Distopya… İlk kez John Stuart Mill tarafından kullanılmış sözcük, mutlu sonlar yerine kötü sonlar tahayyül eder. Ütopya sözcüğünün karşısına öylece dikilmiş sözcük, edebiyatta dehâsını bulur. “Karamsar öngörüler” deyip, kestirip atamadığımız şeylerdir bunlar.
Distopyanın ilgilendiği soru: Totaliter rejimlerde insanlar ne yer, ne içer, ne yapar? Ve tahmini bugünlerimizi mumla arayacağımızdır.
Zamyatin’in Biz’inden, Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler’ine bahsedilen baskıcı, otoriter sistemin edebiyatın da katkısıyla abartı fantastik olması içimizi rahatlatabilir:
“Biz görmeyiz, torunlar da görmez ama sonraki kuşakları yakalar bu meret.”
“Yoo, bu diktatör değil. Bu da değil. Bu az benziyor ama bak profilden bakınca ne kadar da çocuksu.”
Beterin beteri var diye diye, bugünlere geldi insanlık. Daha beterini bulma, yaratma konusunda olağanüstü yetenekli olduğumuz için de “bugünlere şükür” diyoruz.
Peki, dikkatli bakınca, o bahsedilen uzak geleceğe aslında varmış olabilir miyiz? Distopya edebiyatında neler bugünü anlatıyor? Edebiyatla ilgilenenlere, yazarlara sorduk. Doğuş Sarpkaya, Doğu Yücel, Emek Erez, Hakan Bıçakcı, İnanç Avadit ve Murat Menteş yanıtladı.
‘Distopya îkaz değil itiraz’
Distopya ortaya çıktığından bu yana, başımıza gelecekler konusunda uyarmaya çalışan bir tür oldu. Biraz îkaz, biraz itiraz barındıran bu türün pek çok örneği ile karşılaştık. Özellikle 20. yüzyılda. Distopyaların yoğun bir şekilde yazıldığı dönemde modern iktidar da evrimleşti. En sonu yaşadığımız dünyanın distopyaya dönmeye başladığını söyleyebiliriz. Son dönemde hem dünyada hem de Türkiye’de yazılan distopyaları îkaz olarak değil itiraz olarak okunması gerektiğini düşünüyorum. Hatta bir adım öteye giderek distopyaların 21. Yüzyılın gerçekçi eserleri olduğunu iddia edebilirim. Kerem Işık’ın Iskalı Karnaval’ını ve Mahmut Eşitmez’in Liberhell’ini getirelim aklımıza. Ya da Dave Eggers’ın internet çağının zapt etme, kontrol altına alma yöntemlerini beraberinde getidiğini anlatan Çember’ini. Kısacası sansür, baskı, zapt etme stratejilerinin çeşitlenmesi, vahşetin normalleşmesi… Geçmişte yazılan distopyaların çoğu bugün gerçekleşiyorken distopya diye bir türden bahsedebilir miyiz? “Distopya romanlarının birinin içinde geçip, bugün yaşanan bir şey” soruna dönersek… Orwell’daki büyük gözün her yerde olması klişesi hep söylenegelmiştir. Bugün akıllı televizyonlarımızın şirketlerin veri bankasına bizim görüntülerimizi taşıdığını biliyoruz. Güvenlik gerekçesiyle şehrin her yerine yerleştirilen kameralar da cabası. Biz’in panoptikon tarzı cam evleri ise açık ofis çalışan birçok yerde kullanıldı. Bugün zorun daha etkin bir şekilde kullanıldığını söyleyebiliriz ama benim için hâlâ en tehlikeli distopik tahayyül Aldoux Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sındakidir diyebilirim. Soma adlı uyuşturucuyla insanın varoluşuna dair sorgulamalardan vazgeçmesi durumu ile dünyada yaşanan acılara karşı kayıtsız kalan günümüz insanı arasında kesin bir bağlantı olduğunu düşünüyorum. Köleliğimize iknâ olarak yaşadığımız bir dünyaya doğru koşar adım ilerlemeye devam ediyoruz ne yazık ki…
‘Herkes kendini bir nebze tutuklu hissediyor’
Akla önce Orwell’in 1984’ü geliyor tabii. Her köşe başında kameraların oluşu, internette paylaştığımız mesajlarla fişlenmemiz, arattığımız kelimelerin reklamlarına maruz kalmamız Büyük Birader’in bir tezahürünün günümüzde var olduğunun bir göstergesi. Kadınlara karşı şiddet olayları arttığında ve Amerika’nın başındaki kadın düşmanı adamı düşündüğümüzde ise hiç kuşkusuz Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü’nü hatırlıyoruz.
Bir diğer aklıma gelen distopya öyküsü Ursula LeGuin’in “Omelas’ı Bırakıp Gidenler”i. Bu öykü aslında bir ütopya ortamı sunar önce ama finalinde Omelas’taki huzurun, bereketin ve mutluluğunun sebebinin yeraltında türlü işkencelere maruz kalan bir çocuğa bağlı olduğunu anlarız. Bu öykü günümüzde, toplumun geneline yayılmış “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” zihniyetine, haksızlıklara karşı üç maymunu oynayanlara ve aymazlığa çok belirgin bir ayna tutuyor.
Ama özellikle Türkiye’yi baktığımızda bence en isabetli distopya tahminini Franz Kafka yapmış. Dava’da sıradan bir banka çalışanı olan Josef K. bir gün durduk yere iki memur tarafından tutuklanır. Neden tutuklandığını, hangi suçla yargılandığını hiçbir zaman öğrenemez. Tutukludur ama gündelik hayatına da devam edebiliyordur. Bu romandaki diyalogların benzerleriyle şu an duruşma haberlerinde sık sık karşılaşıyoruz. Kaldı ki, dışarıdaki herkes de kendini bir nebze tutuklu hissediyor. Fazlasıyla Kafkaesk zamanlardan geçiyoruz, şahsen bir sabah kendimi dev bir hamamböceği olarak bulursam hiç şaşırmayacağım.
‘Kitaplar yakılıyor, sorgulayanlar suçlu ilân ediliyor’
Tüm distopya metinleri ve filmleri bugünümüze dair emareler sunuyor ancak ben “Fahrenheit 451”den biraz söz etmek istiyorum. Kitaba temas edenlerin bileceği gibi; Ray Bradbury’nin bu metninde itfaiyeciler artık yangın söndürmekle değil, kitap yakmakla görevlendirilirler çünkü metnin geçtiği toplumda kitap bulundurmak yasaktır. Evet, henüz evlerimize gelip kitaplarımızı yakan itfaiyeciler yok ancak bir şekilde eğitimin tek tipleştirildiği, otoriteler tarafından kabul görmeyen teorilerin, felsefe gibi derslerin müfredattan çıkarıldığı, okuyanların, sorgulayanların, düşünenlerin suçlu ilân edildiği bir toplumda yaşıyoruz. Böyle bir gerçekliği yaşarken kitabın karakteri itfaiyeci Montag gibi kitapları evimize gelip yakanlar olmasa da simgesel anlamda bir “yanmadan” söz edebiliriz. Ve kitabın şu cümleleri de bize çok uzağında olmadığımız, içerisinde yaşadığımız topluma dair bir şeyleri hatırlatır sanıyorum: “Okullardan araştırmacılar, eleştirmenler, bilginler ve simgesel yaratıcılar yerine; koşucular, atlamacılar, yarışçılar, aylaklar, kapkaççılar, uçucular, yüzücüler çıkınca ‘entelektüel’ sözcüğü de hak ettiği üzere küfür hâline geldi.” Bir düşünelim bakalım içerisinde yaşadığımız toplumda da benzer bir şeyler yok mu?
‘Dil kod haline getiriliyor’
1984’ün önemli kavramlarından biri de “Yeni söylem”dir. Bu söylemde “iyi” kelimesinin karşıtı olan “kötü” kelimesi yer almaz. Onun yerine “iyi değil” kullanılır. Sıfatın derecesi ise “artı” kavramı ile sağlanır. “Artı güzel”, “çift artı güzel” gibi… “Yeni söylem”de amaç dili sadeleştirmek ve sanatsızlaştırmaktır. Yorumlanamaz hale getirip, övgü ya da eleştiri boyutunu ortadan kaldırmak, dili bir çeşit kod haline getirmektir. Günümüzün yazışma, haberleşme dilinden 1984’ün “Yeni söylem”inin “artı güzel” ve “Çift artı güzel” kavramlarına karşılık gelen iki örnek:
🙂
ve
:))
‘Yaratılan gerçek, hakîkatin yerine geçiyor’
Sosyal medya oldukça hızlı bir biçimde Zamyatin’in şeffaf odalarına dönüşüyor. Genetik alanındaki gelişmeler istenilen insanı yaratma konusunda daha da hızlı hareket ediyor.
Ancak Türkiye için en uygunu, George Orwell’un 1984’ünde geçen Gerçek Bakanlığı. Post-truth olarak adlandırılan -oldukça gecikmiş bir adlandırma- bir zamanda, Gerçek Bakanlığı tam da aradığımız isabetli öngörülerden biri olabilir. Tarih değiştirilip, yeniden yazılıyordu bu Bakanlıkta.
Türkiye’de “havuz medyası” olarak değerlendirilen ve iktidarın Gerçek Bakanlığı olarak çalışan medya işi yalan ya da çarpıtılmış haber ve dozajı giderek artırarak yalan röportajlara kadar ilerletmiş durumda. Bunun en tehlikeli ve geri döndürülemez yanı ise “yaratılmış” haberlerin doğruluğuna inanan insanlar sayesinde ortaya atılan yalanın, bir tür gerçeklik oluşturması. Toplumun yarısı bu haberlerin yalan olduğunu bilse bile diğer yarısı kayıtsız şartsız inanmayı kabul ediyor ve yaratılmış olan “paralel gerçek”, hakîkatin yerine geçiyor.
‘Tweet atan zombileriz’
Mary Shelley’nin Frankenstein’ını distopik bir roman olarak görüyorum. [Ingeborg Bachman’ın “Faşizm, iki kişi arasındaki ilişkide başlar” sözünü hatırlayın.] Romanda yetki de hüküm de doktora aittir. Doktor “yüksek bir ideal uğruna” kolu bacağı gövdeye diker ve yepyeni bir insan ortaya çıkarır. Yani bir canavar. Bunun gibi, biz de “ötekinin” bir sözünü, bir davranışını alıp onu canavarlaştırıyoruz. İblis, hain, öcü, melun, Frankenstein şekline sokuyoruz. Hayatımızı karartan şey, ötekinin hayatını karartmaktan sakınmayışımızdır.
İyiliği, doğruluğu, güzelliği bir tek kendimizde, kendi grubumuzda, yöremizde görüyoruz. Eleştiriye kapalıyız, özeleştiriyle işimiz yok. Düelloya, savaşa açık, özyıkıma eğilimliyiz.
Sen ötekini Frankenstein’laştırırsın, öteki de seni. Bu, stratejik vahşiliktir. Ölümü, hayattan üstün tutmaktır. Frankenstein’ların, zombilerin adım attığı her yer, distopik bir diyara dönüşür. Kravatlı Frankenstein’lar, tweet atan zombileriz.