Amsterdam sokaklarında yürüyorum, bir yanımdan çalışkan bir arı sürüsü gibi vızır vızır işleyen bisikletler geçerken öte yanda malum kesif koku yakıyor genzimi. Müzik yapan çalgıcılara birkaç euro atıyorum. Yenmeden dönülmesi teklif dahi edilmeyecek çiğ balığı yemek üzere bir kiosk arıyorum, bulmam da zor olmuyor. Eh, bu lütfu geri çevirmek olur mu hiç, tabii olmaz, kendime bir ‘harring’ ısmarlıyorum.
Harring diğer çiğ balıklara pek benzeyen bir şey değil, tuzda bekletilip kanı iyice akıtılıyor. Sushiden farkı sade yeniyor olması. Aslında racon, Garfield’ın yaptığı gibi balığı kuyruğundan tutup ağza bırakmakmış ama ben yapamadım. Mamafih, gene de fena sayılmam, küçük lokmalar halinde üst üste iki harring yedim.
Derken, ver elini Heineken Müzesi. Acayip hoş ve matrak bir müze yapmışlar, buraya gelen ziyaretçiler biranın nasıl yapıldığını bizzat görüyor, kimi zaman iştirak ediyor ve öğreniyor.
Şöyle ki; içeri girdiğin zaman sen bir arpa tanesi oluyor ve o süreci yaşıyorsun. Yedi boyutlu sinema salonunda kaynıyor, karıştırılıyor, ıslatılıyor ve en nihayetinde şişelenerek hazır hale getiriliyorsun! Diğer salonlarda birbirinden farklı etkinlikler düzenleniyor. Oyun alanları, bira tadım noktaları, kısa belgeseller yayınlayan odalar… Adının yazılı olduğu bir şişe Heineken alıyorsun çıkarken.
Sarmaş dolaş çiftlerin yanından geçerek kanalların arasından yürüdüm, köprülerden geçtim ve soluğu Anne Frank’in Evi’nde aldım. Eve gelmeden, küçük bir kız çocuğunun heykelini gördüm. Küçücük bir heykeldi, Lizbon’da bir arabanın altında kalan gazete satıcısı çocuğunki ya da Vefa Lisesi’nin bahçesinde arkadaşlarını karşıya geçirmeye çalışan trafik kolu başkanı gibi, büyümek hakkı elinden alınmış birine aitti.
İçeri girdim ve dünyam karardı. Tüyler ürpertici bir yer. İnsanlık ne kadar gaddar, ne kadar korkunç ve ne kadar acımasız olabildiğinin bir çocuk gözünden hissedilmesi, sonra bizzat tecrübe edilmesi…
Nazi ordusunun Hollanda’ya girmesiyle başlıyor her şey. 1940 yılının mayıs ayı. Bir süre sonra, Frank ailesine Yahudi olduğuna dair ilk celp gelince gizli bir bölmede yaşamaya başlıyorlar. Otto Frank, ailesini korumanın derdinde, çaresiz, tek isteği çocuklarının yaşamaya devam edebilmesi ama elinden gelen hiçbir şey yok. İki sene bir odada. Tavanarasında. Hiç çıkmadan… Ama hayat, katillerle kahramanları aynı anda çarpıştırıyor bazen. Tam iki sene boyunca boyunca Otto Frank’ın sekreteri Miep Gies bakıyor onlara. Eğer bu dünyada gerçekten kahramanlık diye bir şey varsa, işte Miep Gies o kahramanların başında gelir, öleceğini bile bile Çernobil’i söndürmeye giden itfaiyeciler gibi. Miep Gies, iki sene boyunca kimselere sezdirmeden, karaborsadan alışveriş yaparak, belli olmasın diye fazla bir tek şey almadan yaşadı, yaşattı.
Olmuyor ama, Brecht’in dediği şekliyle ”silahlar bir değil” çünkü. Alçak bir muhbir jurnalliyor. Nazi kuvvetleri giriyor, Anne Frank ve ailesi için soykırım yolculuğu Auschwitz’e doğru uzanıyor. On altı yaşında ölüyor Anne. Ondan geriye, bu izbe tavanarasında günlük tuttuğu bir ajanda kalıyor. İçinden de akla kazınan şu cümle: ”Çocukluk, yaşlılıktan daha yalnızdır.”