Haberdar olmamayı tercih etmek mümkün mü? Kanaat oluşturmak bir insan hakkı mı? Hakikatin er geç ortaya çıkma gibi bir huyu var mı? Bu süreçte okurun sorumluluğu ne?
Kurumların özerkliği ve kişilerin “kafaca özgürlüğü,” insan hakları ihlallerinin önlenmesinde ve insanın değerinin harcanmasının önüne geçilmesinde önemli bir yere sahip. Bugün Türkiye’de yasama, yürütme ve yargının, akademinin ve basının “özerk” olup olmaması ve bu kurumlarda, yapıp etmeleriyle, eylem yaşamlarıyla işleyişi sağlayan, yasalar, kurallar, normlar ortaya koyan kişilerin kafaca özgür olup olmamasından dolayı insan hakları ihlalleri yaşanıyor ya da bazı ihlallerin önüne geçiliyor.
Kamunun habere ulaşmasını ve “doğru” enformasyon edinerek kanaat oluşturmasını sağlaması gereken “basın kuruluşları” var ülkemizde. Ancak bu kuruluşların varlığı tek başına bir şey ifade etmiyor. Çünkü tartışılması gereken asıl konu, basın kuruluşlarının “özerk” olup olmadığı ve bu kuruluşlarda görev yapan basın çalışanlarının etik ve kafaca özgür olup olmadığıdır. Basın özerk, gazeteci kafaca özgür olmadığında ise kamunun bilgi/enformasyon edinme ve kanaat oluşturma hakkı ihlal edilmiş olur.
Peki, haberdar olmamayı, herhangi bir kanaate sahip olmamayı tercih etmek mümkün mü? Bilgi edinme hakkı, “düşünce” ve “kanaat” ne anlama geliyor? Bütün bu kavramlarla ilgisinde ifade özgürlüğünden ne anlamalıyız; bu özgürlük sonsuz, sınırsız mıdır? Basına ve gazeteciye olan güvenin iyice sarsıldığı bir dünyada, sümen altı edilen hakikatin er-geç ortaya çıkma gibi bir huyu var mıdır? Peki, hakikati ortaya koymanın ve hakikate erişmenin önündeki pek çok engele rağmen, gazetecinin sunduğu enformasyonla kanaat oluşturacak olan kişilere düşen sorumluluk nedir?
1. Haberdar olmamayı tercih etmek mümkün mü?
İnsan, çevresinde ve dünyada neler olup bittiğini bilmek, öğrenmek ister. Tıpkı İspanyol yönetmen Luis Buñuel gibi. Buñuel, Son Nefesim isimli otobiyografik kitabını şu cümlelerle bitirir:
- Bir üzüntüm var: Neler olup bittiğini artık bilememek! Sürekli değişen bir dünyadan koparılıp alınmak! Sanki bir dizinin orta yerinden koparılıp alınır gibi. Öyle sanıyorum ki, ölüm sonrasına duyulan merak, eskiden pek yoktu. Veya hiç değişim göstermeyen bir dünyaya daha az rastlanıyordu. Bir itirafım olacak: Kitle iletişim araçlarına duyduğum nefrete rağmen her on yılda bir, ölüler diyarında uyanabilmeyi, bir gazete bayiine kadar yürüyebilmeyi ve bir iki gazete almayı isterdim. Başka bir şey dilemezdim. Kolumun altında gazetelerim, soluk benzimle usulca, duvarların dibinden geçer, mezarlığa dönerdim. Yeniden uykuya dalmadan önce, dünyadaki felaket haberlerini okur, sonra da mutlu bir şekilde, güven verici sığınağımda yeniden uykuya dalardım. (Aktaran: Onat Kutlar. Yazıdaki tüm kaynaklar, en sondaki Kaynakça bölümünde
Gördüğümüz üzere Buñuel, ölüler diyarındayken bile ̶ her ne kadar kitle iletişim araçlarından nefret etse de ̶ ara sıra gazete okuyabilmek ve bu dünyada olup bitenleri bilmek istiyor. Ama o, felaket haberlerini okuduktan sonra yeniden huzurlu uykusuna devam edecek. Yaşayanlar diyarındaki bizler ise böyle bir lükse sahip değiliz ne yazık ki. Yani yeryüzündeki bütün kötü haberleri öğrendikten sonra huzurlu bir uyku beklemiyor bizi; tersine, huzurumuz ve uykularımız kaçıyor.
O nedenle bazen neler olup bittiğini bilmemek istiyoruz. Kimi zaman yeryüzündeki korkunç olayları görmek, duymak istemiyor ve kitle iletişim araçlarıyla aramıza bir mesafe koyuyoruz. Adeta Bartlebylik yaparak –tıpkı Herman Melville’in “yapmamayı tercih eden” Bartleby’si gibi– gazeteden, televizyondan, radyodan vs. uzak durmayı ve bilmemeyi tercih ediyoruz.
Ancak bu çoğu zaman mümkün olmuyor. Böyle bir tercih yapmış olsak da bir yandan tıpkı Buñuel gibi yeryüzünde neler olup bittiğinden, yani savaşlardan, göçlerden-göçmenlerden, doğal felaketlerden, kuraklıktan, açlıktan ve elbette yeni keşiflerden, yeni kitaplardan, filmlerden, sergilerden, umut vadeden gelişmelerden haberdar olmak istiyoruz –her şeye rağmen.
Dolayısıyla kitle iletişim araçlarına karşı başlattığımız başkaldırı çok uzun soluklu olmuyor ve elimiz tekrar gazeteye, televizyon kumandasına ya da bilgisayar ve telefon tuşlarına uzanıyor. Çünkü kendi kanaatlerimize sahip olabilmemiz ve yeni bir düşünce geliştirip ortaya koyabilmemiz, bizi uzak ve yakın çevremizde olup bitenlerden haber eden kitle iletişim araçları sayesinde mümkün oluyor.
Yoksa ne 11 Eylül saldırılarından (2001), ne ABD’nin Afganistan’a ‘demokrasi götürmesi’nden haberdar olabilirdik. Ya da Japonya’daki nükleer santral faciasından (2011), eriyen buzullardan, Afrika’daki açlık, kıtlık ve kuraklıktan ya da Greta Thunberg’in iklim kriziyle ilgili mücadelesinden… Yahut bir yılı aşkın süredir bütün dünyayı teslim alan, tek tek her birimizi tehdit eden COVID-19 salgınıyla ilgili detaylardan ve gidişattan haberdar olamazdık.
2. Kanaat oluşturmak bir insan hakkı mı?
Habere ulaşmak ve “doğru” bilgi/enformasyon edinmekle kanaat oluşturmak bir insan hakkıdır. Haberin ya da daha geniş anlamıyla kitle iletişim araçlarının başlıca amacı, çarpıtmadan (manipüle etmeden) topluma bilgi/enformasyon aktarmaktır. Kişilerin doğrudan tanıklık etmediği, görmediği olaylar hakkında kendi düşünce ve kanaatini oluşturabilmesi, kitle iletişim araçları ve nesnel gazetecilik aracılığıyla mümkündür.
Basının özerk olmadığı ve gazetecilerin, daha geniş anlamda basın çalışanlarının kafaca özgür olmadığı bir toplumda, kamunun doğru bilgiye/enformasyona ulaşması mümkün olmayacağı gibi düşünce ve kanaat özgürlüğü de korunmuyor demektir. Çünkü doğrudan korunan temel kişi haklarından biri olan düşünce ve kanaat özgürlüğünün korunması ya da korunmaması, kamusal özgürlüklerden biri olan basın özgürlüğüne bağlıdır.
Peki, bu korunma ya da korunmama nasıl olur? Tam olarak şöyle: Hem kişilerarası ilişkilerde kişilerin yapıp etmeleriyle, yani eylemleriyle ve aldıkları kararlarla hem de toplumsal düzenlemeyle olur. Dolayısıyla hem etik bir sorun, hem hukuk sorunu, hem de siyasal bir sorun olarak karşımıza çıkar. Neden? Çünkü İoanna Kuçuradi’nin de dediği gibi “devletin ana varlık nedeni bunları korumaktır; dolayısıyla her devlet bunları korumakla yükümlüdür.”
Bugün bir ülkede toplumsal özgürlüğü var kılan ya da tam tersi, kılmayan, o ülkedeki siyasal yönetimdir. Çünkü “toplumsal ilişkileri, insanın değerini koruyan ya da yok sayan ilkelerle düzenleyen odur.”
Düşünce ve kanaat özgürlüğünü de kapsayan temel kişi haklarının korunması bir “değer sorunu”dur. Yani hem insanlararası ilişki sorunu (etik bir sorun), hem toplumsal düzen sorunu (siyasal bir sorun). Bu hakların bir ülkede korunması, bazı yasalar aracılığıyla olur. Yani bazı yasaların varlığı veya yokluğuyla ve yasaların yürütülüp yürütülmemesiyle, bazı kuruluşların varlığı veya yokluğuyla ve bu kurum ve kuruluşlarda işleyişi sağlayan kişilerin kafaca özgür olup olmamasıyla mümkün olur.
Bilgi edinme hakkı, temel özgürlüklerden biri olan düşünce özgürlüğü ve kanaat özgürlüğüyle ilgilidir. Ama öncelikle “düşünce” terimine yakından bakmamız gerekir. Kuçuradi “Düşünce terimi, düşünme etkinliğinin çok çeşitli ürünlerini –fikirleri, anlayışları, kanaatleri, inançları, gereklilik önermelerini…– kapsar” der.
Düşünce özgürlüğü, bilgilenme hakkı ile başlar
İnsan hakları kavramının ışığında bir temel hak olan düşünce özgürlüğü ise, yine Kuçuradi’nin sözleriyle “Herkes egemen olan fikirlere ne kadar aykırı olursa olsun, yeni fikirler ve bilgiler getirme hakkına sahiptir. Bu hak yasal güvence altına alındığında, ‘düşünce özgürlüğü’ dediğimizi oluşturuyor.”
Kanaatler, düşünceler, fikirler ise ancak öğrenildiğinde, öğretildiğinde, yaygınlaştırıldığında, ifade edildiğinde önem kazanır. İbrahim Kaboğlu’nun sözleriyle ifade edecek olursam “Düşünce özgürlüğü, bilgilenme hakkı ve kanaat hakkı ile başlar, ifade özgürlüğü ile devam eder.” Düşünce özgürlüğü ve kanaat özgürlüğü, herkesten ̶ kişilerden ve devletlerden ̶ insanın değerine dokunmama, zarar vermeme talebinde bulunan kişi haklarıdır. Yani insanların bilgiye/enformasyona ulaşmak konusunda engellenmemesi anlamına geliyor bu talep.
Kişilerin kendi kanaat ve düşüncelerini oluşturma, bunları dile getirme hakkı engellenmemelidir. Düşüncesinden dolayı, ortaya koyduğu, dile getirdiği yeni bir fikirden dolayı bir insan kötü muamele görmemelidir. Düşünce ve kanaat özgürlüğünün ve bilgi edinme hakkının engellendiği bir toplumun, demokratik bir toplum olduğundan söz etmek de güçtür.
Büşra Erimli’nin dediği gibi “Siyasal partilerin ve hükûmetin icraatlarını vatandaşlara, vatandaşların taleplerini ve eleştirilerini de siyasal partilere ve hükûmete ileterek katılımcı demokrasinin gerçekleşmesinde” önemli bir rol oynayan medya, aynı zamanda “toplum içindeki grupların kanaatlerini birbirlerine ileterek, toplumsal iletişimin gerçekleşmesine yardımcı olmaktadır.”
Kaboğlu’nun şu sözleri de buna vurgu yapar: “Fikir ve kanaatlere ulaşabilme olanağı ve serbestlik, düşünceye hammadde sağlar; bilgilenme, düşünme yetisini geliştirir. Haber, bilgi ve belgelere ulaşabilme, enformasyon hakkı olarak da nitelenebilir. Bu hak, kanaat oluşturma ve düşünme olanağı sağladığı için düşünce özgürlüğünün ön koşulu ya da temel öğesidir. Kanaat ise düşünce özgürlüğünün bağrında yatar. Kimse, kanaatleri nedeniyle rahatsız edilemez.”
Aksi takdirde insanın değeri harcanır, hatta kimi zaman yaşama hakkına bile kast edilir. Günümüzde ve tarihte bunun örneklerini çokça görebiliriz. Örneğin, Rönesans felsefesini biçimlendiren İtalyan filozof, rahip ve gökbilimci Giordano Bruno evrenin sonsuz olduğunu ve dünyadan başka gezegenler de bulunduğunu söylediği için Engizisyon tarafından yargılandı ve diri diri yakılarak idam edildi. İşte düşünce özgürlüğünü böyle şeyler yaşanmasın, düşüncesini ifade ettiği için insana dokunulmasın diye istiyoruz.
3. İfade özgürlüğü sonsuz mudur?
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 19. maddesi, ifade özgürlüğüyle ilgilidir ve şöyle der: “Herkesin düşünce ve ifade özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak müdahale olmaksızın belli görüşlere sahip olma ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın, bilgi ve düşünceleri her yoldan araştırma, elde etme ve yaygınlaştırma özgürlüklerini içerir.”
Ancak şunun da altını kalınca çizmek gerekir: Bilgi edinme hakkı, kanaat özgürlüğü ve düşünce özgürlüğüyle birlikte yol alan ifade özgürlüğü sonsuz, sınırsız değildir. Yani ifade özgürlüğü birine ya da birilerine iftira atmak, kin kusmak, birilerini hedef göstermek ya da ayırımcılığı ve nefreti körüklemek demek değildir ve böyle bir amaca hizmet etmemelidir.
Bunun önüne geçilebilmesi içinse devlete/devletlere büyük sorumluluk düşer. Çünkü ifade özgürlüğünün taşıyıcıları devletlerdir, kişiler değil. Dolayısıyla ifade özgürlüğü söz konusu olduğunda, bu özgürlüğün bir ülkede ̶ örneğin Türkiye’de ̶ varlığından ya da yokluğundan bahsedilebilir. Düşünce özgürlüğü, kanaat özgürlüğü gibi temel kişi haklarının çiğnenmesini önlemek devletin/devletlerin görevidir. Yasalar yoluyla bu hakların çiğnenmesinin önlenmesi gerekir.
Kamunun doğru bilgiye ulaşıp doğru bir kişisel kanaat oluşturabilmesinin basına/kitle iletişim araçlarına bağlı olduğunu söyledik. Yakın çevresinde ve dünyanın bir ucunda olup bitenlerden ancak kitle iletişim araçları sayesinde haberdar olan insan, kişisel kanaatini, düşüncesini ancak bu yolla oluşturabilir. Bunun gerçekleşmesi de basının özgür/özerk olmasına, gazetecinin tarafsız, objektif olmasına ve haberi objektif/nesnel bir şekilde, hakikati çarpıtmadan (manipüle etmeden) vermesine bağlıdır.
Dolayısıyla hem basının haber verme hakkı ve hem de kamunun haber alma, bilgi edinme hakkı engellenmemelidir. Ancak bu gerek Türkiye’de gerekse dünyada giderek zorlaşıyor. Çünkü basının özgürlüğünden, bir başka ifadeyle basın organlarının özerkliğinden söz etmek pek olası değil. Ama yine de yapılabilecek şeyler var. Her şeye rağmen elimizden bir şeyler gelir. İşte tam da burada tek tek kişilere büyük iş düşüyor.
4. Hakikatin er geç ortaya çıkma gibi bir huyu var mı?
Basın üzerindeki baskı nedeniyle her daim gerçekleri ortaya koymak, hakikati dillendirmek o kadar kolay bir iş değil elbette ve bu nedenle birtakım bedeller ödemeyi de göze almayı gerektirir. Öyle ki dokuz köyden kovulur gazeteci. Çünkü çoğu zaman iktidarlar/siyasiler, sermaye sahipleri ya da medya patronları, gazetecinin görünenin ardını deşmesini istemez, hatta kimileyin görüneni görmezden gelmesini ve göstermemesini, hakikati gizlemesini talep eder.
Oysa Ölü Ozanlar Derneği’ndeki o güzel ifadeyle “Hakikat, ayaklarınızı sürekli açıkta bırakan bir yorgan gibidir” ve bu nedenle sizi rahatsız eder, dondurur, uykularınızı kaçırır. Dolayısıyla ayaklarınızı örtebilmek için daima orasından burasından çekiştirirsiniz yorganı/hakikati ve ayaklarınız kapansa da bu kez sırtınız, kafanız ya da bedeninizin tamamı açıkta kalır. Yani yorganı çekiştirmek hiçbir işe yaramaz, hakikat orada öyle boylu boyunca uzanmaya devam eder.
Gazeteci, o yorganı çekiştirip sündürmemekten, çekiştirenleri engellemekten ve yorganın altındakini açık etmekten sorumludur. Bu o kadar kolay olmasa da, gazeteciyi sınırlandırmaya çalışan bütün zorluklara, baskılara rağmen otoritenin borazanı değil, halkın sesi olmayı başarmış, dokuz köyden kovulsa da onuncu bir köy inşa etmeye girişip hakikati dillendirmiş, kafaca özgür gazeteci örnekleri, her şeye karşın hakikati ortaya koyabilmenin tek tek kişilerin elinde olduğunu gösterir.
Wilfred Burchett: ‘Bunu dünyaya bir uyarı olarak yazıyorum’
Örneğin, atom bombasının atılmasından sonra Japonya’ya giren ve Hiroşima’ya ayak basan ilk Batılı gazeteci Wilfred Burchett, Londra Daily Express’in ilk sayfasında yayımlanan haberine şu kâhince başlığı atmıştı: “Bunu dünyaya bir uyarı olarak yazıyorum.”
Burchett’in uyarısı “varlığı işgal yetkililerince inkâr edilen radyasyon zehirlenmesine” dairdi. Bağımsız ve cesur bir şekilde gerçekleri gün yüzüne çıkaran, nükleer savaşın dehşetini gözler önüne seren Burchett, bu haberinin ardından elbette “kınandı, aleyhinde el birliğiyle düzenlenen propagandaya ve saldırılara diğer gazeteciler de katıldı.”
Ne var ki Burchett’in ortaya koyduğu gerçekler, ilerleyen tarih tarafından teyit edilerek bir insan başarısı olarak tarihsel varlık alanında kayıtlara geçti. Çünkü Amerikalı gazeteci T. D. Allman’ın dediği gibi: “Gerçekten objektif gazetecilik, sadece olguları doğru veren değil, olayların anlamını doğru anlayan bir gazeteciliktir. Sadece bugünün zorunluluğu değil, zaman içinde sınanan bir şeydir. Sadece ‘güvenilir kaynaklarca’ değil, ilerleyen tarihçe de teyit edilir. Gerçeğin on, yirmi, elli yıl sonra da olaylara doğru ve ehil bir ayna tutmayı sürdürdüğü bir gazeteciliktir bu.”
Martha Gellhorn: ‘Yeni tür bir savaşta çarpışıyoruz’
Herşeye rağmen bağımsız ve tarafsız, doğru ve dürüst bir şekilde gazetecilik yapan, ne pahasına olursa olsun hakikati dile getiren, kafaca özgür gazeteci örneklerinden biri de Martha Gelhorn’dur.
1966’da, Vietnam Savaşı sırasında “Yeni tür bir savaşta çarpışıyoruz” diye başlayan bir yazı kaleme alan Gellhorn, bu yazısında şöyle der: “İnsanların bombalarımızdan sağ kurtulmaları imkânsız. İnsanları kuşaklar boyunca yaşadıkları güzelim topraklardan söküp atıyoruz ve onlara ekmek değil, taş veriyoruz. Büyük bir milletin kendi güvenli yurdundan 14 bin kilometre uzakta bir savaş yapması şerefli bir şey midir?”
Oysa “Amerika Birleşik Devletleri’nde hiçbir gazete Amerika’nın yöntemleri ve sebeplerine dair böyle bir açıklamayı yayımlamaya cesaret edemezdi” ama The Guardian böyle bir cesareti gösterebilmişti. İspanya İç Savaşı’nda Ernest Hemingway ile tanışıp onun müstakbel karısı olan Martha Gelhorn; gözüpek, ıslah olmaz ve cesur bir gazeteci olarak mesleğini icra etmeyi hep sürdürdü. “Gerçek daima yıkıcıdır” sözünün sahibi Gelhorn, “1944’te kadınların cepheye gitmeleri yasaklanınca, Normandiya’ya giden bir hastane gemisine gizlice girmiş ve askerlerle karaya çıkmıştı. Bir yıl sonra Dachau’daki Nazi ölüm kampına ilk girenlerden biri de oydu.”
Tarihte Burchett ya da Gelhorn gibi işini iyi yapan birçok gazeteci örneğine rastlamak mümkündür. İşte bu gibi etik kişi örnekleri, günümüz gazetecileri için de bir ışık, umut ve yol gösterici olabilir. Bu örneklerde, fiilen gerçekleştirdikleriyle, yani yarattığı değerlerle değerlenen, insan olmaya çalışan, etik kişi örneği diyebileceğimiz gazetecileri görürüz. Bu örnekler, gazeteciliğin amacına uygun yapılmasını engelleyeceği dile getirilen pek çok soruna rağmen, yine de insandan sorumlu gazetecilik anlayışının her zaman ve her yerde mümkün olduğunu ortaya koyuyor.
Her ne kadar günümüzde basın özgürlüğü, kâğıt üzerinde yasal güvence altına alınmış olsa da, basın üzerindeki baskı, sansür uygulamaları, akreditasyonlar, operasyonlar, fiziki ve sözlü saldırılar mesleğin var olduğu günden bu yana sürüyor. Ancak buna rağmen işini amacına ve işlevine uygun yapmayı başaran kafaca özgür gazetecilerin de her devirde var olduğunu biliyoruz, görüyoruz. Sayıca az olsalar da varlar. Kafaca özgür gazetecilerin sayısının artması ise felsefî-etik bilgiye dayalı insan hakları bilgisiyle mümkün olabilir.
Dolayısıyla gazetecilik mesleğindeki sorunların aşılması da kimsenin boyunduruğunu kabul etmeyen, kendi yasalarını kendisi koyan, izleyeceği yolu kendi içinde taşıyan, aklını kullanma cesaretini gösteren, tercihleriyle, yani yaptıkları ve yapmadıklarıyla “özgür kişi” olduğunu ortaya koyan, yaşamıyla iz bırakan ve bırakacak olan gazeteciler sayesinde mümkün olacaktır denebilir.
5. Okurun sorumluluğu nedir?
Peki, hakikati ortaya koymanın ve hakikate erişmenin önündeki pek çok engele rağmen, gazetecinin sunduğu enformasyonla kanaat oluşturacak olan kişilere düşen sorumluluk nedir? Elimizden ne gelir?
Basının baskı altında olduğu, özgür kişi özelliği taşıyan gazetecilerin sayıca az olduğu ve hakikatin bile isteye gizlendiği ve çarpıtıldığı günümüz dünyasında, medyanın yeniden ürettiği gerçekliğe karşı okurun/toplumun da uyanık olması ve Onat Kutlar’ın sorduğu şu soruları kendine sorması gerekir: “Neyi arıyoruz gazetede? Bizi acıtsa, kanatsa, karamsarlığa yöneltse bile gerçeği mi, yoksa bizi avutacak, rehavete salacak, ya da mış gibilerimizi okşayacak yumuşak bir kâğıt mendil mi? Hani ne bebek kakasını, ne kanı ne de alın terini hiç göstermeyen şık, güvenli ve zararsız, hijyenik kâğıtlardan birini mi?”
Ya da şık, güvenli ve zararsız, hijyenik bir televizyon, radyo, internet gazetesi mi? Bağımsız/özerk, etkili bir medya ve demokrasinin varlığı için gazeteci kadar “okur” da sorumludur.
UNESCO’nun eski genel direktörü Federico Mayor’un şu sözleri de buna işaret eder:
- Medyanın özgürlüğü olmadan, söz ya da görüntüyle düşüncenin serbest dolaşımı olmadan demokrasi olamaz. Bu nedenle ifade özgürlüğünü engelleyen en küçük pürüz demokrasiyi zedeler. Ancak özgürlüğün araçları yoksa bağımsız bir basından söz edemeyiz. Bence en önemlisi bilinçli ve bilgili okurlardır. Onlar olmadan, ne özgür ve etkili bir basın var olabilir ne de gerçek bir demokrasi. Demokrasinin güvencesi bilinçli ve sorumluluk sahibi yurttaşlardır.
Peki gazetecinin ürettiği haberin alıcısı olan ‘okur’a ya da kamuya, yurttaşa düşen sorumluluk nedir? Okur, bilgi edinmek, hakikate ulaşmak, kendi kanaat ve düşüncesini oluşturabilmek için neler yapabilir?
Lee Mcintyre’nin Hakikat-Sonrası isimli kitabından derlediğim şu cümleler, herkes için yol gösterici olabilir:
- Eğer bilginizi tek bir kaynaktan alıyorsanız (yani, belirli bir kanaldan duyduklarınıza duygusal tepki verirken buluyorsanız kendinizi) haber kaynaklarınızı çeşitlendirmenin zamanı gelmiştir.
- Haber kaynaklarını düzgün bir şekilde süzgeçten geçirmeyi ve duyduğumuz bir şeyin uydurma olduğunu “nasıl” bilebileceğimiz sorusunu kendimize sormayı öğrenmemiz gerektiği anlamına gelir.
- Daha iyi işleyen haber mecraları istiyorsak onları destekleyebiliriz. Biri bize yalan söylediğinde, ona inanmayı ya da her türden yalana karşı çıkmayı tercih edebiliriz.
- Birilerinin gözümüzü boyamaya çalıştığı bu dünyada nasıl davranacağımız kendi kararımızdır. Hakikat, her zaman olduğu gibi hâlâ önem arz etmektedir. Vakitlice bunun farkına varıp varmamaksa bizim seçimimizdir.
- “Hakikat ayağına pantolonunu geçirmeden, yalan dünyanın etrafında yarım tur atar” sözü eski bir klişe olabilir. Ancak bu söz, eğitilmemiş insan doğası üzerine söylenmiştir, bu doğayı aşma potansiyelimiz için değil. Elektronik bilgi dağılımı, yalanları yaymak için kullanılabileceği gibi hakikati yaymak için de kullanılabilir.
Birtakım güç odaklarının propaganda aracı haline dönüşen günümüz medyasının, bağımsız/özgür/özerk olduğunu söylemek mümkün değil. Özerkliğin olmadığı yerde, hakikatten söz etmek de mümkün değil. Onat Kutlar’ın dediği gibi “Medya devleri bize, üç kuruş para kazanmak uğruna, gerçeğe aykırı, sözüm ona çarpıcı, ama tümüyle uydurma bir dünya sunuyor.”
Mcintyre: ‘Olgulara karşı duramazsınız’
Dolayısıyla yurttaşların haber alma özgürlüğünü, düşünce ve kanaat özgürlüğünü değil, bağımlı olduğu kimi grupların çıkarlarını gözeten, hakikatten uzaklaşıp kendi hakikatini yaratan bir medya söz konusu. Polonyalı gazeteci Ryszard Kapuściński’nin de belirttiği gibi “20. yüzyılın ikinci yarısında kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle beraber, medya tarafından üretilen farklı bir gerçekliği daha yaşar duruma geldik. İşin akla aykırı, dramatik ve bir o kadar da tehlikeli tarafı, gerçeklikten uzaklaşıp medyanın ürettiği gerçekliğin her geçen gün daha fazla etkisi altında kalmamız.”
Wilhelm Reich’ın Küçük Adam’a söylediği şu sözler, günümüzde artık ne gazetecileri ne de okurları şaşırtıyor gibi görünmektedir: “Kendi gazetelerinin, tören yürüyüşleri, allanıp pullanma, madalyalar, kurşun sıkmalar, ipe çekmeler, yüze gülüp ardından sövmeler, ustalıklı hileler, seferberlikler, ateşkesler, sonra gene seferberlikler, anlaşmalar, savaş talimleri ve bombalamalardan başka bir şey yazmadıklarını görecek, bunun nasıl olduğunu, başına gelecek felaketleri nasıl da sezinlemediğini bir türlü anlayamayacaksın.”
Oysa gerek haberin üreticisi olan gazeteciler gerekse haberin tüketicisi olan okurlar/dinleyiciler/izleyiciler olarak başımıza gelecek felaketleri bugün apaçık görebiliyoruz. Bugün tam anlamıyla “Gerçekliğin medya tarafından yaratıldığı, her türlü kural ve ölçütün değerini yitirdiği bir dünyada yaşıyoruz.”
Ancak şunu da çok net bir şekilde biliyoruz: Hakikatin üstünü bile isteye örten, sırf bir propaganda aracına dönüşen, savaştan beslenen, yönetilenlerin değil yönetenlerin/iktidarların/muktedirlerin sesini duyuran, hak ihlallerine yol açan bir medya, ister istemez toplumun uzağına düşüyor ve gazetecinin itibarı giderek daha fazla zedeleniyor. Ve unutmamak gerek: Erbil Tuşalp’in dediği gibi “Gazetecilik herkesin önünde yapılan, milyonların önünde yapılan şeffaf bir iş. Doktorlar hatalarını gömerler, terziler hatalarını dikişlerin arasına gizlerler ama gazeteciler hatalarını, ertesi gün on binlerin önüne sererler.”
Dolayısıyla gazetecinin “hakikate” karşı sorumlu olduğunu unutmaması gerekir, çünkü hakikat ve hakikat olmayan, er geç gün yüzüne çıkar ve on binlerin önüne serilir. Olgular değişmez, yok olmaz. Mcintyre’ın Hakikat-Sonrası isimli kitapta vurguladığı gibi “Ne kadar palavra, yalan, zırva sıralarsanız ya da Polyannacılık oynarsanız oynayın, olgulara karşı duramazsınız.”
- Onat Kutlar (2019), Gündemdeki Konu, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, s. 36.
- İoanna Kuçuradi (2010), Çağın Olayları Arasında, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları, Dördüncü Baskı, 61.
- a.g.e., s. 63
- İoanna Kuçuradi (2011), İnsan Hakları: Kavramları ve Sorunları, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları, İkinci Baskı, s. 109.
- a.g.e., s. 110.
- İbrahim Kaboğlu (2002), Özgürlükler Hukuku, Ankara: İmge Kitabevi. Altıncı Baskı. s. 336.
- Büşra Erimli (2014), “Gazetecilik Meslek İlkelerinin Uygulanmasını Engelleyen Unsurlar ve Çözüm Önerileri”, İnsan&İnsan, sayı 1. s. 23.
- Kaboğlu, a.g.e., s. 335.
- Nancy H. Kleinbaum (2012), Ölü Ozanlar Derneği, İstanbul: Bilge Kültür Sanat Yayınları, s. 64.
- John Pilger (2010), Bana Yalan Söyleme/Araştırmacı Gazeteciliğin Şahikaları, İstanbul: Agora Kitaplığı, s. xii.
- Pilger, a.g.e., xii.
- Pilger, a.g.e., s. xi.
- Pilger, a.g.e., s. 1.
- Pilger, a.g.e., s. 1.
- Pilger, a.g.e., s. 2.
- Onat Kutlar (2019). Gündemdeki Konu. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, s. 120-121.
- Kutlar, a.g.e., s. 120.
- Kutlar, a.g.e., s. 23.
- Ryszard Kapuściński (2018), Bu İş Siniklere Göre Değil/İyi Gazetecilik Üzerine Konuşmalar, Çeviren: Berk Cankurt, İzmir: Delidolu Yayınları, s. 97.
- Wilhelm Reich (2009), Dinle Küçük Adam, Çeviren: Şemsa Yeğin, İstanbul: Payel Yayınevi, Onüçüncü Baskı, s. 136.
- Kapuściński, a.g.e., s. 99.
- Faruk Bildirici (04.2017), İletişim Bilimciler Konuşuyor/Sözcüklerimiz Kimin Cebinde? 18.02.2019, https://www.youtube.com/watch?v=Hk0CbREGbac
- Lee Mcintyre (2019), Hakikat Sonrası, çeviren: Mehmet Fahrettin Biçici, İstanbul: Tellekt Yayınevi, s. 153.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR – 15 SORUDA ETİK GAZETECİLİK