J Raporu’nun yeni bölümüne, Ali Babacan belgeseliyle gündem yaratan 140journos’un kurucularından Engin Önder konuk oldu.
Önder, TRT işlevini yerine getirmediği için, 140journos olarak zarar bile etseler bir kamu yayıncısı gibi herkese mikrofon uzatma sorumluluğu hissettiklerini söylüyor.
Peki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da Babacan’ı eleştirirken atıfta bulunduğu belgesel bir “PR” çalışması mıydı? 140journos, YouTube’dan ne kadar kazanıyor?
Bir saatlik podcast’te tüm soruları yanıtlayan Önder, Babacan belgeseliyle birlikte yeni medya yayıncılığında ilk kez denedikleri iki yeniliği de açıkladı.
Journo Proje Editörü Emre Kızılkaya ve TGS Akademi Direktörü Orhan Şener’in ayın medya olaylarını değerlendirdiği J Raporu‘nu yine dinleyicilerin katılımıyla canlı olarak kaydettik.
Spotify‘ın yanı sıra Apple Podcasts, Google Podcasts, Spreaker, Listen Notes ve PodTail gibi diğer birçok platform üzerinde de dinleyebileceğiniz yayına konuk olan 140journos kurucularından Engin Önder’in Ali Babacan belgeseliyle ilgili sözleri şöyle:
Sekiz buçuk yıl oluyor 140journos’a başlayalı ve gazeteciliğin okulunu okuyarak bu alana girmedik. Alaylı girdik. Daha doğrusu, girdik de çok saçma bir laf. Sanki böyle yatırım yapıp girmişiz gibi anlaşılıyor. Üniversitede okurken çevresinde olup bitenlere kayıtsız kalmayan bir arkadaş grubuyduk. Sonrasında 140journos bu noktalara geldi. Gazeteciliğin içindeki yeri de sekiz buçuk yıldır tartışılır. 140journos hangi forma bürünse hep eleştirilmiştir.
2012-2016: Vatandaş haberciliğinden video belgesele geçiş
2015 yılında AR-GE yaptığımızı söyleyerek Tinder’dan bir yayın yapmaya başlamıştık, bir deney kapsamında. Acaba gazetecilikte bilgiyi bir kaynaktan topluluklara değil de, doğrudan kişilere aktarmak bir yol olabilir mi, bu bir metodoloji olarak benimsenebilir mi diye bir sürü şey denedik. Bunun için WhatsApp, Snapchat kullanmayı da denedik. Bazılarının kullanımı bugüne kadar devam etti.
2012’de ilk başladığımızda vatandaş haberciliği yapıyorduk. Yorumumuzu hiç katmıyorduk. Sadece sokakta olan insanlara, derdini sokakta anlatmaya çalışan insanlara -ki kamusal alan çok önemli- ayna tuttuk diyebilirim, 2016’ya kadar özellikle. “Neden buradasınız” diye soruyorduk, başka hiçbir soru sormuyorduk insanlara ve onun kaydını yayımlıyorduk.
Böyle başlayan bir haber iletme pratiği, yıllar içerisinde, özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonraki OHAL ilanından itibaren, kamusal alanda vatandaş haber içeriğini göremememizle [dönüştü ve] başka sorular sormaya başladık. Ne yapabiliriz? İnsanların derdini, tasasını nasıl ifade edebiliriz? Videoya meyletmeye başladık o dönemde.
Babacan belgeseli: Siyasetin kalbine en çok yaklaştığımız yer
2017’nin başından beri belgesel formu içeren, video art da içeren farklı farklı içerikler ürettik. Böyle 150’den fazla içerik var şu an YouTube kanalımızda. Babacan çalışması ise siyasetin kalbine, magmaya en çok yakınlaştığımız yer olabilir. Daha önce birçok siyasi çektik ama çok farklı profillerdi. Farklı bağlamlarda çekilmişlerdi. Mesela Hasan Mezarcı, eski Refah Partisi milletvekili ama şu anda bambaşka bir iddia içerisinde. Geçen yıl onu çektik, hâlâ en çok izlenen işimiz…
Şimdiki tabii bambaşka bir şey: Babacan, Erdoğan’ın çok ciddi bir rakibi. Yıllardır sessiz bir figür. Çok tanımıyoruz. Bu işe başlamadan önce YouTube’a Ali Babacan yazdığımızda o kadar az içerik çıkıyordu ki…
‘Sakın kader deme’ ismi, Erdoğan belgeselinin devamı
Mesela “Kaderin Üstünde Bir Kader” diye bir serimiz var. Erdoğan’ın 25 yıl içerisindeki güç konsolidasyonunu anlatıyor. Orada çok basitti Erdoğan görüntüsü bulmak, Erdoğan ile ilgili analizler yapmak… Medya personası olduğu için. Ama Ali Babacan daha gizli, gizemli bir figürdü; tanımıyorduk. Bizim de çok kısıtlı bilgimiz vardı.
Ve biz onlara [Ali Babacan’ın ekibi] yazdık. Ali Babacan parti kuracak diye kıyamet koparken… Yazdık, “Konuşabilir miyiz” diye. Onlar da “Bir tanışalım, konuşalım, nasıl yaklaşmak istiyorsunuz” dediler. Biz kafamızdakini anlattık ve anlaşamadık. Bayağı bir sürdü bu. “Biz bunu yapmak istiyoruz” dedik.
Babacan açıla açıla geldi, kamuoyu baskısı çok kıymetli
Geçmişle ilgili şey doğru yani. Ali Babacan, Ruşen Çakır röportajında da söyledi bunu partiyi kurduğu gün. Çakır, “Biraz ketum davranıyorsunuz özeleştiri meselesine gelince” demişti. Evet, doğru yani. Açıla açıla geldi bence Ali Babacan. Bizim tanıklık ettiğimiz son altı yedi ay içerisinde de bunu gözleme fırsatım oldu. Bu kamuoyu baskısı çok kıymetli. Gelen yorumlar, “PR mı” şeyi falan, şu an Ali Babacan’a da etki ettiğini biliyorum.
Biz en başta bir plan çizdik. Dedik ki: Sonuç olarak bunu “Kaderin Üstünde Kader” serisinin devamı gibi düşünelim. Hatta ismi de “Sakın Kader Deme.” Bunu Babacan koymadı. Biz bunu 140journos evreni içerisinde [yaptık]. Güç konsolidasyonunu biraz karikatürize ediyoruz. Ancak o şekilde barışabiliyoruz. Onu ancak öyle konuşur hâle getiriyoruz.
Bu nesille ilgili bir şey olabilir. Çünkü ben başka bir lider görmedim hayatımda. 28 yaşındayım. Sadece Erdoğan ve Erdoğan’ın takımını gördüm. Başka bir metodoloji, başka bir üslup görmedim; bu programı şu an izleyen birçok arkadaşımız da öyledir.
Babacan belgeselinin ismi ve konsepti uydu
Bu yüzden Babacan’ı tanımak, o evrenin içerisine oturtmak gerekiyordu. Kaderin Üstünde Kader diye anlattığımız o güç konsolidasyonu hikâyesinde Babacan nereye denk düşüyor? Babacan bence “sakın kader deme” denilen kısma denk düşüyor. Böyle koyduk bu ismi. Bütün bu süreci takip etmemizden, altı yedi aylık hasbihâlimizden diyelim ve sorduğumuz sorulara gelen cevaplardan, kamera kapalıyken de takip ettiğimiz Babacan’dan total bir şey alarak “Sakın Kader Deme” dedik.
Babacan rasyonel birisi. O “kader” anlatısının içine kendisini çok sokmayan birisi. Ekonomik realiteler üzerinden, iktisat üzerinden toplumu okuyan; hakları ve özgürlükleri, hepsini bunun üzerinden okuyan bir insan. İsim ve konsept genel olarak uydu.
En uzun süre çekim yaptığımız, en kapsamlı anlama süreci
Elimizde hiçbir şey yoktu. Önce tanıyoruz. Zaman geçiriyoruz. Röportajlarımızı genelde öyle yaparız. Çok uzun vakit geçiririz. 72 saat burada kayıt yapılmış. Bakın, kameranın açık olduğu, bilinçli kayıt 72 saat. Ama video 31 dakika 15 saniye. O kadar çok görüntü vardı ki hayatının birçok alanına dair. Bizim için çok büyük bir görev oldu. Kayıtları sadece izlemek bile… Sonra not alıyorsun. Bizim de boyumuzu aşan bir projeye dönüştü. En uzun süre çekim yaptığımız, en kapsamlı anlama süreciydi.
Salgında ilk vakanın çıktığı gün çekim bitti, parti kuruldu
Salgında ilk vakanın çıktığı gün çekim bitti ve parti de o gün kuruldu. Çekim için ilk kez Ankara’ya şubatın ortasında gitmiştik. ODTÜ Eymir Gölü’nde çocuğuyla bisiklet sürme, rutiniymiş, onları çektik. Aileyi biraz tanımaya çalıştık. Babacan profilini anlamaya çalıştık. Bu üç dört gün sürdü. Sonra [İstanbul’a] gelindi. Sonra beş kişi tekrar Ankara’ya gidildi ve bu gidiş on bir gün sürdü. Hepimiz İstanbulluyuz, yaklaşık iki hafta Ankara’da bulunduk. İki kamera, iki editör ve bir de “line producer” olarak gittik. Beş kişi bile fazla aslında. Bir odaya giriyoruz, toplantısı oluyor, odada zaten 15 kişi var, beş kişi de biz giriyoruz.
Sinema kamerası işin rengini biraz değiştiriyor
Kurgunun bir kısmı da sahada yapılıyor. Bizim de görsel ile olan ilişkimiz izledikçe, yaptıkça, yanıldıkça gelişiyor. Yeni şeyler deneniyor yani. Estetik anlamda keyif aldık. Sinema kamerası işin rengini biraz değiştiriyor. Ali Babacan’ın internette görüntüsünü bulamadığımız bir yerde gidip sinema kamerasıyla çocuğuyla bisiklet binmesini çekince “Hayırdır abi” deniliyor. Estetik bir görüntü. Biraz çatışma yaratan bir şey. Üzerine de konuşulası bir şey. Bu başlayan tartışmayı sevdiğimi itiraf etmem lazım. Çünkü bir şeyi estetize etmekle ilgili bizim ister istemez yönelimimiz oluyor.
[Arşiv görüntüleri konusunda] Babacan ekibinden hiç görüntü alamadık. Ama Anadolu Ajansı’nın Babacan ile çektiği tüm görüntülerin deşifresi falan vardı, medya takip merkezinin tutuyor ya hani… Onlar bizim için bir dizin işlevi gördü diyebiliriz. “Ermenistan ile sınırlar ne zaman açılacaktı da Babacan oraya gitmişti” sorusunu yanıtlamak için oradaki tarihleri kullandık. Çünkü tam o günün ana haber bültenlerini bulmamız, TV akışını bulmamız gerekiyordu. İpuçlarından diğer ipuçlarına sıçrayarak bilgileri toplama çalıştık.
Canon C200, kiralık lensler, yaka ve shotgun mikrofonlar
Çekimlerde Canon C200 kullandık. Bir sürü lens kiraladık bunun için. Özendik bu işe diyebiliriz. Çünkü ilk kez bu kadar magmaya yaklaştığımız bir şey vardı. İyi görünmesini istedik. Seste de Ali Babacan ile gezdiğimiz mekânlarda çoğunlukla bir yaka mikrofonu takılıydı. Ama iki sinema kamerasının üzerinde de shotgun mikrofonlar vardı. En sonunda da ses mühendisine gitti, ses miksajı profesyonel yapıldı. Ama ses çok önemli, empatiyi kurmanızı sağlayan bir şey sonuçta.
Babacan belgeselinde 140journos’u en çok ne zorladı?
Bir siyasi parti kuruluyor. Büyük bir gizlilik var. Hiçbir şeyin sızmaması gerekiyor. Orada bir koşuşturmaca vardı. O biraz gergin bir koşuşturmacaydı. O denklemin içerisinde kalmaya çalışmak… Özel bir belgesel çekiyorduk. [DEVA Partisi] Genel merkezini çektiğimiz daha parti başvurusu yapılmamıştı. Çalışma biçimimiz açısından bu kısımlar yeniydi.
(Ankara çekimlerinden sonra İstanbul’da kurgu nasıl yapıldı?) Bu [izlediğiniz belgesel] dördüncü versiyonun yedinci ara kopyası. Her versiyonda iş kısaldı kısaldı. Çünkü 45-50 dakikalarla başladık. Çok uzundu ama bir sürü şeye de cevap veriyor. İşte bu da bizim çatışmamız: “Estetik bir şey olsun ama seyir değeri devam etsin” düşüncesiyle bir kurgu yapıyoruz. Seyir değeri bizim için çok önemli. Bu son girdiğimiz yolda etkili kılan, işlediğimiz içeriğin ne olduğunu insanlara konuşturan şey biraz o seyir değeri. Ona değer veriyoruz, onun için 50’den 30 dakikaya inene kadar göbeğimiz çatladı diyebilirim.
İlk kez odak grubu kurup belgeseli önce onlara izlettik
Bir “focus group” (odak grubu) kurduk. Bu da yeni bir şey. Grupta birbirinden farklı bir sürü karakter var. Yani videoyu izlediğinde antropolojik okuma yapabilecek insan da vardı, çok farklı siyasi görüşlerden insanlar da vardı, öğrenciler de vardı. Yorumlarını aldık hepsinin. Onlar videoyu izledikten sonra Zoom görüşmeleri yaptık, notlar aldık. İyi oldu. [Bu işte kullandığımız] Sinema kamerası ve focus group yeni kapılar açtı kafamızda. Kullanacağız bundan sonra da.
(Babacan’ın geçmişte bazı gelişmelere sadece parti içinde itiraz edip dışarıya yansıtmaması konusunda) “Aile içinde çözdük” ifadesi, aslında bizim algılamakta zorlandığımız ama muhafazakâr siyasetin içinde çok geçerli bir söz. [Erdoğan’dan uzaklaşma sürecinde] Böyle bir şey yaşamışlar. Babacan’ın bu dönemle ilgili özeleştirisinde ketum olduğunu ben de düşünüyorum. Bu soruların hepsi ona soruldu, Cüneyt Özdemir’de vs. O alana girildiğinde Babacan’ın hâlâ bir mesafeli olma hâli var. Bana sorarsanız o son beş altı ayda acayip açıldı.
Reklam olduğunu söylemeden yayına alacak kadar ucuz değil emeğimiz
Biz ilk konuştuğumuzda anlaşamama nedenlerimizden bir tanesiydi, “Biz kendimiz çekeceğiz, hiç size sormayacağız. Bu bir PR işi değil.” Biz para almadık bunun için. Alsak bayağı para alırdık herhalde. Ama o zaman da 140journos’da yayımlamazdık. Hiçbir siyasi konuda, reklam olduğunu söylemeden yayına alacak kadar ucuz değil bizim emeğimiz.
Sekiz buçuk yıldır bu işi yapıyoruz. Bu ortamlara da girip çıkıyoruz. İnsanlar da güvenmeli ki biz yayın yapabilelim. Anketler o “140journos’a güveniyoruz” diyenlerin o tick’i atması o kadar kıymetli ki… Hiç kolay değil. Bunu yapacağımıza başka şeyler yaparız. Eğer o parayı illa kazanmamız gerekiyor gider başka bir şey yaparız. Reklam filmi çekiyoruz zaten. Bir sürü markayla çalışıyoruz. Bizim gelir modelimiz Türkiye’nin en büyük markalarına reklam filmi çekmek. Hikâye soslu. Bu reklam dünyasında da bir şey oluşturdu, ajansların iş yapış biçimini değiştirdi. Bir ‘guidebook’a (rehber) dönüşen bir takım şeyler var: Altyazı, kurgu biçimi, müzik gibi.
Eleştirdiğimiz şeyin yerine geliyoruz
2012’de başladığımız günlerde bir “medyaya karşıtız” falan diyorduk. Başladığımızda ben 20 yaşındaydım daha. Çok daha sivri görüşlerim vardı. Medyadan nefret ediyordum, öyle söylemem lazım. “Nasıl güvenirsiniz bunlara, nasıl oradan bilgi alırsınız” noktasındaydım. Anlamadı insanlar. “Niye bu kadar sinirlisiniz, onlar da işini yapıyor” dediler. Gezi olduğunda bu daha büyük bir fark edişe dönüştü kentli insanlar arasında…
(Medyanın durumu) kademe kademe herkesin gönül dünyasında bu yıkım yarattı. Başka şeyler aramaya başladılar. Başka şeylere inanmaya ve güvenmeye başladılar. 2020’ye geldik, el değiştirme tamamlanıyor gibi. Ana akım TV’lerin, gazetelerin hüküm sürdüğü o yüzdesel durum da değişiyor, etki olarak de değişiyor. Ana akım siyasetin yeni medya merkezli olarak da konuşulmaya başlaması önemli bir şey. Eleştirdiğimiz şeyin yerine geliyoruz, yeni medya camiası olarak. Bir dönem “alternatif” yapan insanlar olarak şu an “ana akım” noktasına geliniyor. Burada bizim de muhasebe vermemiz gerekiyor, bunun farkındayız. Nasıl para kazandığımızı herkesin bilmesi gerekiyor.
Sekiz yılda gazeteciliğe bakışım değişti
Bu süreçte gazeteciliğe bakışım da değişti. Gazeteciliğin farklı birimleriyle ilgili tecrübelerim oldu. Yurt dışına fotoğraf satışı yaptık, bir dönem onları yönettim. IŞİD’in ilk fotoğraflarının TIME’a ve Avrupa fotoğraf ajanslarına servis edilmesi işini yaptım. World Press Photo’dan büyük ödüller de aldık. O dönemdeki ekibimizle yaptığımız belgesel vardı, onunla multimedya ödülü aldık. Çalıştığımız “korsan gazeteciler” vardı. Görevini kendi çalıştığı kurumda yapan ama işleri yayımlanmayan, bundan rahatsızlık duyan ve bu yüzden korsan olarak alternatif mecralara çalışan.
Karşı durduğumuz şey patron medyası
Zaman içerisinde bizim karşı durduğumuz şeyin gazetecilik değil; kurumsallaşmış, katılaşmış ve iktisat çevresinde şekillenmiş patron medyası olduğunu idrak ettiğimizi söyleyebilirim. Yoksa gazeteciliğin özünde kafa tuttuğumuz bir şey yok. Hiçbir zaman da yoktu. Sadece bunun icra ediliş biçimi… Sahiplik yapısı ve bunun üzerinden tanımlanmış roller çok rahatsız ediciydi.
“Biz gazeteciyiz, bunun okulunu okuduk, biz biliriz, ederiz” gibi değiliz. Yaratıcı kesimden geliyoruz. O yüzden sorun çözme odaklıyız. Gazetecilikte gördüğümüz bir sorunu kendimiz için çözmek üzerinden bir eylemlilik hâlimiz oldu, yıllarca. Bu öğrenilerle dolu bir süreçti. Her bir toplumsal olay… 2012-2020 arası neler yaşadığımızı bir hatırlayın. Türkiye’nin büyük dönüşümü, kazanımların yok edilmesi… Başladığımız yere geri döndük.
Doğrudan ‘Erdoğan’ denilememesi de işitsel doku yaratıyor
Bunu yaşarken de yayıncıydık. Sorumluluğumuz bu. Rahatsız olarak yatağından kalkmak, araştırmak, birilerini aramak. Bu çok ciddi bir içgüdü. Hâlâ da çok geçerli. Bunu da çok seviyoruz ve saygı duyuyoruz. Bu merakın bir takım etik kurallarla çerçevelenmesi kadar da doğal bir şey yok. Biz sadece olaya farklı bir yerden girdik.
Mesela bu çalışmanın içerisinde doğrudan Erdoğan isminin geçmemesi gibi bir durum var… DEVA Partisi’nden Mustafa Yeneroğlu’nu izledim Halk TV’de. Sürekli “bir kişi” diyor. Özlem Gürses soruyor, “Kimi kast ediyorsunuz?” Yok, söylemiyor. Bu aslında bizim için bir görsel işitsel doku yaratıyor. Hepiniz aşağıda, yorumlarda konuşuyorsunuz bunu. Konuşma başlatmak bence şu anda 140journos’un yapabileceği en iyi iş. Topluma tartışmalar açalım. Haydi biraz eski AK Parti teknokratı, yeni siyasi lideri konuşalım.
140journos’un iş modeli ve misyonu
[Ali Babacan’dan] Para almadık. Bayağı da para harcadık. 2 milyon izlendi. Ama YouTube’dan kazandığımız para sıfır TL. Çünkü videoda müzik var [tüm gelir sanatçılara gidiyor ve 140journos 0 TL kazanıyor]. Ama işimiz bu diye bakıyoruz. Zarar veya kâr diye değil de…
Yani bunu yapmayacaksak neyi yapacağız? Şöyle düşünün: TRT eğer işlevini yerine getirseydi, bir kamu yayıncısı olarak her sese mikrofon uzatma işlevini yerine getirseydi, belki bugünkü kaygılarımız daha farklı olurdu.
O yüzden bir kamu yayıncısı gibi, “unpopular” olabilmeyi göze almak noktasında bir duruşumuz var. Öbür türlüsü çok daha tehlikeli. Sadece popüler içeriği yayına alırsak, “Sevilelim, herkes bizi sevsin…” Kitlemiz belli. Genç bir nüfus var 140journos’u takip eden. Yaş aralığı 18-34. Aşağı yukarı aynı belaları yaşadığımız bir kitle Türkiye’nin son on veya yirmi yılı içerisinde. Kader arkadaşlarımız diyelim.
Deli gibi para harcayıp popüler olmayan bir şey yapıyoruz
Biz bu insanlara “unpopular” bir şey veriyoruz. Doğu Perinçek ile bizim kitlemizin hiç uyuşmadığı çok aşikâr. Ama ona bir mikrofon tutmak için bir geçerli gerekçe bulabiliyoruz yine de. Ben o Türk solu diye başlayan, milli demokratik devrimlerle başlayan sürecin nasıl Erdoğan ile sona erdiğini çok merak ediyorum, her bir aşamasını. Bunu berraklıkla anlatabilen bir yer olalım, çok isterim. Okumalar yapıyoruz, kitapları araştırıyoruz, Doğu Perinçek üzerine herhalde kimse bu kadar çalışmamıştır tez yazmayacaksa. Onu anlamaya çalışıyoruz. Bu kesinlikle popüler olmayan bir durum.
(Perinçek belgeselinin duyurusunu yapan teaser’ın yayımlandığı 140journos YouTube sayfasında) Aşağısı linç dolu. Deli gibi para harcayıp “unpopular” bir şey yapıyoruz. Burada tuhaf bir durum var, onu kabul edelim. Markalara reklam çekip kazandığımız parayla “unpopular” olan ve kitlemizin “unfollow ediyoruz sizi” diye bizi linç ettiği noktada iş yapıyoruz. Tabii küçük bir kesim unfollow edenler. Abone sayısı ağırlıklı olarak arttı bu süreçte. Ama abone sayısı artsın diye de yapılan bir iş değil. O sayıları falan aştık yani. Para da gelmiyor videolardan, kaç izlenirse izlensin. Etkili olması önemli şu dakikadan sonra.
YouTube’da ‘Çok izlendi, çok para kazanıyorlar’ matematiği yok
Öyle bir kilitledik ki biz sistemi, YouTube’da popülerlik üzerinden kurmuyoruz biz işi. YouTube’da “Çok izlendi, çok kazanıyorlar” matematiği yok. [Ali Babacan ve diğer siyasi belgesel figürlerinden] “Bu adamlardan para da almamışlar. O zaman başka bir dertleri var.” Ben o noktayı konuşmayı çok arzu ederdim ama bence [Babacan belgeseline gelen eleştirilerde] bu “PR” kısmı kurduğumuz mesajın önüne geçti. O noktada üzgünüm. Ama siyasi iletişimde, haber iletişiminde, Ankara’yı anlamak adına farklı bir şey ortaya çıktığını düşünüyorum, her şeye rağmen.
(Ali Babacan’a belgesel çekimi sırasında eleştirel sorular sorulmadığı yolundaki eleştirilere) Bizim bütün sorularımız duyulmuyor. Sadece bir tanesini duyurduk çünkü [Babacan] çok alakasız bir yerden başlıyordu cümleye. “Değişim isteği görüyor musunuz toplumda” sorusunu duyuyorsunuz sadece. Ama mesela Ali Babacan “Yıl 2015, hatta 2018 olduğunda” dediğinde ben demiştim ki, “Ali Bey bir saniye. 2015’ten 2018’e bu kadar kolay atlayamazsınız. Arada darbe girişimi, referandum var, nasıl atlıyorsunuz?” Bunu duymadığınız için, orada bizim pozisyonumuzu anlamanız, ancak çıkan kurguda duyduğunuz cümle kadar oluyor. Bu da bir çatışma alanı yaratıyor.
Biçimin mesaja etkisi: ‘Vlog kamerasıyla çeksek kimse PR demezdi’
Bir de zaten sinematik kamerayla çekiliyor. “PR” algısını pekiştiren şeyin, görsel karakteristiğin reklam gibi olması durumu var. O alan derinliğinin, ‘color grading’in… Normalde bir siyasiyi böyle izlemiyorsunuz. Eğer biz bunu vlog kamerasıyla çekseydik valla kimse buna PR demezdi. Bakın, aynı içerikten bahsediyorum.
(Daha sonra bu konuya tekrar değinen Engin Önder, Birikim dergisinde Ayşe Çavdar’ın yazısına atıfta bulunarak bu yazarın görüşüne katıldığını söylüyor. “Bana öyle düz bir propaganda filmi gibi gelmedi” diyen Çavdar, 140journos’ın hep kullandığı görsel/işitsel dilin, Babacan’ın kendini anlatma tarzıyla örtüştüğünü ve bu nedenle filmin bir PR çalışması izlenimi yarattığını yazmıştı.)
- Peki, Babacan hangi görüntülerin belgeselde yer almasını istemedi?
- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 140journos videosuna atıfta bulunarak Babacan’ı eleştirebileceğini öngörmüşler miydi?
- Babacan’ın eşi neden belgeselin sonunda sadece bir kez görülüyor?
- 140journos, Ekrem İmamoğlu ve Fatih Mehmet Maçoğlu belgesellerinde ne anlatmak istemişti, nasıl tepkiler geldi?
- Ahmet Davutoğlu belgeseli de yapacaklar mı?
- 140journos kendisini “muhalif” bir yayın olarak mı konumluyor?
- 140journos ekibi Netflix gibi platformlarda neler izliyor, Spotify’da neler dinliyor, kitap dâhil hangi medya ürünlerini tüketiyorlar?
Engin Önder’in bu soruları da yanıtladığı J Raporu canlı podcast yayınının ikinci kısmını, 35. dakikadan itibaren dinleyebilirsiniz 👇
J Raporu‘nu Spotify‘ın yanı sıra dilerseniz Apple Podcasts, Google Podcasts, Spreaker, Listen Notes ve PodTail gibi diğer birçok platform üzerinden de takip edebilirsiniz.
Her ay sonunda yaptığımız canlı yayınlara katılmak için Journo Twitter hesabındaki duyuruları takip edip kayıt yaptırmanız yeterli.
J Raporu’nun bir sonraki bölümünde kimi görmek istersiniz? Bize yazın: editor@journo.com.tr