Seyahat

Fas: Üzerinde güneş batan krallık

Uzun süre bilinen dünyanın sonu olarak kalan bu toprakların adına kimisi Fas, kimisi Morocco, sahipleriyse Memleket el Magrib demiş, yani "Batı'daki Krallık". İsmi konusunda olmasa da güzelliği hakkında herkes hemfikir. Biz de ne kadar güzel olduğunu bildiğimiz için tapmaya geldiğimiz bu toprakların, her biri kendine has bir renge sahip kadim şehirlerini keşfetmeye başlıyoruz vakit kaybetmeden.

SARI FES
Fas seyahatimiz ülkenin tarihi şehirlerinden biri olan Fes’ten başlıyor. Hem ülkenin dilimizdeki adı, hem de paşa dedelerimizin favori şapkaları bu şehirden geliyor. Fas tarihinde üç önemli hanedanının başkenti Fes denizden uzak, dağlık bir bölgede tepelerin üzerine kurulu ve ilk adımımızdan biraz sonra anlayacağımız gibi, daha önce gördüğümüz şeylere pek benzemeyen bir şehir. Fes’te görmeye değer medreseler, camiler ve (ünü tüm dünyaya yayılmış) tabakhaneler yok değil; fakat buradaki asıl deneyim kesinlikle bir bütün olarak şehrin kendisi.

Fes’in sarı-kum renkli medinesi (Kuzey Afrika kentlerinin tarihi merkezlerine, Arapça “şehir” anlamına gelen “medine” adı veriliyor) dünyanın en büyük medinelerinden biri. Büyük dediğime bakmayın, aslında oldukça klostrofobik bir alan. Sıcaktan dolayı ülkedeki tüm tarihi kentlerde olduğu gibi sokaklar dar, binalar birbirine yakın yapılmış. Sokaklar dar deyince de alıştığınız dar sokak canlanmasın gözünüzde – bu sokaklar yer yer evinizdeki koridor kadar dar, karşıdan biri geldiğinde durup kenara çekilmenizi gerektirecek kadar dar. Hal böyle olunca binaların uçları, çatıları birbirine değiyor ve kent tek, devasa bir binaya, sokakları da bir odadan diğerine geçmenizi sağlayan koridorlara dönüşüyor. Kapalıçarşı’yı alın, yüzle çarpın, dükkânlarını da 4-5 katlı yapın, içine de 150 bin kişi koyun, Eski Fes’i elde ediyorsunuz.

Atlas Okyanusu kıyısındaki Essaouira'nın mavi kayıkları, balıktan döndükten sonra kıyıya çekilmiş, bakımları yapılıyor. Essaouira, Game of Thrones dizisinde Astapor adlı kenti canlandırmıştı.
Atlas Okyanusu kıyısındaki Essaouira’nın mavi kayıkları, balıktan döndükten sonra kıyıya çekilmiş, bakımları yapılıyor. Essaouira, Game of Thrones dizisinde Astapor adlı kenti canlandırmıştı.

Arada irili ufaklı meydanlara çıkıyoruz, gitmek istediğimiz yerleri buluyoruz ama neredeyse tamamen şanstan. Fes sakinlerinin kaybolmadığına inanmayı reddediyoruz; göz var, izan var. Birilerine yol sormadan bir yeri bulmak imkansız. Denemenin de, haritalar işe yarıyormuş gibi yapmanın da alemi yok. Bu sırada kentin sürekli meşgul olan insanları, el arabaları ve katırları geçiyor sürekli yanımızdan bize hiç aldırmadan. Kılcal damar gibi her yere ulaşan sokaklarda binlerce dükkân var ve hepsi de dolu. Herkesin yapması gereken bir şey, gitmesi gereken bir yer var. Ve bu 1250 yıldır böyle devam ediyor. Fas’ın ruhu ete kemiğe bürünmüş, önümüzde duruyor. Bir zamanlar dünyanın en büyük şehri olan Fes, bir ucu iyi, bir ucu kötü olan tanıdık değer skalamıza yerleştirilebilecek bir şehir değil. Kendine ait bir hissi var; sanki hanedanlar gelip geçecek, ülkeler kurulup yıkılacak fakat Fes istifini hiç bozmayacak.

Fes’in bir diğer özelliği ise kusursuz bir geometriyle oluşturulmuş rengârenk Fas çinilerinin, veya diğer adıyla zellijlerin geleneksel merkezi olması. Şehre hakim mütevazı binaların çoğunun zemini, ziyaretçilerin gözlerini bayram ettiren zellijlerle kaplı. Bu iş burada da bitmiyor, İspanya’daki Endülüs saraylarından güneydeki Marakeş’in konaklarına kadar her yer, Fes’in dünyaya hediyesi olan zellijlerle kaplı. Zellijler özellikle eski dini binalarda ve medreselerde baş etmesi zor bir güzelliğe bürünüyor. Çoğu oldukça yıpranmış, fakat bu onları daha da güzel kılmış dersek yanlış olmaz -ki Faslılar da bunun farkında gibi.

Tanca binlerce yıldır Cebelitarık Boğazı'nın ötesindeki İspanya'yı seyrediyor.
Tanca binlerce yıldır Cebelitarık Boğazı’nın ötesindeki İspanya’yı seyrediyor.

BEYAZ TANCA
Fas’ın çok kullanışlı bir tren ağı var; vızır vızır kalkan trenlerle bütün önemli şehirlere gidebiliyorsunuz. Bu trenlerden biriyle Fes’i kendi evreninde bırakıp en kuzeye, Tanca’ya geçiyoruz. Deniz kıyısındaki Tanca’da bambaşka, içinde yaşadığımız dünyaya ait bir şehir buluyoruz. Cebelitarık Boğazı ile Atlantik Okyanusu kıyısında, Avrupa ile Afrika arasında yer alan Tanca, aşırı stratejik konumu nedeniyle sıra dışı bir tarihe sahip. Bizanslıların, Arapların, Portekizlilerin, İngilizlerin, İspanyolların, Fransızların eline geçen, bir ara uluslararası serbest şehir bile olan Tanca, bugün Fas’ın en önemli kentlerinden biri. 20. yüzyılın ilk yarısında Avrupalı jet sosyetenin popüler tatil yeriymiş Tanca. Fas bir Fransız sömürgesiyken Tanca’nın çevresi İspanyol yönetiminde kalmış. Şehirde hâlâ kuvvetli bir İspanyol etkisi var. Ülkenin geri kalanındaki Faslılar genelde Fransızca konuşsa da bu yörelerin ikinci dili tartışmasız bir şekilde İspanyolca. Televizyonlarda İspanyol kanalları açık, turistler bile büyük ölçüde İspanyol.

Tanca’nın medinesine hakim renk beyaz. Öyle ki “Nasıl ülkede böyle bir şehir varken başka bir şehrin adı Kazablanka olur” diye düşünmeden edemiyoruz (“casa blanca” İspanyolca’da “beyaz ev” anlamına geliyor). Muhtemelen Akdeniz’in emriyle beyaza boyanan şehirde sakin bir hayat var. Akşam olunca hava serinliyor, İspanya’nın ışıkları uzaktan göz kırpıyor, nane çayları demleniyor, okyanustan gelen taze balıklar kızarmaya başlıyor, kahvehanelerden ut sesleri ile birlikte birkaç şarkıcının yanık, çıplak, oldukça etkileyici sesi yükseliyor. Hem tanıdık bir Akdeniz kenti, hem de egzotik bir Afrika kenti olan Tanca’da hayat tatlı gibi duruyor.

MAVİ CHEFCHAOUEN
Bir gün biri “Buraya da bir şehir kuralım ama mavi olsun” demiş ve Chefchaouen kurulmuş. Tam böyle değilse bile en azından benzer bir sahne yaşanmış olmalı. Rif Dağları’ndaki ufak Chefchaouen şehri mavi olmasıyla ünlü. Öyle maviye çalan bir beyaz tonu canlanmasın kafanızda, gayet parlak, çivit maviye boyalı kent. Hatta bazı sokaklarda yerler bile mavi. Sokaklarda yürürken sık sık “Burası gerçek mi?” diye düşünürken buluyoruz kendimizi.

Tanca’nın biraz güneyindeki Chefchaouen’ın mavi medinesi büyük şehirlere kıyasla küçük, fakat tatmin edici büyüklükte. Burası diğerlerine göre çok daha turistik bir şehir. Yerli turistlerle de dolup taşan Chefchaouen’da dükkân sahipleri gözle görülür bir biçimde daha agresif satış politikaları yürütüyor: “Türk olmamıza rağmen” restoranında yemek yemediğimiz biri tarafından ırkçı ilan edildik, kolumuzdan tutulup dükkândaki “birinci kalite” deri çantalara bakmaya davet edildik, para karşılığı adres gösterme teklifleri aldık. Olsun, dedik, oyuncuyu değil oyunu suçladık ve yolumuza devam ettik.

Marakeş'teki Bou Inania Medresesi, ülkedeki en güzel yapılardan biri ve turistlerin de gözdesi.
Marakeş’teki Bou Inania Medresesi, ülkedeki en güzel yapılardan biri ve turistlerin de gözdesi.

KIZIL MARAKEŞ
Chefchaouen’den sonra kuzey Fas defterini kapatıyoruz ve Rabat’tan geçerek trenle Marakeş’e gidiyoruz. Gökkuşağının Fas kentlerine dağıtılan renklerinden Marakeş’in payına düşen kırmızı olmuş. Fas’a Batı dillerindeki adını (Maroc, Morocco, vb.) veren Marakeş, ülkenin tartışmasız en turistik kenti. Böyle olması sebepsiz değil: Fas’taki en büyük medinelerden birine, irili ufaklı saraylara ve başka önemli tarihi eserlere ev sahipliği yapan bir diğer eski başkent Marakeş, aynı zamanda modern bir metropol.

Marakeş'teki Cema ül-Fena Meydanı'ndaki yemek tezgâhları işlerini ciddiye alıyor.
Marakeş’teki Cema ül-Fena Meydanı’ndaki yemek tezgâhları işlerini ciddiye alıyor.

Fakat Marakeş’in alametifarikası tartışmasız bir şekilde Cema ül-Fena Meydanı. 950 yıldır bir şey devam ediyor Cema ül-Fena’da. Ünlü Kutubiye Camii’nin devasa minaresinin gölgesindeki bu meydan hem bir sirk, hem bir akşam pazarı, hem bir performans köşesi, hem de devasa bir restoran. Gündüzleri yılan oynatıcıları, otacılar, kına dövmecileri, Berberi şebekleri ve su satıcılarının hakimiyetindeki meydan akşam olunca iyice hareketleniyor: Her akşam tekrar tekrar kurulan yüzlerce yemek tezgâhından yükselen dumanlar, çayların buharlarına karışıyor. Yemek öncesi ve sonrası gösteri hız kesmiyor: Tezgâhında yüzlerce diş sergileyen amcalar, cam yiyicileri, sokak tiyatroları, dansçılar, hikâye anlatıcılarının gösterileri neredeyse 1000 yıldır devam ediyor. Tek istedikleriyse biraz alkışın yanı sıra birkaç liralık bir bahşiş. Verin gitsin. Ortaçağdan kalma gerçek bir panayırı görmek için oldukça makul bir bedel.

 

Onur Uygun

Journo E-Bülten