaklanınca Altan Öymen yabancı dillerdeki baskıları toplamaya başlamış.

Böyle bir ortamda 16 Şubat 1969’da Kanlı Pazar yaşanıyor. Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan adlı sol görüşlü iki öğrenci yürüyüşe saldıran sağ görüşlü grup tarafından öldürülüyor. Tam da bu bahsettiğiniz kutuplaşmanın ortasında böyle kanlı bir olay…
Evet… O zaman gençlerin eylemleri artık üniversitenin dışına da çıkıyordu. Amerika’ya karşı eylem yapıyorlardı. Çünkü İstanbul’a Amerika’ya ait savaş gemileri geliyordu. Deniz subayları İstanbul’da dolaşırken onlarla tartışıyordu gençler. Onları protesto ediyorlardı. Bu gösterilere polis müdahale ediyordu.

Bu eylemler sırasında polis İstanbul Teknik Üniversitesi’nin bir yurdunu basmıştı. O müdahale sırasında okulun öğrencisi Vedat Demircioğlu üst kattan aşağı düşerek yaralandı. Sonra da öldü. Bu olay gençler üzerinde çok etkili oldu. Bir süre sonra, İstanbul’a yeni bir Amerikan filosunun gelişi sırasında, gençler arkadaşlarını anmak üzere Taksim’e doğru yürüyüş yapmayı kararlaştırdı. O zamanki kanuna göre bu yürüyüş yasal ve serbestti, şimdiki kanuna göre de öyle.

“Bugün” diye bir gazete vardı. Mehmet Şevki Eygi baş yazarıydı. Bu gazete sistematik bir yayın yaptı. “Komünistler toplanıyor, bunlar ezilmelidir” yayınları yaptı. Bu kampanyaları sonrasında aynı gün gösteri yapmak üzere onlar da teşkilatlandılar. Gençlerin bu yürüyüşü sırasında, onlar da camide toplandı. Namazlarını kıldıktan sonra Taksim’e geldiler. Bıçaklarını başta göstermeseler de ellerinde sopaları vardı. Bir yanda çocuklar, gençler yürüyor; diğer yandan bunlar camiden çıkıp oraya gidiyor.

Oradaki yerleşmenin hazırlığı bile çok aleniydi. O kadar zayıf bir polis çemberi kurulmuştu ki, bunlar karşı karşıya gelebildiler. Bu, o zaman çekilen fotoğraflarda da görünüyor.

Hürriyet o cinayetin fotoğrafını, TRT filmini çekti

Bu fotoğraflardan birini Hürriyet yayımlamış. Ali Turgut Aytaç’ın bıçaklanırken polisin izlediği görülüyor.
Evet. Polis izledi. Rezaletti. O zaman bunun filmi de çekildi. Ankara’da TRT deneme yayınlarına başlamıştı. Ancak TRT içinde bunu göstermek üzere hazırlık yapılırken hükümet engelledi.

O sırada gazetecilik yapıyordum. Akşam’da çalışıyordum. Konu, Meclis’te de tartışıldı. Nihat Erim de bu filmi seyretmiş ve Meclis’te anlattı.  Bu film, sadece görenlerde kaldı. Biz de Akşam gazetesinde oradaki fotoğrafları bastık. Böylece herkesin, hiç olmazsa konuyu bilmesini sağladık.

Bu olayın arkasından Konya’da ve başka illerde benzer olaylar yaşandı. “Kanlı Pazar,” Türkiye’de bir başlangıçtı. Kamplaşma daha çok tırmanmaya başladı.

Peki, medya? Gazeteler Kanlı Pazar’ı nasıl işlemişti mesela?
Hürriyet, birinci gün olayı manşetten fotoğraflarla yayımlamıştı. Akşam ve Cumhuriyet gibi gazeteler bu olayın üzerine gitmişti. Filmi de, fotoğrafları da yayımlandı. Diğer taraftaki yayınlar ise olayı küçümseme yolundaydı. O sırada bir yandan MHP tarafının komando kampları gibi kampları ortaya çıkmaya başladı. Dini esas alarak siyaset yapan gruplar da harekete geçtiler. Kamplaşma daha da tırmandı. Buradan 1970’e gelirsek…

1970’e gelmeden, 1969’da yaşanan bir olayı daha sormak isterim. Taylan Özgür’ün İstanbul Üniversitesi’nin bahçesinde öldürülmesi. Bu o zaman öğrenci eylemlerinin ilk faili meçhul cinayeti olarak kayda geçmiş. Öğrenci Birliği Kongresi toplantısı sonrasında…
Evet… Bu önemli bir olay. Katilleri tespit edilemedi ve ardından böyle cinayetler artmaya başladı. Giderek gerginleşti. 1971’de 12 Mart müdahalesi oldu ve askerler Başbakan Demirel’i istifaya mecbur etti. Nihat Erim geldi. Erim hükümeti sırasında İsrail Başkonsolosu kaçırıldı. Bu olay üzerine “Balyoz harekâtı” başlatıldı. Bu “harekât” sırasında yapılan aramalarda İsrail Başkonsolosu ölü bulundu. Bir sürü insan gözaltına alındı. Ve sıkıyönetim ilan edildi. Bir süre sonra da Deniz Gezmiş’i Gemerek’te yakalayarak tutukladılar.

“Denizler” dört tane İngiliz askerini kaçırmıştı. Karısı hamile vesaire diye onları bıraktılar. Ben Ankara’da muhabirdim. Polis gitmiş. Haberi alınca, ben de hemen onların boşalttığı daireye gittim. Adamlara kötü muamele yapmadıkları çok belliydi. Hepsi sigara içmişler, izmaritleri duruyordu masalardaki tabaklarda.

Bu eylemleri sırasında Deniz hükûmetten taleplerini basına iletiyordu. O gazetecilerden biri olabilir misiniz?
(Gülüyor) Hayır… Bana gelip gidenler olurdu tabii. Ankara’da olduğumdan Mülkiye’den, yani Siyasi Bilgiler Fakültesi’nden öğrencilerle görüşürdüm. Bu öğrencilerden bazısının polis tarafından arandığı rivayetleri vardı. O sırada benim karım ve çocuklarım yurt dışındaydı. Eve de gelirlerdi o zaman, buyur eder konuşurdum.

O günlerden hiç unutamadığınız bir anınız var mı?
Bir gün yine Siyasi Bilgiler Fakültesi’nden iki üç öğrenci geldi. Ben o zaman, hem gazetecilik yapıyordum, hem de ANKA Ajansı’nı kurmuştum. Bak bu anımı unutmuştum, iyi ki hatırlattın. Biraz anlatayım: Bana “Altan Abi” derlerdi o zaman da. Öğrencilerden biri çok sık telefon imkânı bulamadıkları için benim evimden bir arama yaptı. Telefonla görüşmelerini yaptıktan sonra gittiler. Bundan bir süre sonra, bir sabah, askerler bizim evi bastı. Başlarında bir yarbay vardı. “Burada kaçak biri var” diyerek evi aradılar.

‘Askerler, öğrencileri bulamayınca kitaplarımı götürdüler’

Telefonunuzu bayağı iyi dinliyorlarmış…
(Gülüyor) Evet… Evde kimsenin olmadığı anlaşıldıktan sonra “Seni bir kontrol edelim” dediler. Kitaplara yöneldiler. 46 tane kitabımı alıp götürdüler. Aldıkları şeyler arasında öyle kitaplar vardı ki… Komünizm geçen her kitabı alıyorlar. Fakat aldıkları arasında komünizmi eleştiren kitaplar da vardı. Biri Almanca’ydı.  “Onu niye alıyorsunuz, alakası yok ki” dedim, “Olsun arkadaşlar bakıyor” deyip yine de aldılar. Böyle bütün kitaplarımı aldılar ve o kitapları bir daha göremedim.

Sizi değil kitaplarınızı gözaltına almışlar yani.
(Gülüyor) Öyle oldu… Kitaplarımı gözaltına altına aldılar ve bir daha geri de vermediler. Tutanak da tutmamışlar. Bütün bunların nedeni de sonradan anlaşıldı. Meğer, telefon açan çocuk “Altan Abi’deyim” deyince, “Altan Abi’de kalıyorum” diye anlamışlar. Gece de kalıyor zannedip bir sabah vakti bizi basmışlar.

Bunları yaşıyorduk işte. Öğrencilerle görüşmenin karşılığı. Gelirdi çocuklar yani. Bu evin aranmasının ardından Denizler’in davası başladı zaten.

Deniz Gezmiş ile ilk ne zaman tanıştınız?
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde. Fakülte bahçesinde öğrencilerle konuşurken tanıştık. Ankara’ya gelmiş. Yanımıza geldiğinde, direkt “Merhaba Altan Abi” dedi. Hapse girdiğinde de gördüm onu. Aynı yerde bir akrabam kalıyordu. Onu ziyaret için gitmiştim. O da demir parmaklık arkasından ailesiyle görüşüyordu. O zaman görüş yerleri daha serbestti. Onu görünce hemen gittim yanına. Nasıl olduğunu sordum. O da “İyiyim, her şey iyi olacak” dedi. İyimser şeyler söyledi.

Umutlu muydu?
Evet. “Dışarıdan iyi haberler alıyorum” demişti, anlatmıştı bir şeyler… Uzun sürmedi konuşmamız. O an gözümün önünde sadece. Arkadaşları da yanındaydı. Bu onu son görüşümdü.

Büyük gazeteler ‘idam cezası kaldırılsın’ kampanyasını görmedi

Duruşmalarına gitmemiş miydiniz?
Gidemedim. Dışarıdan takip ediyordum. Kısa bir süre içinde idam edileceklerine yönelik bir hava oluşmaya başladı. Böyle bir durum ortaya çıkınca biz de imza kampanyasına başladık. Ankara’da Erdal Öz, İstanbul’da Onat Kutlar ile birlikte başladık. Oturduk ve idam cezasının kaldırılması için meclise dilekçe yazdık. Meclis’e dilekçe yazmak her vatandaşın anayasal hakkıdır. Ankara’da Erdal’ın bir kitapçı dükkânına, benim ANKA bürosuna insanlar gelir imza verirdi.

Kamuoyunda bu kampanyaya yaklaşım nasıldı?
Tereddüt edenler vardı tabii… Ama birçok kişi imza attı. Yaşar Kemal o zaman Ankara’daydı. Parti liderlerini beraber ziyaret etmiştik. Onat, Yaşar, ben, toplam altı yedi kişilik bir grup İsmet Paşa’yı ve Meclis Başkanı görüşmeyince o sıradaki Meclis Başkan Vekillini ziyaret ettik. Daha birçok kişiyle görüştük.

Sonra topladığımız imzaları Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na diyerek bir dilekçe yazıp verdik. Ben Ankara’da olduğum için bu dilekçeyi ben götürdüm. Tabii bir de meclis muhabiri olduğum için rahat girip çıkabiliyordum. Cumhurbaşkanlığı’na kadar çıktım o gün. Sonra da yanımda Erdal’la bir basın toplantısı yaptık. Bir iki gazete dışında hiçbir yer yayımlamadı. Büyük gazeteler vermedi.

Yayımlayanlar hangileri oldu?
Sağcı bir gazete hedef göstermek için yayımladı. Adını bile unuttum.

Yeni Akit gibi gazeteler Türkiye’de hiç eksik olmadı diyebilir miyiz?
(Gülüyor) Öyle gazeteler vardı. Şimdi adını hatırlamıyorum. Bundan kısa bir süre sonra dava, Denizler ’in idamı noktasında ilerlemeye devam etti. Bu sırada biz hep engel olmaya çalışıyorduk.

Deniz Gezmiş liderliğindeki öğrenci grubu, İstanbul Üniversitesi bahçesinde

Ve bu sırada bir uçak kaçırma eylemi ortaya çıktı. Siz suçlanmıştınız…
İşte o zaman bu olay oldu ve bunu yapanlar Sofya’da teslim oldular. Onların uzantıları aranıyordu. Uzantıları derken… Bir gün büroma bir telefon geldi. Arayan, benim evimde arama yapan ekibin başındaki yarbaydı. “Ben Yarbay Yaşar. Sizinle bir şey görüşeceğim. Öğleden sonra sıkıyönetime gelebilir misiniz” dedi. Saat iki için randevulaştık.

Benim o zaman öğleden sonra bir işim vardı. İşim de şu: Paris’e gideceğim. Karım ve çocuklarım oradaydı. Zaten iki ayda bir gidip gelirdim. O dönemde yurtdışı seyahat yapabilmek için, Merkez Bankası’ndan döviz satın almak gerekiyordu. Merkez Bankası’nın o dövizi satması için de, döviz talebi olan kişinin Maliye Bakanlığı’ndan en az 300 dolarlık döviz satın alma iznine sahip olması gerekiyordu. Ben bakanlıktan o izin yazısını almıştım. Ona ek olarak Merkez Bankası’na da bir dilekçe yazmıştım. O da cebimdeydi. Pasaportum da… Yarbay Yaşar Bey’in Ulus Meydanı’ndaki sıkıyönetim binasındaki randevusunu tamamladıktan sonra, oradan çıkıp Merkez Bankası’na giderim diye düşünüyordum. Yanıma da para almıştım.

Paris seyahatine hazırlanırken hapse atıldı

Oraya gitmemin bir sebebi de benimle birlikte çalışan arkadaşım Savaş’tı. Bu arkadaşım o günlerde kayıp oldu. Bir rivayet gözaltına alındığıydı. Ailesi merak ediyordu. Ben de nerede bu çocuk diye arıyordum. O dönem hem dış basına, hem de iç basına evden yayın yapıyorduk. Ev gazete bürosu gibiydi. Bu olaylardan dört, beş gün kadar önce telefonumun avizesi bozulmuştu ve acil haber geçmemiz gerekiyordu. Nereden buluruz derken Savaş, “Emin Galip Sandalcı komşumuz, telefonu kapalı, ondan alabiliriz” dedi. Ben de yakın diye gidip almasını söyledim. O gün ve ertesi gün onunla çalıştık. Göndermeye imkân bulamadım. Emin Galip, “göndermediniz” diye haber gönderdi. “Eyvah, mahcup olduk” deyip Savaş’a hemen götürmesini söylemiştim. Ondan sonra gelmedi… Emin Galip’i gözaltına almışlar. Evinin içine de delil toplasınlar diye bir tür karakol kurmuşlar. Gelenleri, “Kimsin, nesin” diye sorguya çekiyorlarmış. Savaş’ı da oradan alıp götürmüşler.

Bunlar olduğu için Yarbay Yaşar arayınca herhalde Savaş’ın bulunduğunu ya da onunla ilgili bir şey söyleyeceğini düşündüm. Savaş’ı arayıp soruyordum her yerde. Bu şekilde ben, sıkıyönetime gittim. Beni bir odaya aldılar. Bekliyordum. İşim olduğunu söyledim. “Bekleyeceksiniz” dendi. Sonra başka bir subay geldi, “Bunu götürün de beynini yıkayalım, kendisine gelsin” dedi. Beni bir cipe koyup götürdüler.

Nereye götürüldünüz, neler yaşadınız?
İlk gittiğim yer bir merkezdi. Ankara’da Muhabere Okulu diye askeri bir okuldu. Beni oraya götüren bir binbaşıydı. Oradaki Yarbay’a “Efendim getirdim” dedi. “Kimi” diye sordu. “Altan Öymen’i” dedi. “Benim haberim yoktu, bu nasıl oldu” dedi ve beni oraya kabul etmedi.

Bunun üzerine Ankara’da 28’inci Tümen’e götürüldüm. Böyle dolaşıyoruz. Beni hapse tıkmadan önce üzerimi aradılar. Tabii üzerimde pasaport, para, dilekçe çıkınca tam “kaçmak üzere olan bir adam” muamelesi yaptılar. Hücreye attılar. Pis, çok pis bir hücreydi…

Size neler sordular? Uçak kaçırma eylemiyle bağlantıyı nasıl kurmuşlar?
Tek başıma bir odadaydım.  Tehdit ediyorlardı. Ne için orada olduğumu hakikaten bilmiyordum. Sorguda, “Düşün taşın ve bize bir itirafname yaz” dediler. “Nereye yazayım” dedim, kâğıt kalem verdiler. O kâğıt kalemi iyi ki verdiler. Çok işe yaramıştı.

İşkence altında ipe sapa gelmez suçlamalar

Bir gardiyan vardı. Bu gardiyan enteresan bir adamdı. Şiir yazmaya meraklıydı. Onun sayesinde neden orada olduğuma dair ipuçları edindim. İşkencede, biri, benim adımı söylemiş. O yüzden gözaltına almışlar.

Siz hiç bu işkence seslerini duymuş, tanık olmuş muydunuz?
Ben hapishane gibi bir yerdeydim. İşkence yapılan yer başka yerdi. Bunu anlatacağım daha sonra. Bu gardiyan oraya gitmiş. Bu işkencelere de giren biriymiş. Onun tanıdığı biri anlatmış. Çocuğu dövmüşler. O da en sonunda “Evet, Altan Öymen işin içindeydi, onlarla birlikte planladılar. Havalimanında Leyla adında bir yer hostesi var. Altan Öymen ondan bilgiler aldı. Havalimanında Diyarbakırlı Mahmut var, onunla da teması vardı. Bir silah kaçakçısıyla da görüştü” gibi ipe sapa gelmez hikâye yazmışlar.

Beni sorgulama yerine bir iki kez götürdüler. Ama çok fazla bir şey sormadılar. Ancak üçüncü kez sorguya götürüldüğümde sadece imza kampanyasını sormaya başladılar. Uçak kaçırmaktan hiç söz etmediler. Sonradan ortaya çıktı ki benim sorguculardan bir başka grup gelmiş. Bütün tanık ifadelerini okumuş ve ikinci bir araştırma daha yapmışlar. Havalimanında o sırada ne Leyla diye bir hostes var, ne de Diyarbakırlı Mahmut diye bir adam. Bu olmayınca bunu anlatan adama bir daha dönüp sormuşlar. Adam da “Ben işkence altında bu ifadeyi vermek zorunda kaldım” demiş. Sonra da bana artık o uçak kaçırma olayını sormadılar. Sadece üçüncü sorguda uzun uzun bu imza kampanyasını, nasıl ortaya çıktığını, kimlerin olduğunu sordular.

‘Radyodan, gazetelerden ilan ettik. Biraz unutulması lazım’

Sorgu sırasında elleriniz kelepçeli miydi?
Hayır, serbestti. Hatta üçüncü sorguda bana çay bile ısmarladılar. Sorgu bittikten sonra ayak seslerinden herkesin gittiğini anladım. Gözümü açtığımda odada bir tek adam vardı. “Zabıt” diyerek önüme imzalamam için bir kâğıt koydu. “Okuyayım” dedim, istemedi. Israr ettim. “Efendim, çok uzun uzun yazdık. Zaten sizin ilginiz olmadığı anlaşıldı. Okumanıza gerek yok” dedi. Ben de “Öyleyse çıkacağım” dedim. “Tabii ama biraz vakit geçmesi lazım” dedi. “Niye?”, “Biz radyolardan, gazetelerden ilan ettik. Biraz unutulması lazım. Bekleyeceksiniz” dedi. Bu iki ay sürdü.

Bu iki aylık tutukluluk süresi sırasında öğrencilerle karşılaşıyor muydunuz?
Tutuklanmadan sonra beni hücreden çıkardılar. 10 kişilik bir yere götürdüler. Bir süre burada kaldım. Sonra 80 kişilik bir koğuşa götürdüler. Oralarda hep benim gibi adamlarla görüştüm, öğrenci yoktu. İlk 10 kişilik grupta Erdal Öz vardı. Sonra oraya Turgut Kazan geldi. O da TİP’ten geldi. 80 kişilik grupta ise Sadun Aren, Ömer Madra gibi isimler vardı.

Kadro bayağı iyiymiş… Nasıl geçiyordu günleriniz?
Evet… Sadun Aren de TİP’ten gelmişti. O zaman mektepteydi. Ben satranç icat etmiştim. O yasak değildi. Satranç turnuvaları yaptık. Öyle idare ettik. Ömer Madra bana Fransızca dersi verirdi. Ben de ona Almanca öğretiyordum. Böyle karşılıklı bilgi alışverişiyle idare ediyorduk.

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?

Bugün Türkiye’de yine öğrenciler, okul yönetimine dâhil olma taleplerini seslendiriyor. Bu tarihin tekerrürü durumunu, siyasetçilerin yaklaşımlarının benzerliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Valla bu işlerle meşgul olanların, bu sonuçları isteyenlerin okumakla, yazmakla araları pek iyi değil galiba. Mehmet Akif’in sözüdür, her zaman söyler ve bu söze katılırım, hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan da sık sık kullanır: “Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar. Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”

Şimdi hakikaten birçok şey tarihte yaşanmış ve yanlış olduğu anlaşılmış, ama yine aynı yanlışlar yapılıyor. Bu da böyle bir şey. Üniversite yönetiminde söz sahibi olmak için eylem yapmış Deniz Gezmiş’i, Hüseyin İnan’ı, Yusuf Aslan’ı hapsettiler, idam ettiler. Ama şimdi hiç kimse onları, o zaman söylenen “provokatörler” diye anmıyor. Böyle diyen hiç kimse yok. Herkes onları saygıyla, sevgiyle anıyor. Neden? Çünkü onlar gençlikleri içinde Türkiye’nin daha iyi olması için, üniversitelerinin daha iyi olması için, insanlar arasında eşitlik olması için uğraşmış insanlar.

Gençlere en azından bir tahammülle, hatta şefkatle, sevgiyle bakılması lazım. Herkes genç olmuştur. Bu gençler zaten suç da işlememiş. İdam cezası ancak insan öldürenlere ve bu gibi ağır suçlara verilir.

Avrupa’nın Deniz Gezmişleri, ülkelerinde yönetici oldu

Deniz Gezmiş ve arkadaşları eylemlerinde hep “Anayasa uygulansın” diyorlardı ama anayasayı ihlal suçlamasıyla idam edildiler. Bugün de anayasal hakkımız diyerek öğrenciler protesto haklarını kullanıyor ama yine yargılamalara tanık oluyoruz. Anayasa nasıl muamma olabilir?
Bakın, insanlara toleransla, şefkatle, anlayışla bakmak diye bir şey var. O dönem Avrupa ülkelerinde de benzer olaylar oldu ama o ülkelerin yöneticileri bu anlayışı gösterdiler ve o eylemleri yapan öğrenciler ülkelerinin yöneticileri oldu. Almanya’da ve Fransa’da bunu gördük. Fransa’da Daniel Cohn-Bendit, Yeşiller’in Avrupa Parlamentosu’nda grup başkanı oldu. Bizde ise onlar kadar bile radikal olmayan öğrenciler idam edildi. Bu işin insanlık tarafı.

Hukuk boyutuna gelince, Denizler 146/1 gibi bir maddeyle anayasayı ihlalden idam edildiler. Anayasanın nesini ihlal etmişler?! İnsan öldürmemişler. Bir şey yapmamışlar. Hukuk açısından da, insani açıdan da, siyaset açısından da kabul edilir bir tarafı olmayan bir cezaydı. Bunu Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamına karşı “üçe üç” diye kullanmaları çok korkunçtu. Onların idamı da kabul edilir değildi. Bu da öyledir.

Siz Altan Abileri olarak, aynı zamanda bir gazeteci de olarak idam haberlerini nasıl almış, aldığınızda ne hissetmiş, ne yapmıştınız?
İdam edildikleri gece bunu telefonla bütün uluslararası ajanslara, kendi çalıştığım ajanslara vermekle uğraştım. Onların avukatlarına ulaşmaya çalıştım. Mükerrem Erdoğan’dan nasıl olduğunu öğrendim. Son sözlerini dinledim. Öğrendiklerimi haberleştirip geçiyordum. Çok ağlamaklıydık tabii hepimiz. Biz çok uğraştık bunu engellemek için… Anayasa Mahkemesi’nden dönmüştü de. Yeniden Meclis’te görüşülürken sağ partilerden herkes bir birine üç işareti yapıyordu. Böylece ceza yeniden tasdik edildi. Bunlar yaşandı işte maalesef…

Gazeteci de duygulanıyor, ama işini yapmak zorunda

Bu gazetecilikte insan tabii zaman zaman çok duygulanıyor ama bir yandan da işi yürütmek mecburiyetinde olduğunuz için asıl üzüntüyü daha sonra yaşıyor, daha sonra hissediyorsunuz.

Bunların yanlış olduğunu, idamların yanlış olduğunu herkes kabul ediyor ama hâlâ Türkiye’de bir vesile ile idam cezasını getirebilir miyim diye uğraşan insanlar var. Bu beni çok etkiliyor. Bunun ağza alınmaması lazım. Bir de hoşlarına gidiyor, böyle demeçler veriyorlar.

O zamanla kıyasladığınızda bugün öğrencilerin taleplerini ifade ediş biçimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
1948 yılında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi çıkmıştır. Burada insanların toplantı ve gösteri düzenlemeleri temel haktır. Bunlar insanların doğuştan kazandığı haklardır. O zamandan beri enternasyonal olarak, evrensel olarak bu haklar vardır ve anayasaya girmiştir.

Biz Avrupa Konseyi üyesi bir ülkeyiz. Bu haklar izin almaksızın kullanılır. Bu temel hakkı insanlardan koparamazsınız. Koparırsanız “demokrasiyim diyemezsiniz. Şimdi Türkiye, Avrupa Konseyi üyesi olarak bunu kabul etmiş bir ülkedir. Türkiye bunu kabul ediyor ama bu kurala riayet etmiyor. Bu gibi hükümler kendi yasalarınla örtüşmüyorsa imzaladığın o evrensel hükümleri uygulayacaksın diye anayasanın 90. maddesi var. İmza attığımız sözleşmeler geçerlidir.

Demokrasiyiz diyebilmemiz için bunlar değişmeli

Fakat gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı toptan ortadan kaldırmış vaziyette. Avukatları yürütmüyorlar. Böyle olunca da kendi içimizde diyemediğimiz gibi, diğer ülkeler de Türkiye demokratik bir ülkedir demez. Bu basın özgürlüğü açısından da böyledir. Yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı, bunların hepsini adım adım çiğneyen, fiilen ortadan kaldıran bir yönetim altındayız. Kendimize demokratik bir ülkeyiz dememiz için bunun değişmesinden başka çare yok.

Altan Öymen

Medyanın durumu için ne dersiniz?
Türkiye’de basında eşitlik olsun diye kanunlar çıktı. Bunlar uygulanırken ben meclisteydim. Mesela biri Basın İlan Kurumu’dur. Bu neden kuruldu? Her hükümetin gazetelere verdiği devlet ilanları vardı. Bazı hükûmetler bu ilanları sadece kendilerini destekleyen gazetelere veriyorlardı. Bunun önlenmesi ve eşit bir şekilde bu ilanların dağıtılması için Basın İlan Kurumu kuruldu 1960’larda. Ve o kurumun doğru dürüst çalışması sayesinde o sorun ortadan kalktı. Unutuldu bile.

Ama sonra, bugünkü yönetimler, eşitliği sağlamak için kurulmuş bu kurumu hoşlarına gitmeyen gazeteleri ilansız bırakıp baskı altına almak için kullanmaya başladı. Yine RTÜK konusunda aynı şey oldu. Yayınlarda, siyasal partiler ve akımlar arasında eşitlik sağlansın ve kontrol edilsin diye kuruldu. Kontrol edilsin ki tek taraflı yayın yapılmasın. Siyasi partilere eşit davranılsın… Şimdi tam tersine “ekran karartmak” için kullanılıyor. Ekranları herkese açmak için kurulmuş kurumu, iktidarın beğenmediği ekranları karatmak için kullanmaya başladılar. Bu uygulamaları yapanların aklında, eşitliği sağlamak bir yana, sadece özgürlükleri azaltmak, yok etmek var.

Özgür zamanlarımız da vardı bizim, Boğaziçililer çok iyi yapıyor

Şu an gençler için üzülüyorum… Geçmişe bakınca benim gibi birçok insan aslında neler kaybettiğini anlıyor. Darbeler oldu, bir sürü şey yaşandı, hapislere girildi ve çıkıldı, ama yaşananlara baktığınız zaman bardağın yarısından fazlası doluydu. Yani, özgür zamanlarımız da vardı bizim… Şimdi gençler böyle yaşamaya alıştılar. Hep böyle olduğunu ve bunun normal olduğunu zannedecekler. Bundan daha fazlasını istemeyebilecekler. En hayıflandığım budur.

Boğaziçi öğrencileri şu an bunu kırmadı mı?
Çok iyi yapıyorlar… Eskiden Türkiye’de iki üniversite vardı. Biri İstanbul, biri Ankara. Bir toplumsal haksızlığa karşı Ankara’da protesto yapıldığının ertesi günü hem Ankara’da, hem İstanbul’da yapılırdı protesto gösterileri. Anayasa profesörleri vardı. Anayasal hakları üzerine demeçler verirlerdi. Öğrenciler de bunun bilincindeydi.

Şimdi 200 üniversite var. Birçok hukuk fakültesi var, ama buralardan ses çıkmıyor. Aralarında işte, Boğaziçi ve birkaç üniversite daha var. Büyük kısmında tecrübe eksikliği var tabii ama sağduyu diye de bir şey var. Adalet duygusu diye bir şey de var. O duygularla bu kadar adaletsizliğe, çok uzun süre tahammül edilemez. Tahammül edilemez denilince de, hemen akla darbe lafları gelmesin. Hürriyet istemek, hürriyeti yüksek sesle istemek, demokrasinin gereğidir, şartıdır, ‘olmazsa olmaz’dır. Adalet talebi, hürriyet talebi kimin hoşuna gitmezse gitmesin, söylenir, en azından söylene söylene de inşallah kafalara girecek ve seçimlere mutlaka yansıyacak. Ve sonuca varacak… İnsanlar giderek daha çok öğrenecek. Tevfik Fikret’in dediği gibi; “sürmez geceler haşre kadar…” Buna inanmak lazım. Ben de buna inanıyorum.

Türkiye toplumunun haber hafızası konusunda ne düşünüyorsunuz? Eskiden de haberler bu kadar kolay mı unutuluyordu?
Aslında haberler unutulmuyor. Ama yayımlanmaları gecikiyor. Ve bir gün geliyor, tüm ayrıntılarıyla birlikte yazılı basılıp yayınlanıyor. Ve yeniden hafızalara giriyor. Bütün baskı dönemlerinden sonra böyle olmuştur. Türkiye’de de, dünyada da… Baskı dönemlerinde gizli tutulan her şey tüm ayrıntılarıyla, herkesin bilgisine sunulmuştur.

Bugünün gazete yöneticileri ve baş yazarları, bunu kabul etmemeli

Basının Altan Abisi, bugünkü meslektaşlarına nasıl seslenmek ister?
Ben sadece şunu tavsiye ediyorum: Bol bol yazın. En azından günlük tutun. Çünkü, belirttim, bütün bunların yazılacağı günler gelecek.

Bugünün bazı gazetelerindeki herkesi suçlamak yanlış olur. Akılcı da değildir. Yönetici ve baş yazar gibi meslektaşlar için iş değişir tabii… Gazetecilik kurallarına aykırı bir yayın çizgisini onlar kabul etmemeli.

Bu işlerin nasıl olduğu da unutulmamalı. Öyle vergi cezaları yazıldı ki, belirli gazeteleri, sahipleri elden çıkarmak, satmak zorunda kaldı. Direnseler de, direnmeseler de satılacak duruma düştü o gazeteler. Bu sürenin asıl sebebini unutmayalım. Kendi kendimizi de eleştirelim ama, daha az suçlayalım. İktidarın her şeyini gözü kapalı destekleyenler var. Onlar ayrı tabii.

Bu dönemde bugün yazılmayan, ama daha sonra yazılacak çok şey var… Onlar tek tek kayda geçirilmeli. Örneğin bu dönem büyük davalar var. Ergenekon davası, Balyoz davası, Osman Kavala, Selahattin Demirtaş gibi birçok önemli dava var. Bunların tutanaklarının yazılması lazım.

Mesela Yassıada davası büyük bir davaydı ama tutanaklarının kitap hâline getirilmesi, hayli uzun sürdü, açıklanması mümkün olduktan sonra… Çok ilgi ve ayrıntılarının öğrenilmesi hayli gecikti. Şimdiki davalar… Kavala, Demirtaş gibi davalar… Onlardan bahsedilmesi bile bugün çok sınırlı kalıyor. Oysa Demirtaş ve partisi, bu ülkenin partisi…

Kısacası: Yazılacak çok şey var. İleride bunlar çok yazılacak. O zaman, şimdi yazacağınız günlükler okunur. Ben gazeteciler tarafından yazılmış ama yazıldıktan sonra, hemen yayımlanamayıp bir süre bekledikten sonra yayımlanmış çok kitap okumuşumdur. Meslekteki herkes bugünden o günlere hazırlanmalı… Bol bol yazın.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR – HABER HAFIZASI YAZI DİZİSİNDE DİĞER BÖLÜMLER

Eylem Yılmaz

Agos, Radikal ve T24 gibi kurumlarda editör ve muhabir olarak çalıştı. 2016’de Objective'den kazandığı bursla Cizre, Nusaybin, Yüksekova'dan İstanbul'a göç etmek zorunda kalan ailelerle görüşerek hendek çatışmaları ve göçe ilişkin bir yazı dizisi yayımladı. P24'ün Barış Portreleri kitap çalışmasına bir portre yazdı. Prof. Dr. Fuat Keyman ve Ayşe Köse Badur'un Kürt Sorunu: Yerel Dinamikler ve Çatışma Çözümü kitap çalışmasında araştırmacı olarak yer aldı. Euronews Türkçe, Independent Türkçe gibi kurumlara serbest gazeteci olarak yazıyor. Kendi kitabını tamamlıyor.

Journo E-Bülten