– Türkiye’nin gündemi bu kadar yoğunken hangi konuları çizeceğine nasıl karar veriyorsun?
Gündem yoğun olunca dışarıdan bakıldığı zaman, “malzeme yine çok” şeklinde yorumlar oluyor ama aslında çeşitlilik yok. Aynı şeyler oluyor. Dokunulmazlıkların kaldırılması meselesi mesela… 90’larda çok benzer bir şey oldu ve o konuda ben çok şey çizdim zaten. “Türkiye böyle bir deneyim yaşadı ve bunu aştı” diye düşünüyorsunuz ama benzer süreçler tekrar yaşanıyor. O zaman ona çizecek bir şey bulamıyorum. Ara sıra gündem dışına da çıkmaya çalışıyorum artık çünkü sıkıcı hale gelebiliyor. Müzikle ilgili olabilir. Radiohead yeni bir albüm çıkardı, onunla ilgili bir köşe yaptım mesela. Onun etrafında hafifçe siyaseti gezdirdim. Bu hafta ‘Saray darbesi’ denilen bir süreç yaşandı. Başbakanın kim olacağına dair bir bilinmezlik vardı. Bu konu üzerine bir hafta daha yorum yapmak istemedim.
– Neden?
Davutoğlu’nun gözden çıkarılması ile ilgili bir şey çizmiştim ve bunun üzerine daha fazla söylenecek bir şey yok zaten. Bir kişinin dudakları arasında her şey ve herkes oradan ne çıkacağına bakıyor.
– Bu sığ siyasi gündem sanatçıları da kısırlaştırıyor mu?
Ben en azından öyle olduğunu düşünüyorum. Çoraklaştığımızı düşünüyorum. Çağdaş düşünce ve yazın dünyasını gözünün önüne getir, bir de bizim Türkiye siyasetini izleyen birinin okuduğu insanları düşün. ‘Abdülkadir Selvi ne yazdı’ diye düşünüyorsun. Ya da Ahmet Hakan’ı, Levent Gültekin’i okuyorsun çeşitli vizyonlara haiz olmak için. Bu bizi besleyen bir şey değil. Başka bir ülkenin tarihini okuyarak daha derin bir bakış açısı edinebilirsin. Türkiye çok kendi içine kapalı bir ülke… Kendi içimizde tartıştığımız şeyler de dönüp dolaşıp aynı yere geliyor.
– Karikatürlerinde siyasetin kıyısından geçtiğin zaman okurdan, “Keşke şunu çizseydiniz” gibi geri bildirimler alıyor musun?
Aslında çok nadiren kıyısından geçiyorum, çoğu zaman tam ortasındayım. Ben kendimi, yani neyi çizmek istediğimi düşünüyorum öncelikle. Popüler olanın etrafında örülen bir yapısı var köşenin ama bazen çok popüler olmayan bir şeyi de canım istediği için yapmayı göze alabiliyorum. Çoğunlukla kendi fikirsel mücadeleleri yok mizah dergilerinin. Daha çok insanların ne konuştuklarına, ne izlediklerine bakıyorlar. Benim köşem de o çizgiyi takip ediyor. Ama karikatür, köşe yazısı gibi bir şey değil. Çok içten, kişisel bir şey… Bir çizerin bir politikacıyı nasıl çizdiği, kulaklarını, burnunu nasıl abarttığı çizerin karakteriyle ilgili olabiliyor. “Çizdiğin tipler aynı senin gibiymiş” lafı bize çok söylenir. Ben de duydum bunu. Karikatürün öyle bir öznelliği var yani.
– Çizmeye başladığın yıldan bu yana karikatür camiasında ne gibi değişiklikler yaşandığını gözlemliyorsun?
Her şey çok değişti. Basın değişti. Bu durum bizi de etkiledi. Bizim de dijitalle bir rekabet durumumuz var. Basılı mecra başka bir şey… Dijitalde bizle denk olmayan, bizdeki sanatsal derinliği içermeyen bir sürü türle rekabet etmek durumunda kaldık. İnternet’te yapılan siyasi komiklikleri düşün, bizim yerimizi aldı aslında birçok açıdan. İnternet siteleri, sözlükler ve sosyal mecraların ürettiği içeriğe, “şuna bakayım da biraz güleyim” diyen bir sürü insan var. Onlar günlük ve daha hızlı tepki veriyorlar gündeme. Biz gündemle sınırlı değiliz, siyasi gündem dışında da çok şey yapıyoruz. Penguen pazartesi yapılıyor, çarşamba çıkıyor. Perşembe günü diyelim, başbakan görevden alındı. Siz anca bir hafta sonra ona reaksiyon üretebiliyorsunuz. O zamana kadar yapılacak bütün parlak espriler yapılmış ve gülünmüş ve çoktan başka bir konuya geçilmiş olunabiliyor.
– Bir hafta geçmiş olsa da herkesin çok konuştuğu bir konuyla ilgili çizme sorumluluğu hissediyor musun?
Evet, hissediyorsun. Çiziyoruz da zaten ama İnternet’teki hızda olmuyor.
– Mizah dergilerinin ekonomik olarak durumu nedir şu an?
On yıl öncesindeki gibi satışlar yok. Satışlar dergiyi döndürüyor ama fuar ürünleri gibi destekleyici etkenler de bir kenarda duruyor. Umut verici olan şey, hâlâ patronların çizer olması. Aynı düzlemde buluşabildiğin insanlar derginin imtiyaz sahipleri. Bu da olmuyor olsa zaten yapılmaz bu iş.
– Otosansür uyguladığın oluyor mu?
Ben 10 yıl boyunca dergide editoryal olarak sansüre uğramadım. Çizmek istemediğim şeye kendim karar veriyorum. “Editör bunu nasılsa istemez” diye bir şey olmadığı için rahatım. Ancak, “bunu şimdi böyle çizersem biçime takacaklar ve içerik güme gidecek” dediğim oluyor ki bu şekilde içinde yaşadığımız iklimden etkilenmemek mümkün değil.
– Karikatürlerine açılan dava var mı?
Yok ama Penguen’in davaları çok. Orada da daha çok kapaklar üzerinden yürüyor. Burada can sıkıcı olan bir şey var. Mesela, çok sert bir espri olabiliyor, “birilerini rahatsız eder” diye düşünüyorsunuz. Etmesini de istiyorsunuz ama sonra anlamsız bir öge karşınıza çıkabiliyor. Bir örnekle anlatmam daha rahat olabilir: Recep Tayyip Erdoğan yeni cumhurbaşkanı olduğu zaman Penguen bir kapak yaptı. O kapakta Erdoğan’ın elini sıkan kişinin ceket ilikleyişine dava açıldı. BİMER’e yapılan bir şikâyet sonrası savcılık, “derginin son kapağında Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a hitaben karşısındaki kişi amiyane parmaklarıyla top işareti yapmıştır” diyerek iddianame hazırladı. Böyle deli saçması şeyler oluyor. O zaman otosansür uygulayacak olsan neyi sansürleyeceksin? Neye canlarının sıkılacağı kestirilebilecek bir şey olmuyor. Çizgi dünyasına bizim baktığımız gözle bakmıyorlar. Görme biçimleri farklı herhâlde.
– Peki, mevcut siyasi ortam mizahçıları nasıl etkiliyor?
Mizah dergilerinden bahsedersek, siz gazeteciler kadar etkilemiyor, çok net. Siz çalışacak yayın bulamıyorsunuz. Patron bizi siyasi görüşümüz nedeniyle işten çıkarmıyor. Ana akım olmadığımız için belki, şimdiye kadar en azından siyasi figürler tarafından isim verilerek tehdit edilmedik.
– Diyarbakır’a haber nöbeti için gidenlerden biri de sendin. İlk gidişin miydi?
Evet.
– Beklediğinden farklı bir yerle mi karşılaştın?
Sur’da sokağa çıkma yasağının yeni kaldırıldığı zamandı, yaklaşık bir hafta olmuştu. Canım çok sıkılarak gittim. Kültürel tarihini, kent dokusunu merak ettiğim bir kenti barış içinde görmek isterdim. Keşke bu savaş konsepti hayata geçmemiş olsaydı. Çok yabancı olduğum bir coğrafya ve siyasal dünya. Aceleci olmadan incelemek, fotoğraf çekmek, insanlarla konuşmak ve birtakım notlar almakla geçti. Hızlıca bir üretime dönüştürmektense hâlâ üstünde düşünüyorum. Okuyup ettiklerimiz çok soyut. Karikatürde aslında temsili olarak ele alıyoruz ya, coğrafyalar da öyle. Kafamızda bir yargı oluyor, onun üzerinden düşünüyoruz. Bizzat temas kurduğun zaman bambaşka şeyler görüyorsun. Bir günüm Azadiya Welat gazetesinde konuk çizer olarak geçti. Diğer gün Sur’daydım ve bunun yarısında şehri 11-12 yaşlarında bir çocukla gezdik. Kafasına göre takılırken bizi de gezdirdi. Bunların yarattığı duygu, bir iz bıraktı.
– Paris’te yaşanan Charlie Hebdo katliamının sende uyandırdığı hissiyat ne olmuştu?
Dışarıdan bakan, “her gün insanlar öldürülüyor zaten” diye görüyor. Böyle okudu bir sürü insan. Benim için çok sarsıcı olmasına neden olan tek bir cümle var: “Karikatür çizdikleri için bir dergi dolusu insan taranarak öldürüldü.” Bu, çok ağır… Biz de bu şekilde okuyoruz doğal olarak. Bir dergi dolusu insan olarak biz de karikatür çiziyoruz ve tehdit alıyoruz. Bunu bu şekilde görmek çok umutsuz… Ancak unutuldu gitti tabii, bir sürü şey gibi.
– Son zamanlarda etkilendiğin bir sinema filmi var mı?
Mehmet Can Mertoğlu’nun ilk uzun metrajlı filmi; “Albüm.” Daha Türkiye’de gösterime girmedi ama afişini yaptığım için izleme şansım oldu. Cannes’da Eleştirmenler Haftası’ndan ödülle döndü geçen hafta. Genç bir yönetmenin kendine özgü sinemasının doğuşunu görmek güzel… Birden fazla kez seyrettim filmi afiş yapacağım için. Heyecanlandım açıkçası. Türkiye’yle ilgili, buradaki insani malzemeyi anlatan bir film… Bir yabancının filmi izlerken Türkiye’ye nasıl bakacağını düşündüm.
– Türkiye’de film afişinde kullanılan görselin illüstrasyon olması pek rastlanan bir durum değil bu arada, değil mi?
Evet, dünyada da öyle sayılır. Film ekibinin vizyonuydu ve çokça cesurca bir şey… Mehmet Can Mertoğlu’na da açıkça söyledim mesela. Ben bir film çekiyor olsam bir illüstratöre afiş yaptırmam çünkü kendi görsel dili var filmin. Alıp başka birine yepyeni bir şey çizdiriyorsun, o çok soyutluyor. Ama film buna da uygun. Çok özgür, kendi doğasında ilerleyen bir film…
– Film afişi senin için de yeni bir deneyim olmuş böylece.
Çok ilginç, evet… Tiyatro afişleri yapmıştım daha evvel. Ancak tiyatro afişleri, kitap kapakları daha imgesel… Film afişinde oyunculara benzer imgenin görünmesi gerekiyor. Olmasa da olur ama bu tür gereklikler üzerinde çalışmaya başlamıştık. O yüzden zor ama beraber çalıştığım insanlar çok donanımlı ve her türlü işbirliğine hazırlardı. Beğendiğim bir filmin afişini yaptığım için çok mutlu oldum.
– Çok gülen bir insan mısın?
Evet. Komik olmayan şeylere de çok güldüğüm oluyor.
– Yakın zamanda neye çok güldün mesela, hatırlıyor musun?
Siyasi bir video montaj vardı. Bobiler.org‘da “Saturday Night Live” programında Jim Carrey ve iki kişiden oluşan bir üçlünün sahnesi kullanılmış. Binali Yıldırım, Berat Albayrak ve Bekir Bozdağ’ın kafalarını koymuşlar o üçünün yerine.
– Türkiye’de yaşayan bir sanatçı olarak gelecekten umutsuz musun?
Çok beklenmedik şeyler oluyor. Bunlar iyi de olabiliyor kötü de olabiliyor. Umutsuz olmak umutsuzluğu çağırır ama yıllar sonra hâlâ aynı şeyleri çizmek konusunda kendi açımdan umutsuz olabilirim. Yani bu işe devam edersem aynı şeyleri çizerek çürüyüp gidebilirim. 2050’lerde belki yine Meclis’e dokunulmazlık oylaması gelmiş olacak, ÖHP partisi olacak ve parti Meclis’ten atılacak! Ben bunları çizmek istemiyorum. Bu açıdan umutsuzum. Başımda saç kalmamış, “bari 2010’lardaki gibi olmasın” gibi laflar konuşuluyor olabilir hâlâ.