Dün, kültür ve edebiyat dünyamızın duayeni (ben demiyorum, öyle tanınıyor) bir yazı yazdı ve yazısında Bob Dylan’ı yeni duyduğunu itiraf etti.
Şaka gibi!
Ama daha da şaka gibi olan şey, bu durumun benden başka pek az kimseye garip gelmesi.
Blowin’in the Wind’i, Like a Rolling Stone’u, The Hurricane’i, The Times They are a Changin’i bilmeden nasıl kültür sanat duayeni olunur ki acaba?
Bob Dylan’ın protest şarkılarına sadece şarkı (ya da türkü) muamelesi yapılabilir mi? Her biri insanlığa / insan olmaya dair bir öyküdür o şarkıların. Her biri en hakikisinden şiirdir.
Bu meseleye çok kafamı taktım. Çünkü, ülkenin bugün içinde yuvarlandığı kültür sanat rezilliğinin dibinde bence tam da bu yatıyor: Yıllarca köşe başlarını tutmuş bu edebiyat bilirkişilerinin(!) katılıkları, kibirleri ve dünyadan bihaberlikleri!
Bu tiplerin kafasında, misal, klasik müzik her zaman halk müziğinden üstündür. Rock müzik, protest müzik falan, geçiniz! Edebiyat klasiklerinin üstüne toz kondurulmaz. Yeni olan her şeye ise kuşkuyla yaklaşılır. Yeni çıkan romanlara (eşin dostun değilse!) dönülüp bakılmaz bile. Yeni yazarlar adamdan sayılmaz. Falan filan.
Oysa sanatta tek bir kriter vardır: Duyduğun, dinlediğin, okuduğun, seyrettiğin şey kalbini titretiyor mu, içten mi, yeni bir şey söylüyor mu, bambaşka bir bakış açısı getiriyor mu? Bunları yapabiliyorsa, o gerçek sanattır.
Olaya öyle baktığında Mozart, Bob Dylan, Dostoyevski, Oğuz Atay, Salinger, Picasso… Hepsi birdir. Aralarında hiçbir fark göremezsin. Çünkü bunların her biri insanlık durumları üstüne, insan olmak üzerine ‘gerçek’ bir şeyler yazmış, çizmiş ya da bestelemiştir.
Ama bizim kibirli edebiyat ve sanat otoritelerimiz için, olay böyle değildir. Mozart onlar için Bob Dylan’dan üstündür. Dostoyevski de Karl Ove Knausgaard’dan. Niye? Öyle işte!
Zamanında Oğuz Atay’ı yalnızlıktan, kahrından öldüren şey, o günün eleştirmenlerinin bu tavrı değil miydi?
Bakmayın şimdi yere göğe koyamadıklarına!
Bu ‘kültür sanat dükalığı’ yüzünden, bu kibirli adamlar yüzünden, bu ülkede edebiyat yıllarca tutuklu kaldı. Hem gerçek, hem mecazi anlamda.
İnternet devriminden sonra, nihayet bu beyzadelerin dükalıkları gümbürdedi.
Bir yandan internet devrimi, diğer yandan liberalizm rüzgârları, edebiyatı da özgürleştirdi.
Bu kaskatı adamların şerrinden edebiyat dünyası biraz kurtulur gibi oldu…
Ama heyhat! Bu defa da sap saman birbirine karıştı. İpini kopartan herkes edebiyat (?) adına ortalığa daldı, kültür sanat dünyamız bostana döndü.
Bakın bugünkü duruma: hiç kimsenin doğru dürüst kitap okumadığı ülkede herkes ‘yazar!’ Yayınevleri parasını bastıran herkesin kitabını basıyor.
Nasıl oluyor da yazar oluyor bu insanlar peki?
Alıntılar-çalıntılar sağ olsun. İş bilenin, kılıç kuşananın! İnternet çağındayız. Bilgi bir tık uzağımızda sadece. Kim daha iyi çalıp çırpıyorsa, kim daha iyi kotarıyorsa, kim daha iyi ambalajlıyorsa, ortalığa kim daha iyi gaz veriyorsa, onlar iyi yazar sayılıyor sayın ülkemizde.
Mesela, ülkemizin en çok satan yazarı, ilkokul mezunu çıktı. Bu da şaka gibi. Kitabı ‘Allah De Ötesini Bırak!’ ne anlatıyor biliyorsunuzdur herhalde. Dünyada basılmış, yankı uyandırmış birçok kişisel gelişim kitabından, kutsal kitaplardan alıntıları, olabilecek en basit dille (çünkü halkımıza diğer türlüsü ağır geliyor, okuyamıyorlar) harmanlamış.
Şakır şukur satıyor.
Ama tüm dünyada fırtınalar kopartan, edebiyatta çığır açan romanlar ülkemizde sadece 800 adet ya da bin adet, taş çatlasın iki bin adet satıyor. Gerçek okur sayısı o kadarcık.
Cehalet ve arsızlık, zehirli sarmaşıklar gibi her yanı sardı.
Alın işte, dünkü rezilliği!
‘Aramızda Kalmasın’ adlı TV8 programında, Kürk Mantolu Madonna’yı piç ettiler.
Adını burada anma zahmetine giremeyeceğim sunucu, Madonna’yı şarkıcı Madonna sanırmış meğer. Diğer sunucu, rejinin dürtüklemesiyle, “kitap 1943’te basılmıştı ama!” diyor. Kadında cevap hazır: “Aaa, o yıllarda Madonna var mıydı?”
Yediği halt nihayet kafasına dank ettiğinde ne yapıyor peki? “Özür dilerim, hiç okumadığım kitap hakkında ahkam kestim!” mi diyor?
Hayır!
Büyük bir arsızlıkla lafı çevirmeye çalışıyor. Kitabı okumuşmuş da, altını çizecek cümle bulamamışmış da, keşke filme çekilmeseymiş de, cart curt…
Resmen midem bulanıyor!
Neden tepemizde bu kokuşmuş insanlar?
Çünkü ülkede ‘gerçek’ edebiyat insanı, eleştirmeni yok.
Ne demek ‘gerçek?’ Edebiyatı gerçekten seven, yeni yazarları ve yeni kitapları takip eden, okuru iyi yönlendiren, adil eleştiriler yapan, amacı eşe dosta şirin görünmek değil edebiyatımızın gelişmesine katkıda bulunmak olan, kısacası profesyonel olan insanlar…
Böyle insanlar medyada barındırılmıyor.
Medya böyle insanlara para vermiyor, medya böyle insanları istemiyor.
Medya rating derdinde. Ne kadar çok rezillik, o kadar çok rating!
O yüzden, meydan zırcahillere kalmış. Bir de 40 yıllık turşulara.
Böyle bir ülkede gerçek bir edebiyatçı ne yapsın?
Böyle bir ülkede dürüst bir insan ne yapsın?
Böyle bir ülkede ‘gerçek bir insan’ ne yapsın?
Delirmekten başka.