Salgınla birlikte yaygınlaşan evden çalışma düzeni, anne olan kadın gazetecilerin zaten zor olan işlerini daha zorlaştırdı. Kadın haklarının bir kez daha gündemde olduğu bugünlerde Müjgân Halis, kendisi gibi annelikle gazeteciliği birlikte yürütmeyi başaran iki gazeteciye, ‘yeni normal’in zorlu gerçekleriyle nasıl başa çıktıklarını sordu.
Artı TV Ankara Temsilcisi Sibel Hürtaş, evdeki “afacanların” canlı yayında ona yaptıklarını anlattıktan sonra, “Yaşadıklarım profesyonelliğe aykırı diye düşündüm ama kurumumun benimle dayanışması, bunları doğal bulmaları beni rahatlattı” dedi. Duvar English Genel Yayın Yönetmeni Cansu Çamlıbel ise bekâr bir anne olarak gazetecilik rutinini anlattı.
Babam üniversite tercihlerimi yaptığım sırada, gazeteciliğin ilk tercihim olduğunu gördüğünde “Kızım bu meslek kadınlara göre değil” demişti. Bunu derken elbette iyi niyetliydi ve şimdilerde sıkça telaffuz edilen “toplumsal cinsiyet” rollerinden bihaberdi. Yine de yıllar sonra mesleğe başladığımda, küçük kızımı hele de yalnız bir ebeveyn olarak büyütmenin beni hayli zorladığını anımsıyorum. 90’ların meslek açısından hayli riskli yıllarında, özellikle Kürt kentlerine her gidiş gelişimde sıkça duyduğum bir sözdü “Sen bir annesin, ona göre davran.” Yani “olaylara karışma.”
Şimdi nitelik olarak 90’lara benzemese de bütün insanlık olarak riskli günler yaşıyoruz. Birçoğumuz uzunca bir süredir mesleğini evde icra ediyor. Bunu annelik rolleriyle birlikte sürdüren kadınlar da var. Bir yanda canlı yayın, diğer yanda röportaj, öte tarafta yazma işi, beride yemek-çamaşır-bulaşık. Baba olan erkek gazeteciler, işlerini neredeyse küresel salgın öncesindeki gibi sürdürse de, kadın gazetecilerin hikâyeleri bundan çok farklı.
‘Telefonla mesai yapmak çocukların canını çok sıktı’
Artı TV Ankara Temsilcisi Sibel Hürtaş onlardan biri. Biri altı, diğeri yedi yaşında iki oğlu var. Yeni tip koronavirüs salgınından önce biri anaokuluna, diğeri ilköğretim birinci sınıfa giden çocuklarıyla birlikte habercilik yapıyor. Hürtaş yalnız bir ebeveyn, eski eşiyle boşanmışlar. Salgın başlayınca önce eski eşiyle günleri paylaşmışlar. Çocuklar birkaç gün onda, birkaç gün diğerinde kalmaya başlamış. Bakıcı devre dışı kaldığı için, ilk buldukları çözüm bu olmuş.
Ancak çocuklar kendisinde kaldığında da olanlar olmuş. Bunu gülerek anlatıyor. Zaten bunu anlatırken, ben de telefonda az sonra anlatacaklarına canlı şahit oluyorum. “Bir kere” diyor Hürtaş, “Telefonla mesai yapmak çocukların canını çok sıktı. Öyle şeyler yaptılar ki… Bir gün telefonumu buzdolabının buzluğuna sakladılar, bir başka gün koltuğun içine attılar, evin bir yerlerinde telefon çalıyor ama bulamıyorum, koltuk sallanınca buldum. Diğer gün, telefonu kahvaltılık çikolatanın içine koydular.”
‘Canlı yayında başıma yastık fırlattılar’
Evde çalışmaya başlayınca çocukların çalışma aletlerinin neredeyse hepsine bir tür “sabotaj” düzenlediğini anlatan Hürtaş, “Şimdi televizyonumuz çalışmıyor, ofisten taşıyıp getirdiğim bütün aletleri kırdılar” diye konuşuyor. Tabii bu eylemler çocuklar için “başarılı” işler. Telefondan onay seslerini ben de duyuyorum, anne Hürtaş bunları anlatırken.
Ama tabii Sibel Hürtaş’ın yaşadığı “azizlikler” bununla da kalmamış. Mesela canlı yayın kazaları yaşamış. “Birkaç canlı yayında yayına uçtular. Birinde kafama yastık attılar, başımıza gelmeyen kalmadı anlayacağınız” diye anlatıyor. Önceleri çocukların bu tepkilerine üzüldüğünü, hatta biraz da korktuğunu dile getiren Hürtaş “Yaşadıklarım profesyonelliğe aykırı diye düşündüm ama kurumumun benimle dayanışması, bunları doğal bulmaları beni rahatlattı” diyor.
‘Çocuklarla röportaja gittiğim çok olmuştur’
Peki, kendi tabiriyle iki “afacan” çocukla aynı mekânı paylaşarak gazetecilik yapmak zor değil mi? Çalışma akışını nasıl planlıyor? Bir şekilde uyum sağladığını söylüyor Hürtaş, çünkü bundan önce de çocuklarıyla haber mesaisi yaptığı çok olmuş:
“Eşim ya da annem yanımda olmadığı için, çocuklarla röportaja gittiğim çok olmuştur. Buna haber kaynaklarım da alışık. Çocukları tanıyorlar artık. Şöyle düşünüyorum: Ben bir hayatı yaşıyorum, onlar da benimle beraber bu hayatı yaşayacaklar. Örneğin benim annem sendikacıydı, çocukken onunla sendikaya da giderdim, eyleme de. Biz anneler hayatı her şeyiyle yaşayalım, ama çocuklara steril bir hayat ya da akşam onlarla oyunlar oynayacağımız bir hayat kurgusu, çok benim tarzıma uygun değil. Keza ben de tıpkı annem gibi, çocuklarımı sendikaya da götürdüm, eyleme de.”
‘Röportajlarımı gece 3’te yazıyorum’
Hürtaş, geçtiğimiz yıl bir haber nedeniyle gözaltına alınıp serbest bırakılmıştı. O ana çocukları da şahit olmuş: “Ben gözaltına alındığımda da çocuklar evdeydi.”
Sadece kendisinin değil, çocukların hayatının da bu süreçten etkilendiğini söyleyen Hürtaş, “Nasıl ben onlarla evdeyken yayın yapamıyorsam, onlar da ben işimi yaptığım için örneğin derslerini izleyemeyebiliyor” diyor: “Ben bir haber izlediğimde, o da derse giremiyor. Yani sıkıntıyı bir şekilde bölüşüyoruz.”
Kazalar olsa da, televizyon programlarını ve canlı yayınlarını evden kesintisiz sürdürmüş Sibel Hürtaş. Artı Gerçek için hazırladığı haber ve röportajları ise gün içinde telefonda görüşmelerini yaparak, yazma işini çocukların uyku saatinden sonraya sarkıtarak bugüne kadar gelmiş. Ondan dinleyelim:
“Artık çocukların ritmine uyum sağladım. Gün içindeki işleri bitirdikten sonra, akşam 21.00’de çocuklar uyuyunca yazılı habere vakit kalıyor. Bazen gece 3’e, 4’e kadar röportajlarımı yazdığım oluyor.”
‘Yeni normal’ evde kalmaktan daha çok tedirgin etti
Hükûmetin normalleşme kararı sonrası Sibel Hürtaş da ofisi açmış. Ancak “yeni normal’ olarak tabir edilen bu dönem, onu evde kalmaktan daha fazla tedirgin etmiş. O yüzden okullar fiziksel olarak açılsa bile çocuklarını okula göndermeyeceğini söylüyor ve tedirginliğini şu sözlerle ifade ediyor:
“Evde kalarak gazetecilik yapma ritmini bir süre daha sürdürebilirim. Çünkü içim daha rahat. Mesela geçen gün HDP milletvekillerinin eylemi vardı, müdahale oldu. Mesafemi ve kendimi koruyarak da olsa eylemi izledim. Çocuklar babasındaydı. Ancak eylem sonrası çocukları babalarından alıp getireli üç dört saat geçti, kendime yaklaştıramadım. Sarılmak öpmek istediler, öptürmedim, çünkü tedirginim.”
‘Anne olmasaydım Cerrahpaşa’ya girerdim’
Duvar English Genel Yayın Yönetmeni Cansu Çamlıbel, dört buçuk yaşında bir kız çocuğu annesi. Salgın sürecinde hem anne hem gazeteci olmaya dair ilk cümlesi şu oluyor: “Anne olmasaydım, pandemide yapılması gereken gazeteciliği yapar, BBC’den önce Cerrahpaşa’ya girerdim.”
Çamlıbel de süreci tek başına sırtlanan yalnız annelerden, bir süre önce boşanmış. Ancak onun şansı, Hürriyet Washington Temsilcisi iken dahi yanında ABD’ye götürdüğü bir bakıcılarının olması. Salgını da üçü beraber karşılamışlar:
“O yüzden işime devam edebildim. Ancak tabii aynı evin içine girince bir sürü ayrıntı eklendi. Okul eve taşındı; haftalık program, öğretmenle koordinasyon gibi mesailer ilk eklenenler oldu. Üstüne dışarı çıkamayan dört buçuk yaşında bir çocuğun enerjisi ve o enerjiyi boşaltmak için bulduğum yöntemler eklenince ilk günler böyle başladı.”
Cansu Çamlıbel’in Duvar English rutini
Cansu Çamlıbel, 24 saat yayın yapan bir web sitesini yönetiyor. Duvar English dokuz ay önce yayın hayatına başladı. Mart ayında Türkiye’de ilk vaka açıklandıktan ve özellikle nisanın ikinci yarısından sonra web sitesinin takipçilerinin arttığını söyleyen Çamlıbel, rutinini şöyle anlatıyor.
“Her hafta Gazete Duvar’a yazı yazıyorum. Bir podcast projesi başlattık, onun editlenmesi, yayına hazırlanması bir iş. Ayrıca tüm yayın yönetmenleri gibi, güne başlar başlamaz yerli-yabancı basını tarayıp o günün gündemini oluşturmak; editörlerle beraber toplantı yapmak, iş bölümü, gündemi takip etmek, hangi haberin manşet olacağına karar vermek, yazarlardan gelen yazıları editlemek, başka projeleri konuştuğumuz Zoom toplantıları… Bunların tamamını bir güne sığdırmak zorundayım.”
Küçük bir ekip olduklarını ve iddialı bir iş yaptıklarını söyleyen Cansu Çamlıbel, Duvar English’de birebir çeviri yerine daha evrensel metinler yayımlamaya çalıştıklarını belirterek “İnsan kaynağı da kısıtlı Türkiye’de, ancak yine de anadili İngilizce olan okurlardan gelen tepkiler beni mutlu ediyor” diyor.
‘Sürekli anne diye kapıya gelen bir çocuk’
Peki, evde çalışmaya başlayınca nasıl sistem kurmuş, ondan dinleyelim:
“Bir çalışma odam var, orayı ofis haline getirdim. Ancak anladım ki, daha önce ofise gittiğim zamanlar nefes aldığım zamanlarmış, sadece gidip gelirken yola baksan bile. Çünkü evde zaman mefhumu ortadan kalktı. Dolayısıyla kafamı hiç boşaltamadım. Bir de sık sık ‘anne anne’ diye kapıya gelen bir ufaklık var. Kızıma bu sürecin tatil olmadığını anlayabildiği kadar anlatmaya çalıştım, ama sonuçta yaptığımız iş fikir işçiliği, bölününce toparlamak zor oluyor. Ancak elbette bütün bu yaşadıklarımız salgın boyunca sokağa çıkan, ağır mesai yapanlarla kıyaslandığında şikâyet edilecek şeyler değil.”
“Niye virüs var,” “neden ellerimizi yıkamak zorundayız,” “neden maske takmalıyız,” “niye arkadaşlarımı göremiyorum?” Bunlar Cansu Çamlıbel’in kızının evde kaldıkları sürece sıkça sorduğu sorular. Bu soruları olabildiğince onu rahatlatarak yanıtlamaya çalıştığını söylüyor. Kızına bir ekran saati saptadıklarını, onu esnetmemeye çalıştığını ama televizyon, iPad, telefon gibi araçları az kullanması gerektiğine inandığını söylüyor. Bu konuda zorlandığını da ekliyor:
“Çünkü pandemi sonrası benim elimden telefon düşmüyor. Eskiden ofisten geldikten sonra birlikte yemeğimizi yerdik, oyunlar oynardık, o uyurdu ben işime bakardım. Ama şimdi devamlı ekrana bakan bir anne görüyor ve bunu normalize ediyor. ‘Az çizgi film izle’ dediğim zaman, ‘sen niye yapmıyorsun’ diyor.”
‘Apartman hayatı bizi bitiriyor’
Bir yandan henüz bir yaşına girmemiş bir web sitesini yönetmek, bir yandan yalnız annelik ve COVID-19 derken; geçtiğimiz günlerde yaşadıkları bir ev kazası Cansu Çamlıbel’in sorumluluğunu biraz daha artırmış:
“Kazadan önce de, bakıcımız 65+ grubuna girdiği için evde dışarı çıkdan sadece bendim. Yemek, temizlik, ütü, ev işleri, çamaşır, bulaşık bendeydi. Ancak bakıcımız kayarak düştü ve diz kapağı parçalandı, ameliyatla üç vida takıldı.”
Peki, şimdi ne olacak? “Ona da ben bakacağım. Hem bakıcımızın ailesi, hem benim ailem Ankara’da. Kimseden bu koşullarda seyahat etmesini isteyemem” diyor.
Cansu Çamlıbel son olarak salgın sürecinde apartmanlarda yakalanmanın, insanı en çok zorlayan şey olduğunu düşündüğünü söylüyor: “Apartman hayatı bizi bitiriyor. Sanki salgını şehir merkezinde değil de, köyde ya da bahçesi olan bir yerde karşılasaydık bu kadar olumsuz etkilenmezdik.”