İfade özgürlüğünün durumuyla ilgili olarak Türkiye’ye kapsamlı bir ziyaret gerçekleştiren Dünya Yazarlar Birliği temaslarını tamamladı. Uluslararası PEN Başkanı Jennifer Clement, Direktör Carles Torner, Yönetim Kurulu Üyesi Burhan Sönmez ve Başkan Yardımcısı Eugene Schoulgin’in olduğu heyet, bir hafta boyunca son durum hakkında bilgi sahibi olmak ve ifade özgürlüğü hakkındaki endişelerini dile getirmek için çok sayıda isimle görüşmeler yaptı. PEN Yönetim Kurulu’na geçtiğimiz günlerde seçilen yazar Burhan Sönmez ile Türkiye’deki durumu konuştuk:
Uluslararası PEN heyeti olarak Türkiye ziyareti kapsamında gazeteci, yazar ve sivil toplum örgütlerinin yanı sıra yetkililerle de görüşmeler yaptınız. Reddedildiğiniz oldu mu?
Hükümet ve Cumhurbaşkanlığından yetkililerle görüşmeler yaptık. Adalet Bakanlığı ile özellikle görüşmek istedik. Randevu alındı ama son anda bakanın programının değiştiği ve görüşmeye sekreter yardımcısının katılacağı bildirildi.
Bu karara heyetin tepkisi ne oldu?
Haber geldiğinde oy birliğiyle görüşmeyi reddettik. Çünkü bizim misyonumuzun amacı ve ağırlığı az çok onlar tarafından biliniyor ki pek çok önemli kişi bize randevu verdi ama doğrudan Adalet Bakanlığının böyle bir rütbe düşürmeye gitmesi aynı zamanda bizim ağırlığımızın farkına varmalarından kaynaklanan bir şey. “Biz sizi muhatap almayacağız” mesajı diye algıladık. Biz de o zaman görüşmeye gitmeyeceğimizi söyledik.
Silivri Cezaevine alınmadığınıza dair haberler okuduk. Bu hadisenin dışında, temaslarınız boyunca heyet üyelerini şaşırtan neler oldu?
Çok fazla oldu, hemen hemen her toplantıda… Yazarlarla, yayıncılarla, gazetelerle, yargıçlarla, muhalefet liderleriyle görüştük. Her toplantıda duydukları hikayeler karşısında inanılmaz tepkiler verdiler. Can Dündar’ın eşi Dilek Dündar, “Benimle ilgili hiçbir dava yok ama pasaportuma el kondu” dedi. Bunun, bırakalım ahlaken, en minimum standart hukuk kuralları açısından açıklanabilir hiçbir özelliği yok. Bu tür şeyleri Batılılara anlatmakta çok zorlandık. Çevirmen arkadaşlarımız, mesela, bir şey söylüyor. Heyet, “Yanlış anlamışlar” deyip tekrar soruyor. “Acaba öyle mi” diye anlamak istediler. Birçok şey için ABC seviyesi denir ya, o seviyede gitmek zorunda kaldık.
Yakın zamanda kaleme aldığınız bir yazıda, “Ülkem için umutluyum, olmasaydım giderdim” demişsiniz. Bu umudunuzu hâlâ koruyor musunuz?
Evet, ben hiç umutsuz olmadım. 10 yıl sürgün hayatım oldu ve sonra döndüm. Yeniden sürgün olmadıkça, kimse beni zorla bir yerlere göndermedikçe ben buradan gitmeyi düşünmüyorum. Burası benim ülkem. Doğduğum, büyüdüğüm ve ölmek isteyeceğim yer. ‘Umut’ ve ‘umutsuzluk’ kelimesi başka bir şey, ‘üzgün olmak’ başka bir şey… Kendim için, ülkem için, eşim dostum arkadaşlarım için, sevdiklerim için ve hem kendilerini böyle bir duruma soktukları için hem bütün ülkeyi böyle karanlık bir döneme soktukları için hükümet üyeleri için çok üzgünüm. Gerçek anlamda üzüntü hissediyorum.
Bu duygunuzu görüşmelerde yetkililerle de paylaştınız mı?
Tabii. Bunu sadece ben değil, delegasyonun diğer üyeleri de paylaştı. Bizim kaygımız burada sadece yazarlar değil, Türkiye’yi sevdiğimiz için bu çaba içindeyiz.
Nasıl tepkiler aldınız?
Bir kısmı, “Bizim duygularımızı paylaştığınız için çok memnunuz ama şöyle yapalım” diyor. Mesela bir görüşmede başkanımız doğrudan, 15 Temmuz darbe girişiminin kendilerini ne kadar şaşırttığını ve buna dair kaygılarını ifade ettiklerini paylaşarak başladı. Çok şaşırdılar. “Aa, öyle mi? Biz bilmiyorduk. Siz darbeye karşı açıklama yaptınız mı” dediler.
“Yurtdışında bir mülteciyseniz kendinizi korumak, var etmek istersiniz. Bu bir direniştir” demişsiniz bir yazınızda. Türkiye’den ayrılan ya da ayrılmayı düşünen çok sayıda insan var. Bu sürgünlük halinin Türkiye’ye yansıması nasıl olur?
Sürgün olmak gerçekten çok zor ve karmaşık bir süreç. Çok farklı biçimleri var. Politik sürgün var ama ekonomik sürgün de var. Gidenler yoksul oldukları ya da burada yaşamlarını sürdüremedikleri için gidiyor. Orada geçinmek için yeni yollar yaratıyorlar. Bu da aslında ekonomik iktidarın sorumluluğu. Yoksulluğu konuşmayalım diye medya susturuluyor. Gidenler pek çok zorlukla karşılaşıyor. Orada sıfırdan hayata başlamak kolay değil. İnsanlar sanıyorlar ki Batı’ya gidince birden bire çok iyi koşullarda yaşayacaksın. Hayır, gidenler orada en alttan başlıyor. Giden ilk kuşak, kayıp kuşaktır. Orada kaybolan ilk kuşan bu ülkenin entelektüelleri, mühendisleri, okumuşları… Çoğu zihinsel üretim yapabilecek insanlar.
Avukatlıktan yazarlığa geçiş yapmış birisiniz. Biraz da elinizde olmayan nedenler bu duruma sebebiyet vermiş gibi… Yazarlığın yazgınız olduğunu düşündüğünüz oluyor mu?
Romancılıkla ilgili kısmı aslında sürpriz oldu kendim için. Ama edebiyat kısmı hep benimleydi, ben hep büyük şair olacağımı sanıyordum. Polis başıma vurup beni hastane odalarına düşürüp sürgüne gönderdikten sonra belki de o zaman beyin travmasının bir sonucu olarak birden bire zihnimde roman fikirleri belirmeye başladı ve roman yazmaya başladım. Bu bir anda oldu. O zaman hasta yatağındaydım, notlar alıyordum. “Romancı olabilirim” diye bir fikre kapıldım. Ayrı ayrı dosyalar tutarak kendimce hikayeler geliştirdim.
Travma sonrası rüya göremez olmuşsunuz bir süre. Şu an böyle bir sorununuz var mı?
Yok, tekrar görmeye başladım. Beyin travmasının, fiziksel olanı hariç, olumsuz pek çok sonucu var. Pek çok operasyon geçirdim, estetik dâhil… Beni migren ve kronik insomnia (uykusuzluk) çökertti. Yedi yıl tedavi gördüm bunlarla ilgili olarak. İnsomnianın etkilerinden biri olarak rüya görememeye başladım. Tıbbi olarak görememe diye bir şey yok, herkes mutlaka görüyordur. Hatırlamamak ve bilmemek oluyor. Son 2-3 yıldır yeniden rüya görmeye başladım ama gene de çok hatırlamıyorum. Artık biliyorum rüya gördüğümü, eskiden onu da bilmiyordum. Şimdi sabah kalktığımda rüya gördüğümü biliyorum ama ne gördüğümü bilmiyorum.
Rüya görememe, hayal kurma sürecinizi etkileyen bir durum muydu?
Bana sorarsanız ben o kadar çok hikaye kuruyorum ki bir roman için aslında 20 roman hikâyesini anlatıyorum. Romanların romanını yazıyorum kitapta. Her roman için 20 hikaye uyduruyorum kafamda. Rüya görememem, beyin travmasının bir sonucuydu. Zihnim sürekli hikaye yazarken başka hikaye üretiyor. Bir roman üzerine çalışırken onu bir an önce bitirip diğerlerine başlama arzusu hissediyorum.
PEN heyeti yazarlarla yaptıkları görüşmelerde bir depresyon ve üzgün olma hâli gördüğünü söyledi. İfade özgürlüğü üzerindeki baskılar bir edebiyatçı olarak sizi nasıl etkiliyor?
Üzüntü duyma duygusu çok fazla. Benim ülkem bu durumda olmayı hak etmiyor. Her gece yatağa giderken, “Kahretsin, biz neden hala bu işlerle uğraşıyoruz” duygusu oluyor. Bu duygu bende çok güçlü ama melankoliye dönüşmedi. Bu beraberinde başka duyguları besliyor. Bir de bir öfke, kızgınlık duygum var. Özellikle Türkiye’yi bu hale getiren siyasetçilere karşı çok öfkeliyim. Bütün bunların üzerinde, tuhaf bir şekilde umutluyum.
Yıllardır mücadele ettiğiniz konularda bir arpa boyu yol alınamamış olması yılgınlık hissi yaratıyor mu?
İktidarın bize vaat ettiği duygular, yılgınlığa kapılın, mutsuz olun ve umudunuzu kaybedin. Oraya düştüğümüz anda kazanmış oluyor bizi hapse atmasa da. Ben bunu düşünerek umutlu oluyorum diyemem, duygu içeriden gelen bir şeydir. Belki de yaşadığımız pek çok şeyden dolayı… 12 Eylül ya da 90’larda yaşadıklarımızdan dolayı bir psikolojik zırh örüyoruz etrafımıza. Belki bilinçaltında burada varlığımızı sürdürmek için birçok şeye karşı duvar örüyoruz. Örneğin diyoruz ki, ‘Korkma’. Korksan bile belli etme. Belli etsen bile geri adım atma. Geri adım atsan bile ileri adım atmaya çalış. Tuhaf bir iyimserliğe sahibim. Türkiye’de her şeyin bir anda çok iyiye dönüşebileceğini de düşünüyorum. Gezi’de bunun işaretini görmüştük. Gezi itirazı bu ülkenin en aydınlık, en kitlesel, en muhteşem işaretiydi. Ne bir hırsızlık ne taciz oldu. Şimdi bir kadın kısa şortla belediye otobüsüne binemiyor. Her insan gibi her toplum da iyi ve kötü yanlara sahiptir. Mesele biz hangi tarafı besliyoruz? İyi taraflarını beslersek bu toplumun iyi şeyler yapabileceğine de inanıyorum.