Yorum

Ana dil, ana dili ve Bendeji

Günün anlam ve önemini anlatmadan önce uzunca bir itirazımı belirteceğim.

Siyasal ve sosyal alanda yeterli araştırma yapmadan çağdaş bilimsel tartışmaları ve görüşlere bakmadan bazı kavramları kullanmak bizi hataya düşürebiliyor. Toplumsal iletişim düzeyimizin, yazılı kültürü tam hazmedemeden, matbaa dönemini tam oturtamadan televizyon toplumuna sıçramanın getirdiği sorunlarla zarara uğradığını düşünüyorum. Okumadan; dinleyen, izleyen bir toplum olduk.

Bugün ‘21 Şubat Dünya Ana Dili Günü’. Bizim gibi çok uluslu, çok kültürlü bir coğrafyada varlığını sürdüren ülkelerde dil meselesi mühim. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, sadece tek bir ulus hakim olduğu için; diğer ulus ve kültürler, halk ve topluluklar yol sayıldığı için ya da devlet tüm diğer ulusları, etnik grupları “Türkleştirme”ye uğraştığı için mesele bugünlere kadar geldi.

Ana dil mi ana dili mi?

Yukarıda bahsettiğim hata ‘Ana dil’ kavramının kullanımı üzerine. Özellikle bu hatayı yapanların ana dili mücadelesi verenler olması gerçekten üzücü.

Ana dil, kaynağı çok eskilere dayanan ve kendinden doğma kuralları olan sesli işaretler sistemidir. İnsanlar duygularını paylaşma, düşüncelerini söyleme, birbirlerini anlama, bilgi ve deneyimlerini yazıya dökerek gelecek kuşaklara sağlıklı bir şekilde aktarmak için yaşamı kolaylaştıracak şekilde her düşüncenin ya da eylemin tartışılıp ortak aklın bulunması süreci yaşamıştır. Çeşitli tarihsel süreçlerde toplumun gelişim düzeyi hızlandıkça ve üretim ilişkileri değiştikçe ekonomi ve sosyal faaliyetler merkezileşme eğilimi göstermiş ve bu düzen, günlük yaşamsal çıkarları yüzünden birçok kültürün “gönüllü asimilasyona” uğramasına neden olmuştur. Uluslaşma süreci de birçok etnik-kültürel ögelerin eriyip gitmesine neden oldu. Bu konuda hayli araştırma, tez, makale var. Bu yüzden “ana dil” demek tarihsel süreçlerde ortaklaşılmış dil demek. ana dil, “resmi dil” demek, esas dil demek.

Ülkemize dönersek, birçok toplum gibi özellikle Kürt toplumu kendi dilini konuşmanın yasak olduğu uzun bir dönem yaşamıştır. Bugün devletin resmi tezlerinin değişmesi ve Kürtlerin sosyal, ekonomik sorunlarına yoğunlaşan siyasal parti ve sivil toplum örgütlerinin kamuya yarattığı basınç bazı değişikliğe neden olmuştur. Bu süreçte Kürtlerin kendi dilinde tüm sosyal yaşama talebi daha geniş kesimler tarafından artık meşru kabul edilmektedir ki zaten bu böyle olmalıdır. Fakat hâlâ Kürtler kendi ana dillerinde yaşamamakta, kendi ana dilleriyle devletle ilişkiye girememekte ve kendi ana dillerinde eğitim almamaktadır. Ama onlar da ‘ana dil’ diyorlar ya, bu yüzden işler karışıyor.

Araştırmalara ve bilimsel verilere rağmen, “Ana dilde eğitim haktır” dersek tüm tarihsel süreçlerden katışarak, eriyerek oluşmuş resmi dili, esas dili savunuyor oluruz ki; bu hedeflenen politik, sosyal ve bilimsel ilkelere farkında olmadan karşı çıkmak olur. Ana dilde eğitim zaten anayasal hakkımız, doğrusu “Ana dilinde eğitim haktır” demek.

Türkiye’de Türkçe, Kürtçe (Kurmancî) , Zazaca (Kirmanckî), Ermenice, Arapça, Gürcüce, Lazca, Adigece, Boşnakça, Hemşince gibi bir sürü dil konuşulmakta. Hepsi ayrı birer dil ya da lehçe. Bu dil ailelerinde doğan çocuklar resmi, esas, ana dille sınırlandırılmamalı. ‘Ana dili’nin gelişmesi o dili konuşan insanların; yaşama, geleceğe sundukları katkı ile sınırlı olur. Ama ana dilinde doğan ve düşünen insanın hayalleri, rüyaları, düşünsel dünyası ana dilinde olur ve daha katıksız, hızlı düşünür, yazar, okur. Ana dilinde düşünen insanın kültürel kodlarının uzamda mı, zamanda mı daha kalıcı olacağı üzerine belki ileride ayrı bir tartışama açabiliriz.

Meseleyi eğer doğan çocuğun ailesinden, kültüründen aldığı dili kullanma ve bu dille yaşama üzerinden değerlendiriyorsanız ‘Ana dil’ kavramı, doğru bir kullanım değil. ‘Ana dili’ ile ‘ana dil’ iki farklı kavramdır. Politik taleplerimizi dile getirirken ve hak savunusu yaparken daha dikkatli olmalıyız.

Ana dilinde konuşamamak, yazamamak, düşünememek…

Ana dili çok ama çok mühim bir mesele. Kimse ana dilinden mahrum kalmamalı. Bu konuda ağzımızdan çıkan her şey şu andan itibaren tüm geleceğimizi etkiliyor.

Bülent Kale blogunda Akif Arda’nın kitabından* bu konuya ilişkin çeşitli alıntılar yapmıştı uzun zaman önce. Ana dilini kullanamamak, kendine başka kültürün dayattığı dil yüzünden yaşanılan sıkıntılar ve acılar üzerine önemli bir kaynak. Ben de aynen paylaşıyorum:

(…)

Okulların açılmasına bir hafta vardı. Sonbaharın güneşli ve sıcak bir günüydü. Yeni kayıtlar yapmak ve okulun açılışını duyurmak için Mexsan mezramıza yeni atanmış öğretmenle muhtar ve köy bekçisi geldiler.(…) Muhtar o yılki hasılatın durumu konusunda büyüklerle olan konuşmalarından sonra şöyle dedi:

—Biz okula yeni başlayan çocukları yazmaya geldik. Bu adam da okulumuza yeni tayin edilen öğretmendir. Önümüzdeki pazartesi günü okul açılacak, öğrencisi olan okula göndersin.

Öğretmen, muhtara bir şeyler söyledi. Çoğu kimse öğretmenin dilinden anlamıyordu. Muhtar, öğretmenin dediklerini şöyle aktardı:

—Yedi yaşına girmiş kimin çocuğu varsa söylesin, kayıt edecek.

(…)

Öğretmen, muhtar ve bekçi, yazım işinin bittiğini sanarak kalkıp gideceklerdi. Hediye Yenge,

—Bir kısım kadınlar kızlarını yazdırmadı, diye sitem etti.

Bunun üzerine tartışma çıktı. (…) [Babam] Akraba olduğumuz köylülerimizin arasında çıkan tartışmayı keserek şöyle dedi:

—Biz, ölümün haricinde neden ne olursa olsun okumayı reddedemeyiz. Okuma, kız ve erkek çocuklar için fark etmez. Bir şu paralayan güneşe bakın, bir de gece karanlığını düşünün. Öğrenim görenle görmeyen arasındaki fark o derece büyüktür. Fakiriz, her şeyin yardımına muhtacız ama böyle devam ettikçe fakirliğimiz daha da artacaktır. Her iyi şey bilmekten ileri gelir. Öğrenmeye mecburuz. Bizlere yapılanları biliyorsunuz. Türkçe konuşmayana ceza kesilir, tahsildar, hesabını bilmeyenden fazla para alır. Yeter artık; fakirlik canımıza okudu. Guleman’a kadar yalınayak gittiğimiz olmuştur. Çocuklarımız okursa belki bu yoksulluktan kurtulurlar. Ekmek buluyoruz giyecek bulamıyoruz, çarık buluyoruz ekmek bulamıyoruz. Paramız yok; olan malımız da para etmiyor. Duyuyorsunuz, görüyorsunuz, bir mektup okumak veya yazmak için köy köy dolaşanlar olmuştur. Devlet kapılarında memurların bize yaptıklarını unutmuyorsunuz. Son diyeceğim, kız-erkek bütün çocuklar okuyacak, kimse bahanelerin arkasına sığınmasın!…

(…)

Okulla bizim mezra arası yaya olarak en kestirme yol bir saat çekerdi. Güneş bir kulaç kadar yükselmişti ki on arkadaş okul yoluna düştük.

(…)

Koşar adımlarla okula vardık, ama çok erkendi. Okulun kapısı arkadan sürgülüydü.

(…)

Aniden açılan okul kapısının çıkardığı gıcırtıdan ürkerek uyandık. Üzerinde pijama ve elinde ibrik olan öğretmenimiz göründü. Seslenip elindeki ibriği uzattı. Okula yeni başlayan biz minikler, öğretmenin ne dediğini anlamıyorduk. Ancak ibrikten dolayı su istediğini tahmin ettik.

(…)

Öğretmen bize bir şeyler söylemeye başladı, ancak dediklerini anlamıyorduk. Öğretmenden, kravatlı devlet memurundan çekiniyorduk. Öğretmen denilince her şeyden önce biz öğrencilere atacağı dayak, kravatlı devlet memuru da denilince büyüklerimizden alacağı para aklımıza gelirdi. Öğretmenimiz, kendisinden çekindiğimizi ve dilinden bir şey anlamadığımızı görünce bize, Kürtçe “werin werin” diye seslendi. Bu seslenişten cesaret alarak yanına gittik.

(…)

Birinci sınıflar olarak her gün tahtaya yazılan temel küçük harfleri defterimize geçirip ezberlemeye çalışıyorduk. Bir iki ay geçmeden harflerin çoğunu ezberleyip yazabildik. Ancak kelimeleri yan yana getirip cümle kuramıyorduk. Alfabemizi karıştırıp karıştırıp okumaya çalışırdık. En çok dikkatimizi çeken, kitaptaki resimlerdi. Yazılara değil, ancak resimlere anlam verebiliyorduk.

(…)

[Bir gün] Müfettiş [geldi], dördüncü sınıftan Güneş isimli bir kız arkadaşımızı ayağa kaldırdı:

—Kızım, dedi, birinci tekil şahıs zamirlerini söyler misin?

Kız arkadaşımızın yüzü kıpkırmızı kesildi. Sorudan ne o bir şey anladı, ne de biz. Müfettiş verdiği örneklerle öğrenciyi konuşturup yanıt almak istedi, ancak yine olmayınca sorduğu soruyu öğreterek kendisi yanıtlamaya çalıştı:

—Peki, kızım, dedi, şimdi benim dediklerimi tekrarla: Ben, sen, o.

—Benji, senji, oji, şeklinde tekrarladı Güneş.

—Düz okuyalım, dedi müfettiş; ben, sen, o.

—Eji, senji, oji, dedi Güneş.

(…)

[Müfettiş] öğretmenimize dönüp şöyle dedi:

—Bunlara doğrusunu öğretelim.

Türkçeyi yeni öğreniyorlar, dedi öğretmenimiz. Anadil dışında eğitim zor oluyor.

—Bundan böyle Kürtçe konuşmayı yasak edeceksin!, dedi müfettiş. Değil mi çocuklar, Kürtçe konuşmak yasak! Her sınıftan ve mezradan birer ikişer öğrenci seçeceksin, seçtiğin bu öğrencilere Türkçe konuş Kürtçe konuşma başkanı diyeceksin!…

(…)

Liseyi bitirinceye kadar Kürtçe konuşmaya ve onunla eğitim yapmaya neden müsaade edilmediğini pek bilmezdik. Yasak edilme nedenini şu şekilde açıklayabiliyorduk; “toplumda yasak olan şeyler kötüdür, örneğin yalan söylemek, hırsızlık yapmak, adam öldürmek… ve bu nedenle de yasaktır. Demek ki, Kürtçe de bunlar gibi kötü ki yasak edilerek konuşulmasına dahi müsaade edilmiyor. Kürtçe kötü ise o halde onu kullananlar da kötüdür.” Bu düşünce kişiliğimizin gelişmesinde olumsuzluklara, kendimize acıyıp zavallı duruma düşmemize ve kompleksli olmamıza yol açıyordu.

(…)


* Alıntılar: “Bendeji” Öğrencilik Anılarım, Akif Arda, Düşünceler Dükkanı, Ağustos 2002, İstanbul. Sf. 6-15.

Mehmet Şafak Sarı

Mehmet Şafak Sarı çeşitli kişi ve kurumlara yeni medya, dijital güvenlik, dijital dönüşüm ve iletişim eğitimleri düzenliyor, dijital iletişim danışmanlığı yapıyor. NewsLabTurkey'in eski Sorumlu Yazı İşleri Müdürü olan Sarı, birçok dijital gazetede yazarlık ve editörlük yaptı, çeşitli gazetecilik projeleri yürüttü. Aynı zamanda serbest gazeteci olarak Journo.com.tr'ye katkıda bulunuyor.

Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde (İLEF) tamamlayan Sarı, aynı zamanda ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından yürütülen mesleki profesyonel değişim programı olan The International Visitor Leadership Program (IVLP) 2020 mezunudur.

Journo E-Bülten