“Erkek basınımıza” karşı kadın haklarının öncülerinden olan ve 13 yıl önce aramızdan ayrılan gazeteci Duygu Asena, 73. doğum gününde Google’ın tasarladığı bir doodle ile anıldı. Journo olarak biz de Asena’yı, Türkiye’nin yıllarca konuştuğu bir cinsel şiddet davası sürerken medyanın kadın haklarına ve özel hayata saygı göstermesi gerektiğini vurgulayan yazısıyla hatırlıyoruz. Asena’nın tespitleri, yazısının yayımından 24 yıl sonra, dijital medya çağında da geçerliliğini koruyor. Bir haber nasıl verilmeli, haberin baş kişileri nasıl korunmalı, olayla hiç ilgisi olmayan başka kişiler gündeme getirilmeli mi? Ve medyanın ‘eğitim işlevi’ nedir? Duygu Asena anlatıyor…
Duygu Asena kimdir?
19 Nisan 1946’da İstanbul’da doğan Duygu Asena, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi pedagoji bölümünden mezun olmuş, iki yıl bu mesleği yaptıktan sonra 1972 yılında Hürriyet’te gazeteciliğe başlamıştı.
Hürriyet’in Kelebek ilavesinde köşe yazarlığı ve muhabirlik yapan Duygu Asena, sonraki yıllarda Gelişim Yayınları’nın Genel Yayın Yönetmenliğine getirilip Kadınca, Onyedi, Ev Kadını, Bella Bayan ve First gibi dönemin önde gelen dergilerini yönetti. Sabah, Güneş, Cumhuriyet, Vatan ve Söz gibi gazetelerde köşe yazarlığı, yöneticilik ve röportaj yazarlığı yaptı. Bir dönem TRT’ye program hazırladı.
Çalışmalarında özellikle kadın haklarına yoğunlaşan Duygu Asena’nın 1987 yılında yazdığı Kadının Adı Yok kitabı onlarca baskı yaptı, çok sayıda ödül aldı, Türkiye dışında bile “bestseller” oldu. Sonraki dört kitabı da yüzbinlerce sattı.
Dünya çapında kadın hareketinin ve feminizmin önemli yazarlarından biri olarak kabul edilen Duygu Asena, beyin tümörü nedeniyle tedavi görürken 30 Temmuz 2006’da hayatını kaybetti. Asena’nın vefatını AP ve AFP gibi uluslararası ajanslar dünyaya “Türk kadın hakları savunucusu öldü” başlığıyla duyurdu.
Son olarak Milliyet’te köşe yazarlığı yapan Duygu Asena’yı, kadına karşı şiddet olaylarının arttığı bir dönemde bu gazetede 8 Şubat 1995’te yayımlanan ve kişisel hakların korunması da dâhil bir dizi konuda medyaya öncü uyarılar içeren yazısıyla anmak istedik:
‘Medya özel hayata saygı göstermeli’
Duygu Asena, medyanın G.’ye tecavüz olayına bakışını değerlendirdi.
Not: Türkiye 1995’te yazar Metin Kaçan ile spiker Alp Buğdaycı’nın, G. adlı kadına işkence ve tecavüz suçlamasıyla yargılandığı dava ile çalkalanıyordu. Cihangir’deki tecavüz vakası yıllarca kamuoyunun gündeminden düşmedi. Bir süre tutuklu kalan sanıklar daha sonra tahliye edildi. Metin Kaçan yargı süreci sürerken intihar etti, Alp Buğdaycı ise mahkumiyetin kesinleşmesinin ardından tekrar tutuklandı ve tahliyesine 5.5 ay kala Metris Cezaevi’nde kalp krizinden öldü.
Son günlerde gündemde olan dayak, işkence, tecavüz olayı, baş kahramanları tanınmış kişiler olduğu için daha uzun süre gündemde kalacağa benziyor. Oysa bugüne dek binlerce kadın aynı durumda kaldı, benzer ya da farklı vahşeti yaşadı, yalnızca kadın oldukları için, erkeklerin gazabına uğradı.
Bunlar ya hiç duyulmadı ya da bir günlük haber olarak geçip gittiler. Artık “erkek basın”ımız uyanmalı ve erkek-kadın arasındaki bu acıklı durumu köşelerde, dizi yazılarda gündeme getirmeli. Yalnızca tanınmış kişilerin oluşturduğu sansasyonel haberler gündeme gelirse, ben erkek basınımızın iyi niyetinden kuşku duyarım.
Özel yaşam ve eğitim işlevi
Bu Metin Kaçan ve Alp Buğdaycı’nın G.’ye işkence yaparak, tecavüz etme olayında belki hepimizin gözden kaçırdığı bir başka durumda daha var… Özel hayata saygı… Bir haber nasıl verilmeli, haberin baş kişileri nasıl korunmalı, olayla hiç ilgisi olmayan başka kişiler gündeme getirilmeli mi?
İtiraf etmek gerekir ki, basınımız hele hele şimdilerde görüntülü basınımız bu konularda oldukça sorumsuz. İnsanlar hiç istemeden, kendilerinden izin bile alınmadan, görüntüleriyle ekrana getiriliyorlar. Evet haber verilmeli ama zararlı olmamaya, toplumu yanlış yönlendirmemeye özen gösterilmeli, daha doğrusu yazılı ve sözlü basın eğitim işlevini asla unutmamalı.
Fuhuş ve zina
Yıllardır yazıp çizdiğimiz, itiraz ettiğimiz bir başka olay da şu meşhur ‘fuhuş ve zina baskınları’dır. İnsanlar bir yerlerde basılırlar ve olduğu gibi isimleriyle resimleriyle sayfalarda boy gösterirler ve de hatırlayın o baskınlarda erkeklerin fotoğrafları nedense hiç yayınlanmaz… Yalnızca yarı çıplak bedenleriyle kadınlardır ortada olan. Ben erkek okur olsam itiraz ederdim. “Ne yani bu şimdi, bana çıplak kadın unsuru armağan edip açlığımı gidermeye mi çalışıyorsun” derdim. Bu tür şeyleri kendime hakaret kabul ederdim.
Biz G.’den saygıyla G. diye sözederken, bir baktım ki bir TV kanalı açık ismini, soyadını, ailesinin kimliğini sıralıyor. Bir an görünen G.’nin ağzından da yalnızca şu sözleri duyabiliyoruz, “Basına çıkmak istemezdim…” Bu onun en doğal talebi değil mi?
Kaçan, Buğdaycı ve G. arasında geçen olaylarda G. izin vermezse biz onu tanımak zorunda değiliz. Ve biz bu olaylarda bu üç kişinin çevresindeki kişileri de bilmek zorunda değiliz. Bu kişilerin hayatlarındaki sevgili, arkadaş, kardeş, anne-baba gibi diğer insanların isimleri onların izinleri alınmaksızın kullanılmamalı.
Metin ya da Alp’in hayatlarındaki insanların, eski sevgililerin bu olayla ne ilgisi var? Onların adının geçmesi bu kişileri durup dururken hırpalamaz mı? Elbette hırpalar, yaralar. Ve bilmem kaçıncı güç basın son derece duyarlı, dikkatli olmalıdır ki, kimseye bir zarar vermesin. Evet, basın habercilik ve eğiticilik görevini yaparken aman ne olur kişilik haklarına dikkat etsin, suçsuz insanlara zarar vermesin. Yoksa o gücünü kötüye kullanmış olur.