Özge Samancı’nın İngilizce olarak yazdığı, ‘Türkiye’de büyümek’ konulu bir çizgi romanın varlığından haberim vardı. Fakat Türkçeye çevrildiğinden haberim yoktu. Meğer İletişim Yayınları tarafından bu yılın Ocak ayında basılmış. (‘Bırak Üzülsünler’ adıyla)
Malûm, güzel şeylerden pek bahsedilmez bizim ülkede. Sosyal medyada olsun, ana akım medyada olsun, rating getirecek abuk sabuk konular döndürülür sürekli.
O yüzden, güzel şeyler sessiz sedasız, kimsenin ruhu duymadan gelir, geçer gider bu ülkeden.
Kitabı bu kadar geç keşfetmemin nedeni bu.
“Bırak Üzülsünler” bir çizgi roman.
Sırf bu nedenle bile, benim için iki kat önemli.
Çizgi roman sevmeyen insanlara kuşkuyla bakan biriyim.
Ne yazık ki, Türkiye’de çizgi roman pek rağbet gören bir tür değil. Bu durum, her şeyden önce, bizim okurun sığlığını ve tutuculuğunu gösteriyor. (Çizgi romanı küçümsemek, çocuklara göre bir iş sanmak, edebiyatın ağırından(?) hoşlanmak, vs vs)
Oysa dünyada durum farklı. Epeydir çizgi roman, edebiyatın en sağlam dostu.
Bu yaz müthiş çizgi romanlar okudum. Uçma Sanatı, Kırık Kanat, Sıradan Zaferler, Patience, Epileptik, Indeh, Gün Gezgini, Logicomix ilk aklıma gelenler.
Eski dostları ise belki dördüncü kez yeniden okudum: Maus’u ve Persepolis’i…
Burada, ünlü romanların çizgi roman versiyonlarının yayınlanması modasından bahsetmiyorum.
Doğrudan çizgi roman olarak hazırlanan iyi edebiyattan söz ediyorum.
Uçma Sanatı’nın yazarı Antonio Altarriba, “Neden çizgi roman?” sorusunu şöyle yanıtlıyor müthiş kitabının sonsözünde: “Ben her zaman çizgi romanın gizli gücünü savundum. Plastik öğelerle yazın öğelerini bir araya getiren, grafik ifadeyi teatral diyalogla birleştiren çizgi romanın bu karma yapısı, her türlü öyküyü yansıtabilmesini sağlıyor.”
Gelelim Özge Samancı’ya ve “Bırak Üzülsünler” kitabına.
1975 doğumlu bir kız çocuğunun gözünden Türkiye’nin 80’li, 90’lı yıllarına buyurun…
Anlatı 1981 yılında başlıyor. Özge Samancı’nın kendi hayat öyküsü. İzmir’de yaşayan öğretmen bir anne baba ve iki kız çocuğu…
Yaşadığı döneme tanıklık etmek istemiş Özge Samancı. Tek kanallı televizyon günlerine, askeri disiplin içinde geçen ilkokul yıllarına, acımasız test sınavı sistemine, baba başta olmak üzere çevrenin “doktor ol, mühendis ol, yoksa yandın bittin kül oldun!” korosuna… Ama karakterimiz meraklı ve özgür bir ruhtur. Mühendis değil tiyatrocu olmak istemektedir. Yine de bu durum Fen Lisesinde okumasını ve üniversitede matematik eğitimi görmesini engelleyemez. Mutsuzdur. Neyse ki, çeşitli badirelerden, yaralanmalardan berelenmelerden sonra mutluluğa giden yolu keşfedecektir.
Özge Samancı, bilerek mi yapmış yoksa bilmeden mi yapmış emin değilim ama Türkiye’de büyümek nedir, tam bir fotoğrafını çekebilmiş.
Gerçekten de, Türkiye’de büyümek budur. Yani, okul ve test sınavı kabusundan başka hiçbir şey içermeyen bir çocukluk / gençlik yaşamaktır. (Orta sınıftan bahsediyoruz elbette) “Öğütüm sistemi” içinde paramparça olmaktır. Ezilmek, hayallerden vazgeçmek, erken yaşta ihtiyarlamaktır… Oyunların, eğlencenin, ilk aşkların olmadığı, sadece ders çalışılan yıllara doğmaktır.
Büyük umutlarla gittiği Fen Lisesi’nde dinci öğrenci ve öğretmenlerle ilk tanışma, uğranılan haksızlıklar, hayal kırıklıkları, yine büyük umutlarla başladığı Boğaziçi’nde okuduğu bölüme (matematik) hep yabancı kalmak, hep bir boşunalık duygusu… Bunları gayet güzel aktarabilmiş Özge Samancı.
Ama (adeta içine işlemiş) bir naiflik duygusu nedeniyle altını çizemediği, tam veremediği (ya da yanlış verdiği) bir şey var:
Kitap boyunca, çocukların gençlerin mutluluğunu çalan bu sistem sanki özünde DOĞRU bir şeymiş gibi anlatılıyor. Yani bu sistemin koruyucusu anneler babalar, öğretmenler sanki haklıymış gibi… Ne diyor koro: Önce bir doktor ya da mühendis diplomasını kap, sonra ister tiyatrocu ol, ister şarkıcı. Yeter ki önce kendini bir garantiye al!
Bu naifliğin sonucu, karakterimiz hatayı hep kendisinde arıyor, bin bir çeşit suçluluk duygusu içinde yaşıyor.
Şayet, Türkiye’deki bu büyük genç / çocuk kıyımına çok tarafsız bir gözle bakabilseydi, ortaya evrensel anlamda herkesi etkileyebilecek bir şey çıkardı bence.
Şu hâliyle ise, durum (yabancı birisi okuduğunda) çok fazla anlaşılmıyor.
Yani, biz anlıyoruz Özge Samancı’nın ne anlattığını. Ama bir Amerikalı, bir Fransız, bir Çinli vs. ne kadar anlıyor, sorun o.
Yine de, kendi çaresizliğini /çıkışsızlığını / kafa karışıklığını anlatırken, Özge Samancı arka planda doğru bir Türkiye fotoğrafı (eksiksiz değil ama neyse ki hatalı da değil!) çıkartabiliyor.
Bu bakımdan “Bırak Üzülsünler”i çok önemli buldum ve daha önemlisi, büyük bir zevkle okudum.
Çünkü çizgiler ve senaryo çok iyi.
Dediğim gibi, tek eksik, evrensel bir bakış açısı oluşturamaması.
Zaten bu bakış açısı oluşsaydı, kitabın adı asla “Bırak Üzülsünler” olamazdı. Ya da İngilizce adıyla Dare to Disappoint (yani İnsanları Hayal Kırıklığına Uğratmaya Cesaret Et minvalinde bir şey, tam çevrilmiyor…)
Çünkü evrensel çizgiden baktığımızda, bu anneler babalar, bu öğretmenler hepsi suçlu! Hiçbiri çocukların gençlerin mutluluğunu düşünmüyor. Hepsi kendi küçük dünyalarından, kendi vizyonsuz hayatlarından bakıyor eğitim olayına ve tıpkı kendilerine benzeyen yeni çapsız / mutsuz insanlar yetiştiriyorlar.
Ve olay onları “üzmek” değil, sağlam bir sarsıp kendilerine getirmek! Hepiniz suçlusunuz diye suratlarına haykırabilmek!
Ama artık çok geç. Bu da ayrı bir yazı konusu… Betonarme laik eğitim sisteminden, köle yetiştirmeye yönelik içi boş dini eğitim sistemine nasıl geldik konulu bir yazı.
Bırak Üzülsünler – Türkiye’de Büyümek
Özgün adı: Dare to Disappoint Growing Up in Turkey
Yazar: Özge Samancı
Yayınevi: İletişim Yayıncılık
Sayfa Sayısı: 190
Ebat: 18×23
İlk Baskı Yılı: 2017
ISBN: 9789750520952