Yorum

Acının zaman aşımı olamaz

Fotoğraf: Özcan Yaman / Journo
Ankara katliamı ve nefretin sonuçları üzerine.

“Gözlerimizi acılarımıza kapatamayız. Gözlerimizi acılarımıza kaparsak eğer; köksüz ve ruhsuz bir ağaca döner, çürür gideriz…” Bir Afrika atasözünde böyle diyor; acılara göz yummanın insan ruhunu çürüteceğinden söz ediyor.

Bütün dinlerin ve kurtuluş öğretilerinin üzerine gelecek, inşa ettikleri insanın acı hafızasından çıkmış bu söz elbette esaslı bir tecrübeye dayanıyor. Hayatın derinliklerinden çıkan bu tecrübe, insanca yaşamanın ve ruh sağlığını korumanın yolunu gösteriyor.

Ayrıca bu söz, acının zamandan daha güçlü olduğu gerçeğinden hareket ediyor. Acının zamanaşımı olamayacağını söylüyor.

HATIRLAMA EGZERSİZLERİ
Gerçekte de öyle; acı, sonsuzluğa sahip canlı bir organizma gibi yaşamayı sürdürüyor. Acı; yaslı yüreklerde, yaralı bilinçlerde, söylencelerde, edebi metinlerde vd. çağlar boyu yaşıyor ve olur olmaz her yerde insanın karşısına çıkıyor. Dolayısıyla sağlıklı bir yaşam için acıyla yüzleşmek, kanayan yara her neyse onu iyileştirmek gerekiyor.

Öte yandan çağımız bunun için muazzam fırsatlar sunuyor. Bilgi ve iletişim çağı sayesinde şimdiye kadar bastırılmış acılar da harekete geçiyor. Acılı geçmiş küresel çağ ile birlikte önündeki engelleri aşmaya ve konuşmaya başlıyor. İletişimdeki baş döndürücü bu gelişmeler hatırlama egzersizleri yapılmasına, hafızanın canlanmasına, tarihin tozlu arşivlerinde unutulmaya yüz tutmuş acılı olayların sorgulanmasına ve giderek yeni bir tarihin yazılmasına olanak sağlıyor.

ACIYA SAYGI
Küreselleşmenin etkisiyle ülkeler ve toplumlar arasındaki ilişkiler gibi, ülkelerin ve toplumların iç ilişkileri / etkileşimleri de giderek gelişiyor. Bu nedenle konuşmaktan ve hesaplaşmaktan kaçınmak eskisi gibi kolay olmuyor. Bu da ortak duyarlıklıklar ve ortak paydalar ekseninde bir arada yaşama iradesini güçlendiriyor. Bu sayede birbirinden farklı toplumlar; dini ve etnik gruplar karşılıklı etkileşim içinde birbirlerinin acı ve özlemlerini keşfediyor, birbirlerine dokunmaya, empati yapmaya, bu eksende ortak bir gelecek kurmaya çalışıyor.

Küresel çağ kimseye bir başkasının yaşadığı soruna ve acıya sırtını dönme fırsatını vermiyor. İç ve dış göçler sayesinde ‘mülti-kültürel’ özellik kazanmış günümüz dünyasında bir arada barış içinde yaşamanın yolu her şeyden önce birbirinin acılarına saygılı olmaktan, onları paylaşmaktan, ortaklaştırmaktan ve kanayan yaraları birlikte sarmaktan geçiyor.

Elbette çağımızın yükselen bu eğilimi geçmişinde insanlık karşıtı birçok suç barındıran Türkiye’yi de etkiliyor. Onun ötekileştiren, sevgi yerine nefreti yücelten egemen zihniyetini de sarsıyor. Gerçi sistem bulabildiği bütün yol ve yöntemlerle buna karşı direnmeye devam ediyor ancak, onun da bu toprakların acılı tarihini susturması artık mümkün görünmüyor.

HER TÜRDEN PARÇALANMIŞLIK
Anadolu ve Mezopotamya konuşmaya, içindekileri bir bir kusmaya başlamış bulunuyor.
Ermeni soykırımından Asuri-Süryani katliamına, Rum mübadelesinden Kürt meselesine, Dersim’den Çorum’a, Maraş’tan Madımak’a bu topraklarda olan biten her şey başını kaldırmış, ağzını açmış konuşuyor. Konuşmaya devam edeceğini ve bunun artık engellenemeyeceğini görmemiz gerekiyor.

Ne var ki ve ne acı ki, uluslaşma süreci şurada kalsın toplumsallaşma sürecini bile tamamlayamamış, birbirine paralel toplumlardan oluşan bu ülke sistemin yarattığı derin siyasi kamplaşma ve kutuplaşma, geçmişte ve günümüzde yaşanan acıların sağlıklı bir biçimde konuşulmasına, paylaşılmasına ve bu temelde ortak duyarlılık yaratılmasına izin vermiyor.

Derin bir kimlik ve kişilik parçalanması yaşayan; kamplaşan ve kutuplaşan Türkiye, insan olan herkesi sarsması gereken ortak acılar karşısında bile insani bir tutum sergileyemiyor. 10 Ekim’de Ankara’da gerçekleşen katliam bunun en son ve en çarpıcı örneği. Bu ülkenin her türden parçalanmışlığı o kadar derin ki, memleketin ahalisi 10 Ekim günü Ankara’da ne olup bittiğinin farkına bile varamıyor.

Kimlik ve kişilik parçalanmasının yerle bir ettiği toplumsal dinamikler ülke tarihinin bu en kanlı ve en alçakça saldırısı karşısında dahi tepkisiz ve ilgisiz kalabiliyor. Irkçı ve imhacı egemen sistemin bu ülkenin etnik, dini, mezhepsel, kültürel ve siyasi dinamikleri arasına ektiği nefret tohumları yüzünden bu ülkede ortak vicdanı harekete geçirmek ve ortak payda üretmek mümkün olmuyor.

SESİNİ KESMESİ GEREKENLER…
Her kesim kendi etnik, dini, mezhebi, kültürel ve siyasi kimliği içinde deyim yerindeyse tutsak haline getirildiği içindir ki, bu ülkede birbirinden farklı toplumlar birbirlerinin acı ve özlemlerine saygılı olmaya, birbirlerine dokunmaya, empati yapmaya ve bu eksende ortak bir gelecek kurmaya yanaşmıyor. Yaşadığımız acıların ve derin siyasi krizlerin altında bu gerçek yatıyor.

Bunu aşacak, bütün toplumsal dinamikleri insan odaklı bir sistemin etrafında birleştirecek olan siyaset kurumuysa etrafına bayağılık ve çürüme saçıyor. Çağı yakalayamamış siyaset dünyasında 10 Ekim’den bu yana zincirlerinden boşalmış bir suçlama ve anlamsız bir tartışma almış başını gidiyor. Karşılıklı suçlama ve tartışmalar gelinen aşamada insan onurunun ve yüreğinin kaldıramayacağı bir noktaya dayanmış da bulunuyor. 100’ü aşkın insanın hayatını kaybettiği, yüzlercesinin de yaralandığı katliam nedeniyle sesini kesmesi gerekenler, utanmadan ha bire konuşuyor. Özür dilemesi gerekenler, yavuz hırsız misali mağdurları suçluyor.

Ne var ki bu ülke gibi onun egemen siyaset kurumu için de bir kaçış yolu artık mümkün görünmüyor. Ankara’daki acının bu ülkenin peşine düşeceğini; yüzleşme ve hesaplaşma gerçekleşene kadar da bundan vazgeçmeyeceğini görmek gerekiyor.

Bu toprakların, sadece Ankara katliamını gerçekleştiren canilerin ve arkasındaki güçlerin değil, onları lanetlemekten ve hatta eleştirmekten ‘imtina’ edenlerin de yakasına yapışacağı günler geliyor.

Gözlerini acılara kapattığı için çürüyen ve tükenen Türkiye, Ankara katliamının kendi topraklarında yaşandığını anladığı gün, gözlerini açacak ve çok şeyi değiştirecektir.

O gün uzak değildir…

Günay Aslan

Journo E-Bülten