Alanda çalışan meslektaşlar bilirler, ister bir parti mitinginde, ister bir toplumsal olayda, isterse de bir savaş alanında, hangi işe giderseniz gidin, nerede olursanız olun medya mensubuna illa ki bir sataşma olur. Ya yandaş denir, ya candaş. Hele ki ana akım medyada çalışıyorsanız… Herkes kendi görüşüne göre sistemin bütün hesabını oradaki muhabirden, kameramandan sorar. En büyük yumruğu alandakine atar. Ya “göstermiyorsunuz” ya “yalancısınız” der, ya da daha ağırını yaparak küfreder, tartaklar, döver…
Konuşabilecek, ortamı daha da germeyecek bir hava varsa, kendisine küfredene “Sen benim görüşümü biliyor musun?” diye sorar gazeteci, kendini savunur. İkna etmeye çalışır karşısındakini. Ama bir ikilemi illa ki yaşar. İçinden kendinle, dışından kendisine küfredenle hesaplaşarak:
“Ben de bırakırsam daha kötü olacak. En azından işimi evrensel ilkelere göre yapmaya çalışıyorum”
Yorulur, sıkılır, daralır, üzülür… Başa çıkamazsa, kendince ‘kıyısından köşesinden dönerek’ habercilik yaptığına inandığından, küfürlere arkasını döner ve sadece “bıktım” der. Okuyacağınız da böyle bir hikâye. Bu kez bıktırmayan, alandaki gazetecinin kendi meşrulaştırmasını sorgulatan…
29 Kasım 2015, Diyarbakır. Koşuyolu Parkı’ndaki Yaşam Hakkı Anıtı önünde kalabalık toplanmaya başlamış. Az sonra, bir gün önce öldürülen Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi son yolculuğuna uğurlanacak. Biz de oradayız. Cenaze töreninden canlı bağlantı yapmak için…
Herkeste hüzün var. Ama bir o kadar da öfke. Kahvelerde, lokantalarda konuşulan bir tek şey var: ‘Barış Elçisi’ nasıl öldürüldü, kim öldürdü? O sorulara yanıt aranan kahvelerden, lokantalardan, parklardan birkaç yüz metre uzakta ise savaş var.
Diyarbakır’ın neresinde oturursanız oturun kimi zaman tank seslerini, kimi zaman top atışlarını duyarsınız. Sur’da çatışmalar devam ediyor. Göç de… Ama şehrin bütününde ilk gözlemlediğimiz şey, insanların içindeki öfke. Daha birkaç ay önce şehri turladığımızda, çatışmalara, göçlere rağmen işlerin yoluna gireceğini, 2013 baharına dönüleceğini uman halktan eser yok. Birkaç ay önce, “Kandil verdiğimiz oyları yanlış anladı, çatışmayı hızlandırdı” diyenler de, “Devlet eski yanlışına geri döndü” diyenler de aynı görüşte. Tam anlamıyla bir çöküş, bıkkınlık, inançsızlık ve öfke var. Koşuyolu Parkı’na, Elçi’nin cenazesine gelenlerde ise o öfke daha belirgin.
İşte bu ortamda başlayacağız yayına. Parkın hemen yanında gazeteciler sıralanmış yayına hazırlanıyorlar. Ana akımından, alternatif medyasına herkes birbirini gözetliyor. “İlk bağlantıyı kim yapacak, halkın tepkisi ne olacak?” İlk başta bahsettiğimiz ‘yumruk yeme’ hadisesinin vuku bulması yüksek ihtimal. Derken tepkiler başlıyor: “Gerçekleri yazmıyorsunuz, sürekli yanlı yayın yapıyorsunuz, adil olun adil!” Biz de kendimizi anlatmaya çalışıyoruz: Biz sadece çalışanız, gördüğümüzü anlatmaya çalışıyoruz, bizim elimizde olan bir şey yok, biz emekçiyiz vs. vs. vs… Tartışma alevlenip, sinirler iyice gerildiğinde o meşhur savunma sözü çıkıyor ortaya:
“Sen benim görüşümü biliyor musun da beni bu şekilde yargılıyorsun? Ben elimden gelenin en iyisini yapıyorum”
Gazetecilerin bazıları uzaklaşıyor, bazıları ise hâlâ ikna çabasında. Vatandaş da öyle. Kimi karşı tepki gösteriyor, kimi tartışmayı daha da alevlendirecek, şiddete vardıracak cümleler kuruyor. O kısacık zaman diliminde Kürt sorununun çatışmalı tarihinden, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına, ‘Çözüm Süreci’nden Kobani’ye, 20 Temmuz sonrası operasyonlara kadar her şey konuşulup tartışılıyor. Tabii tüm bunlar karşısında medya etkisi de. Alandaki gazeteci o bilindik cümlelerini kurmaya, kendi meşruluğunu ispatlamaya çalışırken bir yandan da haber merkeziyle iletişimi kurmaya çalışıyor, “Neden yayın yapamıyoruz, kamera neden açık değil?” gibi sorularla boğuşuyor. Yanındaki meslektaşına, “Bu ortamda bir de bu anlayışsızlıkla uğraşıyoruz” diyor. Haber merkezine, “Burada yayın yapmamıza imkân yok” diyemiyor. Çünkü karşılığında gelecek “neden?” sorusuna yanıt veremeyecek. O ortamı, gerginliği haber merkezine anlatamayacak o an. Zaten, “yayın yapamıyoruz” dese ikna etmeye çalıştığı kitle daha da gerilecek. Kanıtlamaya çalıştığı meşruluğunu, “ben de sizin gibi düşünüyorum aslında” mesajını yitirecek. O sırada tepki gösterenler de alandaki gazetecinin sıkıntısını fark ediyor. Ondan sonrasını aynen aktarıyorum. Aynen diyorum, zira tek kelimesini unutmadım.
Vatandaş: Ne oldu? Yayın yapamıyorsunuz değil mi? Gösterme diyorlar değil mi? Hadi bizi çıkarsanız ya ekranlarınıza.
Muhabir: Ağabey, bizden istenen bağlantı şimdi, konuk istemiyorlar ki. Kısa bir muhabir bağlantısı yapacağız. Sizinle röportaj yaparız, yayından sonra haberde yayınlarız.
Vatandaş: Neyi yayınlayacaksınız, hep kes biç. Benim söylemediğimi yazacaksın.
Mubabir: Olur mu öyle şey? Senin söylemediğini nasıl veririm?
Vatandaş: Bugüne dek hep şunu sordunuz ekranlarda; Kürtler Türklerle yaşamak istiyor mu? Tahir Elçi gibi biri barış çağrısı yaparken öldürüldüyse bu sorunun tam tersini sorun! Türkler bizimle yaşamak istiyor mu?
Muhabir: Ağabey, biz burada olan her şeyi anlatıyoruz. Ekrandaki yorumcularla alandaki emekçileri karıştırmayın lütfen. Ben eleştirdiğin o cümleleri kurmadım, kuramam. Köşe yazarı değilim, yorumcu değilim. Ben burada ne görüyorsam onun haberini yaparım, onu anlatırım. Ayrıca kişisel olarak ne düşünüyorum nereden biliyorsun? Sen benim görüşüm nedir biliyor musun? Başkaları üzerinden bizi yargılama lütfen, haksızlık oluyor.
Vatandaş: Ya bırak Allah aşkına! Ben sana sizin bir çözümlemenizi yapayım mı? Bir ev veya araba kredisi çekmişsindir. Ya da özel bir okulda çocuk okutuyorsunuzdur. Derdiniz bu. Bizim gibi ölmek, yaşamak değil. Başka yapacak iş de bulamıyorsundur. Daha doğrusu ya işine geliyordur ya da borcundan kaçacak yerin yoktur. “Ben paramı alayım da ne olursa olsun” diyorsundur. Vicdanını rahatlatmak için de “ben öyle düşünmüyorum ama çalışmam gerek” diyorsundur. Ama unutuyorsundur da sen Gezi Parkı olaylarında, “Polise simit sat, onurlu yaşa” diye bağırdığını. Lütfen simit satın, onurlu yaşayın!
Sonra ne mi oldu? Derin bir sessizlik… Muhabirlerin ve kameramanların birbirlerine derin bakışları, üç gün sonra ödemek zorunda oldukları taksitler, ‘adam beni tarif etti’ düşüncesi, ‘ulan acaba ben kendimi mi meşrulaştırıyorum’ sorgulamaları ve kurulan o cümle:
“Bizim derdimiz ölmek ve yaşamak…”