Geçtiğimiz günlerde Jacobin’de Samuel Earle imzasıyla yayınlanan makale enformasyon çağı olarak pazarlanan çağın İnternet teknolojilerini açıkça kontrol mekanizmalarına evrilttiği fikrinden yola çıkıyordu. Bu fikir doğru olmakla birlikte, ilk kez yazarının aklına gelmiş değil elbette.
Türkiye’de gözetimle ilgili uzun yıllardır sansür karşıtı mücadele ile birlikte süren; ama sansür karşıtı mücadelenin ‘uluslararası gündem’ ile uyumu gereği çoğu zaman biraz daha dış kulvardan koşusunu sürdüren bir mücadele var. Çeşitli sivil toplum örgütleri konuyla ilgili çalışmalar yapıyor, Alternatif Bilişim Derneği ve Korsan Parti’nin çalışmaları zaman zaman haberleştiriliyor da.
Ancak netice olarak, Türkiye’de gözetim hâlâ yeterince üstünde durulan bir konu değil, gözetim çalışan akademisyenler de uzun süredir özellikle de anaakım semalarında görünür değiller. Peki dijital mahremiyet neden yeterince önemsenmiyor? Bu soruyu sorunca karşımıza belirli bahanelerin çıktığı sır değil.
Gözetim karşıtlığı kârlı değil
Her şeyden önce gözetim karşıtlığı kârlı bir perspektifi içermiyor. Gözetime karşı olduğunuzda başta Google’ın Adsense programı olmak üzere neredeyse tüm otomasyona bağlı reklamcılık programlarını içeren gelir programlarına elveda demiş oluyorsunuz. Bu da tıklanma oranları yüksek siteler için binler hatta on binlerce liralık kayıp anlamına gelebiliyor.
Daha büyük problemler var
Sansür ve medyanın mevcut durumuna bağlı olarak üretilen direniş politikaları gözetim alanında gösterilmiyor. Bunun sebebi olarak ise, sansürün toplum açısından vehâmeti, medyada artan güvencesizlik ve işsizlik sayılıyor. Oysa herkesin evinde gizli de olmayan bir kamera tarafından izleniyor olma ihtimali birçoğu için göz önünde tutulamayacak kadar korkutucu.
Gücümüz yetmiyor
Gözetime karşı geçmişte açılmış olan davalarda ne kadar sonuç alınmış olursa olsun gözetim ekonomisi göz kamaştırıcı şekilde büyümeye devam ediyor. Dahası, tıpkı silah ticareti gibi hangi ülkelere hangi teknolojilerin satıldığı gibi etik ve politik ciddi tartışmaları beraberinde getirse de bu tür tartışmalar duyarlı bazı haber portalları hariç (Buzzfeed veya Vice gibi) birçok mecrada yer bulamıyor. Türkiye’de ise zaten bir tuşun ucunda olan yayın özgürlüğü muhtemelen bu işi iyice imkânsız kılıyor.
Peki bunca bahanenin geçerliliği ne? Aslında bu bahanelerin hiçbiri geçerli değil. Zira dünyanın her yerinde gözetim karşıtı aktivistler, tıpkı sansür karşıtı aktivistler gibi kuvvetliler ve aslında en az sansür karşıtları kadar geniş bir kitleyi hedef kitle olarak tanımlamaları mümkün.
Cinsellik içeren sitelerde vakit geçirmeyi sevenlerden, şirketinin ya da parçası olduğu sivil toplum örgütünün tüm bilgilerini devletle paylaşmak istemeyenlere, kız arkadaşı ya da erkek arkadaşıyla sohbeti üçüncü kişilerin eline geçsin istemeyenlerden bir akrabasının sağlık durumuna ilişkin alakasız bir sohbetin dahi aslında ne kadar mahrem olduğuna dair bilinç sahibi olanlara herkes aslında gözetim karşıtı hareketin bir parçası olabilir, olmalı da.
Siz gözetimle ilgilenmeseniz de o sizle ilgileniyor
Günümüzde gözetimle ilgilenmiyor olmak mantıksız. Dünyada “Do not track me” başlığı altında yayın yapan platformlardan kolektif hareketlere, izlenmeyi ve gözlenmeyi reddeden birçok grup var; çünkü dünyada her katmanda gözetimle karşı karşıyayız. Devletler her gün birilerine anonim olarak yaptıklarını sandıkları paylaşımlardan ötürü dava açıyor. Daha da önemlisi devletler bu işe büyük miktarda para da yatırıyor.
11 Eylül sonrasının ünlü kavramlarından şok doktrini, aslında Internet alanında IŞİD’inden Neo-Naziler’e birçok radikal grup bahane edilerek İnternet politikaları için kullanılıyor. Devletler her seferinde daha radikal gözetim politikalarıyla hepimiz için ‘güven ve huzur’ sağlıyor.
Güven ve huzurdan rahatsız mıyız?
Peki biz devletlerin bu gözetim araçlarıyla sağladığı güven ve huzurdan rahatsız mıyız? Öncelikle devletlerin güven ve huzur sağlaması konusundaki ideolojik tartışmayı bir kenara bırakalım, bu çok daha uzun ve sancılı bir tartışma. Burada asıl soru güven ve huzurun “nasıl” sağlandığı. Örneğin gözetim teknolojilerine büyük yatırımlar yapan Türkiye gibi ülkelerde harcamalara paralel olarak artan şiddet eylemlerini yahut tüm dünyada gözetimle beraber aşırılığın da popülerleşmesini nasıl açıklayacağız?
Bir sektör olarak gözetimin bu şekilde gelişmesinin ve her geçen gün farklı bir konjonktürde -bazen bir endüstri bazen de yasal bir tartışma olarak- karşımıza çıkıyor olmasını normalleştirmememiz gerekiyor. Örneğin, siber güvenlik başlığı altında Türkiye’de yayınlanan içeriklere baktığımızda aslında hepimizin dikkatini kullanıcıların öznel pratiklerini içeren şeyler çekse de dünyada süregelen siber silahlanmanın da izlerini görmek oldukça mümkün. Devletler siber anlamda silahlanmaya devam ediyorlar.
Gerçekten gözetleniyor muyuz?
Peki tüm bu yazdıklarım ve çizdiğim pek de hoş olmayan tablo komplo teorisinden mi ibaret. Basit bir yurttaş olarak neden izlenelim? Şu bir gerçek ki gözetimin en önemli özelliği ‘kitlesel’ olması. Türkiye gibi ülkelerde hukuki durum gereği kişi bazlı gözetime çoğunlukla ihtiyaç dahi duyulmuyor. Dahası zaten gözetim teknolojilerinin en vahim kısmı da bu toptanlık hâli ve gözetim araçlarının mahremiyete dönük bu yakıcı karakteri. Buna bağlı olarak sorunun cevabı evet, hepimiz gözetleniyoruz.
Ne yapmalı?
Yayıncılar için bu sorunun yanıtı oldukça zor. Google Adsense gibi programlar olmadan, yani kullanıcılarımızın bilgilerini satmadan, bizi ayakta tutacak ticari bir model geliştirmek şimdilik zor. Sivil toplum destekli modellerin sürdürülebilirliği ise konjonktürel. Adblocker kullanmayan -reklam engelleme yazılımı- okurlar Google’la her şeyini paylaşıyor. Kullananlar için ise durum biraz tatsız, gelecekte birçok platformda ‘reklamsız’ içerik görebilmek için para ödemeniz gerekecek.
Örneğin, Sozcu.com.tr gibi risk alan ve “sizi gözetlememizi istemiyorsanız emek verdiğimiz bu içerik için abone olarak reklamsız Sözcü deneyimi yaşayın” diyen medya kuruluşları yavaş yavaş öne çıkıyor. Onlar elbette bu politikayı ‘reklamsız Sözcü’ olarak tanımlıyorlar. Ama aslında dedikleri şu: İninize Google’ı sokmuyoruz.
Bu bir yandan İnternet’teki tüm içeriklerin bedava olduğuna dair korkunç algıyı kırıyor; bir yandan da ekonomik ve politik olarak bize bir şeyler söylüyor. Önümüzdeki dönemde mahremiyeti pazarlamakla onu korumak için zarar etmek arasında kaldığımızda ne yapacağımız ise aslen bu mücadelenin neresinde durduğumuz ve kim olduğumuzu bize anlatıyor olacak. Belki o zaman bugünlerde ‘pek popüler olmayan’ gözetim karşıtı mücadelenin değerini kavrayabileceğiz.