İlki siyasetin, ikincisi ise yaşamın merkezi. Ankara, saatler geceyi vurduğunda ışıklarını söndürme konusunda pek tereddüt etmez. İstanbul ise günün farklı bir evresine geçer ve gecenin ışıkları, yerini güneşin aydınlığına bırakana kadar yaşam tüm renkleriyle kendini ifade eder…
Zaman zaman ezeli hale dönüşen, farklı renkleri temsil eden iki şehrin rekabetine kulak kabartmaktan öteye gitmeyen 34 yıllık bir Ankaralı, üç yıllık da ‘taze’ İstanbullu olarak gözlemlerimi paylaşmak, klişelerin dışındaki kıyas alanlarına da temas etmek isterim.
İstanbul’da yetişilecek yerlere tam vaktinde varmak pek görülen bir şey değil. Telefonda vaat edilen dost buluşmaları ise bir sonraki telefon görüşmesinde yinelenir de yine de o buluşmalar bir türlü gerçekleşmez. 24 saat İstanbul’a bir türlü yetmez. Ankara daha dakiktir. Kaosa yer yoktur bu düzen şehrinde. Yine de buluşmalar İstanbul’da daha doyurucudur. Çünkü yapılacak planların, gidilecek yerlerin ucu bucağı yoktur. Amma velakin ona yetişecek enerji de zaten bir İstanbullu’da pek bulunmaz. Öyle de tüketendir İstanbul.
Kentsel dönüşüm Ankara’da ‘mâsum’ İstanbul’da suçlu
‘Tarihi mirasın büyüklüğünün bu doyuruculukta hiç mi payı yok?’ diye sorulursa, herhalde yanıt; ‘hem nasıl büyük bir pay’ olur. Binlerce yıllık imparatorluklara ev sahipliğinin kaçınılmaz getirisi bu miras. Ankara’nın görece yeni ve modern bir geçmişin simgesi olması, kültürel, tarihi ve dini miras zenginliğini ve bu mirasın içinde soluk alıp vermeyi hayli sınırlıyor denebilir.
Misal, bir Ankaralı kolay kolay bir kilisenin, havranın yerini tarif edemez. Zaten farklı dinlere ait mabet sayısı da azdır.
Hangi şehir kentsel dönüşümün yan etkileri altında daha hızlı dejenere oluyor? diye sorulursa yanıtım İstanbul olur. Zira, burada tarihi mirasın büyüklüğü aynı ölçüde kapsamlı bir tahribatı da beraberinde getirmiş gibi. Tarihi mahallelerin sakinleri yerlerinden edilmiş ve sahip oldukları mülkler giderek zenginleşen bir sınıfa devredilmiş. Özellikle Romanların yaşadığı mahalleler bu gidişatın en büyük zarar görenleri. Devam eden yüzlerce dava da bunun bir kanıtı.
Ankara’da kentsel dönüşüm gecekondulaşmayı yok etmeyi amaçladığı için daha “mâsum” bir algı oluşturulsa da, Ankara Kalesi ve çevresinde kültürel anlamda bir dönemin sonu getirilmiş vaziyette.
TOKİ virüsü hem İstanbul’u hem Ankara’yı sarmış
Buraya kadarki manzara her iki şehir için de pek iç açıcı olmasa gerek. Tarihi doku ve alternatif kültürler, ciddi anlamda tek tipleştirme tehdidi altında. Bu yozlaşmada hemen her yerden gökyüzünü delercesine yükselen TOKİ binalarının payı büyük elbette.
Yeşil alanların değerini bilme konusunda Ankara hatırı sayılır bir farkla önde. 3 yılda gözlemlediğim kadarıyla, İstanbul’da “yeşil alan düşmanlığı” ile açıklanabilecek bir durum söz konusu. Metrekarelerle ölçülecek parklara bile tahammül neredeyse sıfır. Bu kentin sakinleri her daim diken üstünde; ellerinden bir gecede çalınabilecek parkları koruma nöbeti tutmak zorunda. Gezi Parkı, Validebağ Korusu ve son olarak Maçka Parkı’nı yok olmaktan kurtarmak için verilen mücadele ortada. Ankara ise son yıllarda ciddi bir ağaç dikme seferberliği ile daha yeşil bir görünüme kavuşturulmuş vaziyette.
İstanbul’da neredeyse yola taşmış binalar, insana ayrılan yaşam alanlarını ciddi ölçüde tehdit eder durumda. Araç kullanırken, ‘binaları yarıp geçiyormuşluk’ algısına kapılmamak çok zor. Zaten ev satış ilanlarında “yola cephe, metrobüse yürüyerek üç dakika” ibarelerini görmek mümkün. Bunda biteviye artan nüfusun hatırı sayılır bir önemi olsa gerek ancak yine de bireye, insana verilen değerin de bir yansıması bu çirkin şehircilik anlayışı.
Metrobüs: Tükenmişliğin, uykusuzluğun, çaresizliğin yola çıkmış hâli
İstanbul’un sürekli göç alan yapısı, farklı kültürleri şehir hayatına katması, beraberinde sehirleşmeyi getirmemiş görünüyor. Özellikle toplu taşıma tecrübesi, kentin koca bir köy olduğu gerçeğini açık ediyor. İş çıkış saatleri hemen tüm toplu taşıma araçları sözlü ya da fiziki kavgaların değişmez adresi oluyor. Metrobüste kavga eden iki kişinin ait oldukları etnik ve kültürel yapılarına vurgu yapan ‘ötekileştirici’ uslübuna şahit olmak, bir Ankaralı için pek alışıldık değil.
Metrobüs duraklarına adım atmak bile başlı başına bir işkence. O daracık turnikelerden aynı anda yüzlerce insanı geçmeye zorlamak, ‘cezaevinden kaçış’ sahnelerini hatırlatan film kareleri gibi. Bir parça da utanç sebebi aslında.
Tükenmişliğin, uykusuzluğun, çaresizliğin yolculuğa çıkmış hâli gibi metrobüsler. Tahammülün tükendiği, insanın insanlığını unuttuğu ve içteki vahşi’nin pervasızca salıverildiği bir garip mekân.
Kaliteli üniversiteleri ile çok sayıda öğrenciyi ağırlayan Ankara’da bu tür itiş-kakışların sayısı İstanbul ile kıyaslanamayacak ölçüde az olsa gerek. Üniversite demişken, Ankara’da henüz “otoban üniversiteleri” kurulmamış vaziyette. İstanbul’da E5 üzerinde ilerlerken kampüssüz, kuru binalardan müteşekkil üniversiteler görmek mümkün. Bu duruma ilk kez şahit olduğumda hayli şaşırmıştım. O kadar çok paralı üniversite var ki ve bir o kadar da işsiz..
‘Hepimiz bu cehennemin parçasıyız ve uyum içinde hareket etmeliyiz’
Adı kötüye çıkmış İstanbul trafiğinden bahis açmaya gerek yok herhalde. Ancak buradaki sürücüler bir gerçeği kabullenmiş: Hepimiz bu cehennemin parçasıyız ve uyum içinde hareket etmeliyiz! Evet! İstanbul’da daha az korna sesi duyuyorum ve sürücüler, trafikteki hataları, kastî hareketleri daha az görmek durumunda hissediyor. Yoksa evlerine varamayacaklarının farkındalar. Ankaralı sürücülerin bir bölümü bu konuda daha tahammülsüz.
Üç yılın sonunda, İstanbul’da yol alternatiflerinin daha fazla olduğu kanısına vardım. Ancak o yolların, bir Ankaralı tarafından günlük kullanılan güzergahlara dönüştürülmesi hayli emek ve zaman gerektiriyor. Burada da devreye yol tarif eden mobil uygulamalar giriyor. Böylece, İstanbul trafiği hem çekilir kılınıyor hem de farklı rotaları keşfetme imkânı doğuyor. Yolların levhalanması konusunda Ankara, İstanbul’a yetişmiş vaziyette. Elektronik levha kullanımı giderek yaygınlaşıyor. İstanbul’da ise levhalar yanlış yerleştirilmiş olmasa da hem boyutu hem yerleştirildikleri yerler itibariyle sürücüleri zorluyor.
Güvenlik son zamanlarda her iki şehir için de bir handikapa dönüşse de Ankara’nın daha güvenli olduğu kanısındayım. Özellikle merkezi yerlerde sivil polislerin sayısı -başkente ait bir paranoya olsa gerek- hayli fazla. Zaten kolay kolay bir vukuat patlak vermez buralarda. Ama İstanbul bu anlamda tam bir saatli bomba. Nerede, ne zaman, ne olacağı büyük bir muamma.
Ankara’nın denizsizlik kompleksi ve İstanbulluların sakinliği
İstanbulluların, Ankaralıları hırpaladığı en önemli tartışma konusu denize gelirsek: Ankara bu anlamda ne yapsa mâkûs talihini değiştiremez. Ne ODTÜ’deki Eymir Gölü, ne Mogan ne de Yunus göleti denizsizlik kompleksini telafi edemez. Öyle ki, denizin İstanbulluları sakinleştirdiğini ve olası pek çok tatsız olayı önlediğini düşünüyorum. Belki de denize dökülüyordur tüm mutsuzluklar, tatsız düşünceler ve de acılar.
Bir Ankaralı olarak, tüm olumsuzluklarına rağmen İstanbul ile dokum hiç ummadığım kadar uyuştu. Ufak pratik çözümlerle bu şehrin açmazlarından kaçmak mümkün. Canlı kültürel yaşantısı, Ankara’ya kıyasla daha fazla haz vaat ediyor. Hiç sönmeyen ışıkları ile bu şehir kimseye “yaşayan ölü” olma imkanı vermiyor. Var olma savaşı aynı zamanda hayata tutunmayı da beraberinde getiriyor ve İstanbul ile sakinleri arasında tek vücuttaki kan dolaşımına dönüşüyor.
Sanırım bundan ötürü Ankara’yı özlemiyor, İstanbul’un damarlarımda akmasından yarı gizli yarı aleni bir haz duyuyorum.