Hallerimiz

Sevim Gözay’ın anısına, yayımlanmayan romanından kendi satırlarıyla: Bir daha çal

Sevim’i anmak için bir şeyler yazmak, benim için çok zor. Ateşin düştüğü yeri kül ettiği bir konu. Onu değerine yakışır biçimde satırlara dökebilecek mesafeyi kat edebilmiş değilim. Geri dönüp bakacak ve “yine orada olacak” cesaretim yok henüz. Ancak Mustafa Kuleli’nin, onu kaybedişimizin yıldönümünde Sevim Gözay’ı anmaya verdiği önem çok değerliydi ve onu kendi satırlarıyla anabileceğimize, bunun zaten daha güzel olacağına karar verdik.

Çok yakınındaki birkaç kişi dışında kimsenin okumadığı, ilk kez okurlarıyla buluşacak satırlar. Sevim Gözay’ın 2018-19’da yazdığı, sonra başka işler –heves eksikliği– hastalık süreci derken üstünde çalışmaya devam edemediği, idealindeki son hâlini veremediği “Bir Daha Çal” adlı romandan parçalar (basılmış olmadığına göre roman taslağı / dosyası da diyebiliriz). İlk okuyanlardan biri, 2019’dan bu yana Londra’da yaşayan, uzaktan bile Sevim’e can dostu olabilen çok değerli arkadaşı Melike Karakartal…

Romanın adı, “Bir Daha Çal,” tahmin edeceğiniz gibi ‘Casablanca’dan. Filmde aslında hiç söylenmemiş ama filmlerde söylenmiş şeylerin çoğundan daha ünlü o replik… Gelecekte, distopik (yani “daha da distopik demek” olur doğrusu) bir Türkiye’de geçiyor. O 120 sayfadan seçilmiş, Sevim’in satırlarıyla…

İnternet çılgınlığının yaşandığı onlarca yılın üstüne devlet bireysel erişimi tamamen yasaklamış, interneti, kurumlara zimmetli ve tümüyle kayıt altında tutulan ortak bilgisayarlara hapsetmişti. Helal Bilgi ve Ticaret Bankası adı verilen yerli bir arama motoru ile kullanılan son derece kısıtlı bir erişimdi bu. Ev kullanıcıları sorunu ise en büyük yerli firmalardan birinin ürettiği milli bir televizyon modeliyle çözülmüştü. Peşinden diğer üretici markalar da modaya uymuş, seçenekler hızla çoğalmıştı. Halk, önceleri ateşli şekilde itiraz etmişse de seslerini duyuracakları mecra kalmadığı için itirazlar çok geçmeden sönüp gitmiş, içinde Helal Bilgi ve Ticaret Bankası bağlantısı bulunan milli televizyonlar her eve girmişti kısa zaman içinde.

(…)

İnsanlar artık tüm etnik, ideolojik ve kültürel farklarının ötesinde basitçe ikiye ayrılıyorlardı: uyumlular ve uyumsuzlar. Ve uyumsuzluk günahların en büyüğüydü artık.

Romanın baş karakteri, gelecekte “huzuryuvası” adı verilen yaşlı bakım evinde kalan Mavi / Maviş adlı bir kadın. Sevim’in ağzından konuşması, onun hislerini ve düşüncelerini anlatması açısından otobiyografik esintili bir karakter.

Ah, kendimi tanıtmadım değil mi? Mavi ben. Depresif renk aslında mavi ve kesinlikle tesadüf değil bence isimler. Uçsuz bucaksız bir bulantı vardı içimde, kendimi bildim bileli. Aşırı rahat bir girişkenlikle sonsuz bir huzursuzluk arasında salınıyordum. Neyse ne diyordum, yerlisiyim buraların.

Bu distopik toplumda, daha renkli bir geçmişle ilgili anılar tehlikeli bulunuyor çünkü dinleyenler için baştan çıkarıcı. Bu yüzden, huzuryuvalarında kalan yaşlılara, anılarını yavaş yavaş silip beş altı yıl içinde tüm hafızalarını yok eden bir hap veriliyor her gün. Bazıları bilmese de Maviş bu hapın kendisine ne yapacağını biliyor ve ölmekten değil ama unutmaktan, anılarını kaybetmekten çok korkuyor. O yüzden hatırlıyor, not alıyor, yazıyor, okuyor… Hem içinde bulunduğu distopyayı sorguluyor, hem de distopik bir gelecekte yaşlı bir Carrie’nin hatırlayıp anlattığı hâliyle Sex and the City gibi ilişkileri, aşkı, ayrılıkları anlatıyor, “hatırlıyor”:

Normalde pek güleç biri sayılmazdım ama işim icabı öğrenmiştim gülümsemenin gücünü. Gösteri dünyası, malum. Ve biliyordum hangi gülüşümün ne manaya geleceğini. Yüreklendirmek içindi bu seferki. İşe yaradığı da ortadaydı.

İktidar her şeyi yasaklarken, bir yandan da kasıtlı olarak arka kapılar bırakıyor. Sözgelişi özgür bireysel internet kullanımı olmadığı hâlde, korsan uygulamalarla sanal bir evrende buluşuyor insanlar ve “aşırılıklarını” orada yapıyorlar, en popüler buluşma sebebi de “sanal seks”.

Devlet de bu aşırılıklara izin veriyordu çünkü yasakların günaha davet anlamı taşıdığını iyi biliyordu yönetenler. İnsanları günaha ortak edip suçlu durumuna düşürerek kontrol edebileceklerinin bilincindeydiler. Milli televizyonlar düzenli olarak suçlayıcı ve aşağılayıcı kamu spotları yayınlıyordu.

Sanal aşırılıklara göz yumulsa da “fiziksel” olan her şey öylesine yasak ki, arka kapıdan girilen sanal dünya dışında elde sadece sözcükler kalmış. Toplumsal-siyasi alanda anlamları ters yüz edilmiş, gerçeklikleri yok edilmiş, “her mahallede başka anlama gelen” sözcükler, kişisel alanda ‘güçlü’ler hâlâ:

Birbirlerini tutkuyla seven insanlar ve genç âşıklar artık sözcüklerle sevişiyor, fiziksel olarak yaşayamadıkları her şeyi sözcüklere dökerek birbirlerine olan özlemlerini gidermeye çalışıyorlardı. Bir restoranda karşılıklı yemek yiyen bir kadınla erkek öyle pornografik konuşabiliyordu ki, garsonlar bunları duymamış gibi yapmayı âdet haline getirmişlerdi.

Bekâr yaşlıların tek başlarına bir ev işgal etmesine izin verilmiyor distopyada, evlerine el koyuluyor. Yaşamak zorunda olduğu huzuryuvasındaki hayatına ve oradaki diğer yaşlılara şöyle bakıyor Maviş:

Gençliğinde, kafaca anlaşabildiği açık fikirli ve yaratıcı insanlarla birlikte yaşayabileceği bir komün hayatı hayal ettiği olurdu ileriki yaşamı için. Bir ideal, bir ütopya.

Ne garip ki, dileği neredeyse gerçek olmuştu. Şeklini şemalini, koşullarını, detaylarını hiç böyle tasavvur etmemişti elbette ama komündü işte.

Kendini yeniden evin küçük asi kızı gibi hissetti ve bundan dolayı içi huzurla doldu. Huzur, kendimizi gerçekleştirebilmek için çıkmak mecburiyetinde olduğumuza inandığımız o ilk mücadeleyi yaşam boyu sürdürebilme imkanıydı belki de, kim bilir.

Ve her zaman inandığı gibi, yaşam insanın gerçek akrabalarını bulma yolculuğuydu. Şimdi, ailem dediği bu insanların yanına vardığına göre yolculuk tamamlanıyordu belki de.

“O ilk mücadeleyi yaşam boyu sürdürebilme imkânı” ve bir de hikâyeler var. Hatta hayatta sır diye, anlam diye ne arıyorsak, cevabı hikâyelerde buluyor galiba Maviş.

Canının yandığını belli etmemek için yapmaya hiç niyeti olmayan şeyler yapmıştı. Eh, sonradan yaptıklarından hiç utanç duymamış değildi, ama Scott Fitzgerald ne demiş, insanların utandıkları şeylerde güzel hikâyeler yatar.

Hayata böyle bakmaya yatkındı o. Her şey geçiyor, aşklar, acılar, gözyaşları ve hırslar bitiyor, geriye sadece hikâye kalıyordu. Bir dinleyen bir de anlatanın dışında kimseye ihtiyacı yoktu hikâyenin, alabildiğine bağımsızdı zamandan ve üçüncü kişilerden.

Hikâyelerini yazıyor Maviş, yazmaktan vazgeçtiklerini bile. Ve sonra okumak, okumak, çünkü hafızası yavaş yavaş silinirken onları tümüyle kaybetmemesinin tek yolu bu:

Nerede okumuştum, şöyle bir şey; zamanla ne kadar çok hayat iz bile bırakmadan kaybolup karanlığa karışıyor…

Yazılmayan hayatların durumu hakikaten de bu diye düşündü Maviş Hanım. Onun yazma sebebi de buydu bir bakıma. Ama sadece bir bakıma. Tek derdi kalıcılık olsaydı takma isimle yazmazdı zaten, öyle ya. Olaylar olurken doğru olduğunu zannettiği tepkilerinin ne kadar falsolu olabildiğini fark etmişti yazarken. Ne olursa olsun, her biri birer seçim anıydı ve toplamında bir hikâye çıkıyordu.

Başka türlü tepkiler, başka türlü bir hikâye doğururdu.

Bunu görmüştü işte yazarken. Sonra durdu. Yazamaz oldu. Kapattı sonunda dosyayı. Mevsimler değişti, uğramadı bir daha yanına. Bekledi bir köşede dosya, yıllandı. Ta ki Maviş, Bu yükü daha fazla taşımak istemiyorum, diyene kadar.

Yazmak, kurtulmak ve tam neler olduğunu anlamak istiyordu artık. Anlamak için tek yapması gereken ise yazmaktı. Sonunda yazdı, kurtuldu. Anladı ve affetti kendini. Nihayet. Yıllar sonra. Ne tuhaf ki, şimdi tek yapması gereken ise okumak. Okumak ve kaydetmek. Son nefesine kadar kendisi olmaya, kendisi kalmaya devam edebilmek için.

Sevim’in romanının tam bir özetini çıkarmak ya da “burası ilginç / burası komik” vb. satırlar paylaşmak doğru gelmedi. Onun yerine, belki çoğumuzun hislerine tercüman olacak, onun yaşadığımız günlerle ilgili ruh hâlini anlatan satırlar seçmekle yetindim.

Ve bir de… Üç epigraf var romanın başında. Sevim’e yakışır biçimde biri Rihanna’dan, biri Eric Hoffer’dan, diğeri Nicholas Sparks’tan…

Nicholas Sparks’ın ‘Defter’inden (The Notebook) şu cümleyi seçmiş Sevim: “Uzakta olmanın en korkutucu yanı, seni özleyecekler mi yoksa unutacaklar mı bilmemendir.”

Deli misin Sevim ya? Bayılıyorsun böyle safi zarar ziyan fikirlere. Seni unutmak, özlememek mümkün mü?

Murat Aykul

Sevim Gözay ile birlikte tv8'de Stüdyo ve Netiket gibi programları yapan, daha sonra CNN Türk'te Cosmopolis'te birlikte çalışan, çalışma arkadaşı ve yakın arkadaşı, editör, yazar.

Journo E-Bülten