Film

Yalnız bu sezon iyi müzisyen filmi yaptı

Kitle sanatı olması hasebiyle sinema hep böyledir, bir anda sanki görünmez bir el devreye girer, bir furyadır kopar gider. Tesadüf müdür, zamanın ruhu mudur bilinmez bir bakmışız, anlaşmış gibi, dünyanın farklı farklı köşelerinden benzer temalı filmler yağıyor. 2018-2019 sinema sezonu başlar başlamaz da bir müzisyen filmleri yağmuruna tutulduk. Bu yazıda henüz sezonun başlarında gösterime giren Bir Yıldız Doğuyor, Müslüm, Bohemian Rhapsody, Whitney ve Yaz filmlerini ele alacağız.

Bir Yıldız Doğuyor: En başarısız versiyon

Vizyona girme sırasıyla başlayalım; yılın ilk önemli müzisyen filmi, 19 Ekim’de vizyona giren Bir Yıldız Doğuyor (A Star Is Born) oldu. Aslında bu ilk kez 1937’de bir Hollywood prodüksiyonu olarak hayata geçirilen ve birçok kez beyazperdeye uyarlanan modern bir Pygmalion öyküsüydü. Bu yazıda konu ettiğimiz müzisyen filmleri esasen gerçek müzisyen biyografileri olsa da başrolünde Lady Gaga gibi gerçek bir müzisyenin bulunması hasebiyle Bir Yıldız Doğuyor da kenarından konseptimize giriyor. Öncelikle şunu belirtmekte fayda var; bu yeniden çevrimin orijinalinde Hollywood yıldızı olmayı hayal eden taşralı bir genç kadınla ününün zirvesinde olmasına karşın, alkolizm ve kendini beğenmişlik sarmalıyla düşüşe geçmek üzere olan bir Hollywood jönünün geliştikçe hasetle lekelenecek ilişkileri anlatılıyordu. Genç kadın yaşlanmakta olan yıldız jönün katkılarıyla sektöre girip şöhret basamaklarını hızla tırmanırken eski yıldızın düşüşü başlayacaktı. Hollywood bu şablonu çok sevdi. 17 yıl sonra filmin yeniden çevrimi yapıldı ve yine gişeleri kırdı geçirdi.

Bizim konumuz olan Bir Yıldız Doğuyor’un asıl atası ise 1976 yapımı Barbra Streisand – Kris Kristofferson’un başrolleri paylaştığı klasik. Zira ilk kez bu versiyonda öykü iki oyuncu arasında değil iki müzisyen arasında geçiyordu. Bu versiyon öncekilerden daha büyük bir başarı kazanınca öykü bundan sonra hep bir müzisyen hikâyesi olarak işlendi. Öyle ki Yeşilçam’da bile yankısını buldu ve Sezen Aksu-Bulut Aras’ın başrolleri paylaştığı Minik Serçe’ye de ilham verdi.

Gelelim asıl konumuza… Hikâyedeki ‘yırtmaya çalışan’ işçi sınıfı kızını günümüzün belki de en parıltılı pop yıldızı olan Lady Gaga’nın canlandırdığı film, henüz proje aşamasındayken bile sinemaseverlerde merak uyandırmıştı. İlk başta, bu tür erkek usta-genç kadın çırak rollerindeki başarısını Milyonluk Bebek (Million Dollar Baby) filmiyle kanıtlayan Amerikan sinemasının yaşlı kurdu Clint Eastwood’la anılan proje, döndü dolaştı son yılların giderek popülerleşen starlarından Bradley Cooper’ın eline teslim edildi. Cooper’ın yönetmen koltuğuna ilk kez oturmasının yanı sıra başrolü de üstlendiği film beklendiği üzere gişeyi kırdı geçirdi. Bununla da kalmadı, hem eleştirmenlerin ilgisine hem de genç sinemaseverlerin film izleme tercihlerinde büyük pay sahibi olan IMDB’nin de takdirine mazhar oldu ve bir ara meşhur IMDB Top 250 listesine bile girdi.

Ne var ki, bence film Lady Gaga’yı Oscar dedikodularının başrolüne taşıyan başarılı oyunculuğunun hatırına bile çekilir dert değil. Meşhur hikâye, acemi yönetmen Cooper’ın elinde tanımayacak hâle gelmiş. Cooper’ın post-modern minimalizm modasına uyma, ana akım sinema konvansiyonlarını esnetme yönündeki iyi niyetli ancak acemi girişimi geri tepmiş ve film çiğ sinemasıyla izlenebilir bir film olmanın asgari gereklerini dahi yerine getiremeyen sadece Lady Gaga ve Bradley Cooper’ın yıldız personalarından medet uman bir yapım hâline gelmiş. İkilinin uyumu perdeden salona taşabilecek kadar güçlü bir kimyasal tepkime bıraksa da Bir Yıldız Doğuyor (2018) izlenmesi güç, klişeleri izleyicinin üzerine boca eden ve geride iz bırakmayacak sabun köpüğü bir filmin ötesine gidemiyor. Denebilir ki bu 2018 versiyonu öykünün adaptasyonları arasında en başarısız olanı ve sadece bu yazıda ele aldığımız filmlerin değil sezonun en balon filmlerinden biri…

Müslüm: Çeke çeke ben bu dertle pişerim

İki hafta sonra vizyona giren Müslüm’ün ise tam aksine önemli bir film olduğunu düşünüyorum. Zira bence sinemamızın en büyük eksiği, kaliteli ana akım filmler… ‘Festival filmi’ denen, ecnebilerin ‘art house’ diye tarif ettikleri kategoride herhangi bir eksiğimiz yok. Ucuz gişe filmleri (sulu zırtlak komediler, akla zarar ‘korku’ filmleri, TV starlarının şöhretine yaslanan duygu istismarı filmleri vb.) alanında maşallahımız var. Ama Ahlat Ağacı’yla Cumali Ceber’in arası neredeyse boş ve bence sektörün birçok sorununun kaynağında da bu boşluk yatıyor. Örneğin Amerikan sineması Sundance vs. American Pie karşıtlığından ibaret olsa sizce Hollywood diye bir endüstri olabilir miydi? İşte bu boşlukta, ana akım sinema konvansiyonlarıyla uzlaşan, deneylere girişmeyen, yenilikçiliğin peşine düşmeyen, söylediği söz de aman aman manalı olmayan ama eli yüzü düzgün, gayet güzel kotarılmış içeriği de hiç fena olmayan filmlerin yer alması gerekiyor. Yani tam da Amerikalıların ‘Oscarlık filmler’ diye andıkları kategori… Bu kategori sayesinde hem salona seyirci çekiliyor hem de onlara B tipi filmlerden daha kaliteli filmler izleterek özellikle genç seyircinin daha arayışçı olmasının başka türlü filmlerin peşine düşmesinin önü açılıyor. Zira dün Cumali Ceber, Recep İvedik izleyenin yarın Nuri Bilge Ceylan ya da Zeki Demirkubuz izlemesini beklemek gerçekçi değil oysa düzgün ana akım sinemanın takipçisi olan bir sinemasever ileride başka sulara da açılabilir.

Mamafih sinemamızda bu alanda kocaman bir boşluk var, o kadar ki içinde rüzgarlar esiyor. Bir dönem bu boşluğu doldurmaya Ezel Akay göz dikmişti. Neredesin Firuze, Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü ve 7 Kocalı Hürmüz tam da böyle filmlerdi. Ne var ki, izleyicimize fazla mı geldi, başka aksaklıkların kurbanı mı oldu bilinmez Akay yapımcılığını da kendisinin yaptığı bu filmlerden büyük zarar etti ve bu sevdadan vazgeçti. Bir ara Taylan Biraderler bu sularda gezindi ama onlar da TV’nin ışıltısını sinemaya yeğledi. Son zamanlarda bu göreve aday bir başka yönetmen var; bol duygu sömürülü Sarıkamış Çocukları ve Ayla’yla bu ‘hibrit sinema’ya aday olduğunu gösteren Can Ülkay şimdi Müslüm’le de bunu pekiştiriyor.

Film Arabesk’in efsane ismi Müslüm Gürses’in hayatını çocukluğundan ölümüne kadar eli yüzü düzgün bir sinemayla anlatıyor. Zaten malzemesi o kadar kuvvetli ki bu kadarını yapmak, konvansiyonlara uyan düzgün bir sinema dili tutturmak kâfi, filmin özündeki malzeme izleyiciyi çarpmaya yetiyor. Elbette her biyografik çalışma konu edindiği kişiye yönelik bir yorumdur, onun hayatının özgün bir okumasıdır. Aynı biyografiyi biri, başka yerlerin altını çizerek anlatır diğeri başka… Ortaya da başka başka filmler çıkar. Edebiyatımızın ustalarından biri olmak yolunda ilerleyen Hakan Günday ile Gürhan Özçiftçi’nin imzasını taşıyan senaryo farklı okumalara (Freudyen, Jungien hatta Marksist) müsait tematik oyluma sahip bir çalışma.

Senaryonun odağını oluşturmamasına rağmen özellikle altı çizilmiş bir noktaya mutlaka değinmek isterim. Filmde Müslüm Gürses’le Yunus Emre’nin dolayısıyla Anadolu dervişlik geleneğinin bağı çok güzel kuruluyor ve Müslüm Gürses’i Müslüm Gürses yapan öge çok sağlam bir temele oturtuluyor. Anadolu bilgeliğindeki bu sürekliliği vurgulaması filme tematik derinlik katan unsurların başında geliyor. Böylelikle acıları damıtarak sanata dönüştürmenin dolayısıyla başka acı çekenlerin özdeşleşebileceği hikâyeler anlatmanın imkanları doğuyor. “Bu dert beni adam eder”, “Közde ben bir insan olmaya geldim” ve “Çeke çeke ben bu dertten ölürüm” dizeleri anlam kazınıyor. Müslüm Gürses çeke çeke bu dertten ölmüyor, o dertle hemhâl olarak pişiyor. Böylelikle başkalarının acılarına da tercüman oluyor.

Genelde Arabesk, özelde Müslüm Baba fenomeni tezlere konu olmuş bir mesele. Bir filmin ve misal böyle bir yazının kapsamında bu meseleye dair dört başı mamur çözümlemeler yapmak mümkün değil. Temel soru şu; Nedir bu müzikte toplumun en yoksullarını, ezilenlerini çeken şey? Niye bu insanlar, ışığa uçan pervaneler gibi yönelirler acıdan kederden ibaret bir müziğe? Ne yazık filmin en büyük eksiği bu sorunun yanıtının peşine düşmekten özenle imtina etmesi… Oysa Müslüm’ün hayranlarıyla olan bağına küçük de olsa bir pencere açılabilse film kuşkusuz daha büyük bir değer kazanırdı. Bu yapılmayınca misal efsane Gülhane Konseri’nin Müslümcüleri istilacı zombiler gibi resmediliyor örneğin…

Bu bahsi Timuçin Esen’in her türlü övgünün üzerindeki performansını anmadan kapatmak mümkün değil. Esen bir röportajında; “Müslüm Baba rüyama girdi” diyordu. Genç arkadaşlara her zaman söylerim ancak yaptığınız işe rüyalarınıza girecek kadar gönülden konsantre olabilirseniz o işte gerçekten iyi olabilirsiniz, diye… Esen belli ki bu role her şeyini vermiş. Ortaya da uzun süre unutulması mümkün olmayan olağanüstü bir performans çıkmış. Müslüm üzerine çok daha fazla kalem oynatmak mümkün ama daha değinmemiz gereken filmler var.

Bohemian Rhapsody: ‘Hollywood’un Müslüm’e yanıtı’

Ara başlıktaki bu espriyi, Bohemian Rhapsody’nin Müslüm’den tam bir hafta sonra gösterime girmesi hasebiyle mesleğimizin duayen isimlerinden Uğur Vardan yapmıştı. Yalnız iki filmin arasında o kadar çok benzerlik var ki; bu şakada gerçeklik payı aramak bile mümkün. Birincisi; ikisi de kendi ülkelerinde bu sezonun şimdiye kadarki en iyi gişe filmleri kanımca… Her iki filmde yönetmenle başrol oyuncusu ve yapım şirketi arasında anlaşmazlık çıktı. Her ikisinde de yönetmen seti terk etti. Her ikisinde de başrolde olağanüstü performanslar var. İkisi de ‘aykırı’ ve aykırı olduğu için çok çekmiş müzik insanlarını konu ediniyor. İki sanatçı da büyük yorumcular, her ikisinin kendi besteleri ve çılgın hayranları var.

Dolayısıyla Müslüm için yazdıklarım neredeyse tamamen Bohemian Rhapsody için de geçerli. Ecnebi eleştirmenler pek haz etmediler ama günümüz Hollywood’unun en ehil yönetmenlerinden Bryan Singer gümbür gümbür bir film yapmış. Hele başroldeki Rami Malek gerçekten Oscarlık bir performans ortaya koymuş. Yalnız Timuçin Esen’in Malek’ten bir fazlası var, Esen Müslüm şarkılarını kendisi sesiyle mükemmel biçimde icra ederken, Mercury’nin sesi için Malek’in sesiyle profesyonel bir şarkıcının sesi harmanlanmış. Gişe sinemasının bu yılki en iyi örneklerinden biri, belki de birincisi…

Endaaaayvilalveyslavyuuuu

I Will Always Love You öyle çok düğünün ilk dans şarkısı oldu, o kadar çok ‘benimsesimçokgüzeldir’ci hanım kızımızı barlarda rezil etti, popstar-şustar-bustar yarışmalarında o kadar çok seslendirildi, Saddam Hüseyin’in seçim şarkısı olmaktan değişik dillerdeki versiyonlarına dek o kadar çok uyarlandı ki bir kuşak için ‘yeter artık susturun şunu’ şarkısıdır. Ama bir kadın solist tarafından seslendirilen tüm zamanların en popüler şarkısı olma ünvanını elinde bulunduran bu şarkının böylesine etkili olmasını sağlayan o müthiş sesin hayatı hakkında pek de bir şey bilmeyiz. Daha doğrusu ben bilmezdim diyeyim sizin adınıza konuşmayayım.

Oysa bu olağanüstü zenci gırtlağının sahibi nasıl bir hayat yaşamış öyle! Daha önce bir kez En İyi Belgesel Oscar’ını kazanan ve kurmacayla belgeseller arasında mekik dokuyan ilginç bir kariyeri olan Kevin Macdonald bu trajik ama büyüleyici yaşam öyküsünden çok sağlam bir belgesel çıkarmış. Sonuçta bu dünyadan göçmüş bir insan hakkındaki bir belgesel ister istemez bir konuşan kafalar filmi olmaya mahkûm. Ama Mcdonald bu ‘konuşan kafa’ türünün tarihindeki belki de en iyi işlerden birini çıkarmış. Whitney’in aile bireyleri ve dostlarının birbirleriyle çelişen, birbirlerini suçlayan anlatımları güzel kurgulanmış ki iki saatlik belgeseli bir an bile ilgiyi kaybetmeden adeta bir entrika, bir savaş, bir macera filmini izler gibi pür dikkat seyretmek mümkün. Mcdonald rahatlıkla duygu sömürüsüne dönüşebilecek bir filmi bıçak sırtı bir çizgide tutmayı başarmış, ne öznesiyle özdeşleşip tarafsızlığını yitirmiş ne çok uzak ve duygusuz bir anlatıma yönelmiş. Ancak usta belgeselcilerin başarabileceği bir mesafe tayinin yanı sıra asla konusunu basitleştirmeyen, olayların nedenini tek bir faktöre indirgemeyen derinlikli anlatımıyla Whitney Houston’un hayatını bir sinema filmi süresinde ne kadar yapabilirse işte o kadar katmanlı bir biçimde peliküle aktarmayı başarmış. Sadece müzik severler, Whitney’in fanları için değil belgesel sinemaya dair bir ilgisi bulananların kaçırmaması gereken bir yapım Whitney sadece bu seçkinin değil yılın en iyi filmlerinden biri.

Sovyetler’de rock başkadır

Bunca müzisyen filmi çıkmışken vizyona, son yıllarda yeniden yükselişe geçen Rus sineması durur mu? O da Yaz’la (Leto) yapıştırmış cevabı. Bu film özel ilgi alanları arasında Sovyet tarihi ve kültürü de bulunan benim için ekstra ilginç oldu zira 80’lerin sonlarındaki Sovyet pop çevrelerinden haberdar olmakla birlikte Sovyetler’de 70’lerin sonu 80’lerin başında böyle bir yarı-underground rock kültürü olduğundan habersizdim. Yarı-underground diyorum çünkü Sovyet otoritelerinin bu gençlere yönelik çok ağır bir baskısından söz etmek olanaklı değil. Hatta belirli kurallara ve çerçevelere uymaları şartıyla halka açık yasal konserler vermelerine de izin var. Ama tabii ki Rock müzik doğası itibariyle bu tür kısıtlamalara isyanın müziği… Her türlü serbestliğin yaygın olduğu Batı toplumlarında bile daha geniş özgürlükler için muhalefet etmenin adı olan Rock müzik çokça eleştiriyi hak eden 70’lerin Sovyet toplumunda da uslu uslu durmayacaktı herhâlde. Ama durmuş zira bu gençlerin isyanı hayallerde kalmış çoğunlukla iyi çocuk olarak duran iki Rock yıldızının öyküsünü izliyoruz bu filmde…

Aslında bu da Bir Yıldız Doğuyor gibi bir usta-çırak filmi sayılabilir. Mayk Naumenko sahne namlı Sovyet Rock starı bir plaj partisinde Viktor Tsoy namlı bir genç hevesliyle tanışır ve elinden tutmaya başlar. Ama nasıl bir elinden tutma? Bir süre sonra eşiyle Viktor arasındaki flörtleşmeye bile izin vermeye başlar. Asla haset etmez onu her türlü destekler ve Viktor’un da en az kendisi kadar meşhur bir rock yıldızı olmasının önünü açar. Bu yönüyle hem bir erkek dostluğu hem de bir aşk üçgeni hikâyesi Yaz, bunların ötesinde ise rock müziğe gönül vermiş Sovyet gençlerinin hayalerle içinde yaşadıkları toplumun gerçekleri arasında sıkışma hikâyesi… Bu tatlı filmde yönetmen Kirill Serebrennikov gayet minimalist ama dinamik bir sinemayla adını Yeni Rus Sineması’nın takip edilmesi gereken yönetmenleri arasına yazdırıyor. Ne var ki, Başka Sinema’nın bana epey manasız gelen arasız film gösterme adetinden mi yoksa filmin gerçekten makasa ihtiyaç duymasından mı bilinmez Yaz bana bir nebze fazladan sündürülmüş gibi geldi. Yine de Yaz vizyonda kaçırılsa bile arayıp bulup izlenmesi gereken bir film diye düşünüyorum.

İşte böyle, haksız mıyız? Bu sezon iyi müzisyen filmi yapmamış mı? Üstelik daha sezonun başı, belki devamı da vardır.

Meriç Şenyüz

İlk yazısı 1997’de Liseli dergisinde yayımlandı. O günden bu yana; Gökyüzü, Kampüs, Öncü Gençlik, sinefil.org, Bilim ve Gelecek, Akşam Prömiyer, Radikal, Empire Türkiye, Men’s Health, Newsweek Türkiye, Taraf, BirGün, Remzi Kitap Gazetesi, jiyan.org, Halkın Sesi, Yeni Sinema, Arka Pencere, Yurt, Sol Haber Portalı, İleri Haber, İleri Gazetesi, Cumhuriyet, abcgazetesi.com ve Arka Kapak yayınlarında yazı, haber, röportaj ve derlemeleriyle yer aldı. Bazılarında editöryal görevler üstlendi. 2005’ten bu yana TGS üyesidir.

Journo E-Bülten