‘Nasıl freelancer olunur?’ tarzı ponçik bir dosya değil bu. Havalı hayâllerden çok yaralı gerçeklere bakmaya çalışacağız. Maddi ve manevi boyutlarıyla freelance gazetecilik nedir-ne değildir, konunun muhatapları anlatacak. Dikkat çekmek isterim ki, aşağıda Elif Bereketli’nin ifade ettiği preker(lik) freelance dünyanın ‘serbestlik’ dozuna çarpıcı şekilde isabet ediyor: Güvencesizlik, eğretilik, kırılganlık ve istikrarsızlık gibi Türkçe sözcüklere karşılık geliyor. Emek piyasası esnekleştikçe, herhangi bir iş güvencesi ve dolayısıyla istikrarı olmayan, tüm dünyaya yayılmış milyonlarca insan ve onların ailelerinin oluşturduğu yeni sınıfa ‘prekarya’ deniyor. Yani düzenli olarak düzensiz işlerde çalışanların oluşturduğu sınıf. Bağlamımız artık budur belki de? Okuyup kendiniz karar vermeye ne dersiniz? Buyursunlar…
Kaya Heyse: Henüz pişman olmadım
Gazeteciliğe 1997 yılında Star TV’de başladım. Aralarında Show TV ve CNN Türk’ün de bulunduğu çeşitli televizyonlarda muhabir olarak çalıştım. 2000li yılların başındaki Irak ve Afganistan savaşlarındaki haberciliğim ile Sedat Simavi Ödülü’ne layık görüldüm. 2014 yılında serbest gazetecilik yapmaya karar verdim. Henüz pişman olmadım.
Her meslekte olduğu gibi, freelance ya da benim sevdiğim tabiriyle serbest gazeteciliğin de keyifli ve berbat tarafları var. Mesela sürekli ödeme peşinde koşuyorsunuz. Ya da bir iş yaparken, “ulan acaba daha iyi bir iş mi kaçırıyorum” diye kendinizi yiyorsunuz. Diğer taraftansa özgürsünüz; istediğiniz görevi, istediğiniz zaman yapabilirsiniz.
Madem sosyal medyada liste yapmak moda, gelin serbest gazeteciliğin ‘rüya’ ve ‘kabus’ taraflarına birlikte bakalım:
Önce rüya taraflar…
Çok para kazanabilirsiniz
‘Freelancer’ olmanın en muhteşem tarafı bu işte. Özellikle uzun soluklu işlerde, üzerine de yabancılarla çalıştığınızda, paraya para demezsiniz. Anlaşmayı günlük fiyat ve dolar ya da euro üzerinden yaparsınız. Eğer işinizde gerçekten iyiyseniz ve karşı tarafı da buna inandırdıysanız günde 500 – 1.500 Euro arasında kazanabilirsiniz. Taksimetre diye buna derim.
Freelance dostu bir ülke gündemimiz var
Türkiye gündemi o kadar yoğun ki sadece anaakım medyada çalışanlara değil, bizim gibi freelancerlara da nefes aldırmıyor.
Özgürlük
Müdür yok. Patron yok. Dokuz-altı yok. İstemediğin işe gitmek yok. Haberine karışan, metne ‘hassasiyetini’ yansıtan editör yok. İşten atılma tehlikesi yok. Daha ne isteyelim. Acaip ‘cool’…
Ama sizi pişman edebilecek tarafları da var bu işin:
Para ödemek istemeyenler
Anlaşmışsınız. İşi teslim ediyorsunuz. Sonra ödemeyi istiyorsunuz. Verilen cevap: “Ya, biz bu haberi kullanmamaya karar verdik.” “ULAN BANA NE!” diye bağıramıyorsunuz tabii ki. Emeğin karşılığının ödenmemesi Türkiye’de kronikleşmiş durumda. Avrupalı ya da Amerikalıların ise hakkınızı vermediğini hiç görmedim. Ama Türklerle çalıştığınızda paranızı tam ödememek için en ucuz bahaneleri ileri sürerler, bugün git yarın gel çekerler. Paranızı alamadığınız da olur. Neyse ki artık sosyal medya var da, böyle yapan firmaları ifşa edebiliyor ve onlara istediğimiz gibi küfür edebiliyoruz.
Gelecek kaygısı
Ülke gündemi freelance dostu olsa da her daim iş kovalamanız gerekmekte. Atlayacağınız tek bir iş, o ayki kiranızı ödeyememenize sebep olabilir. Telefonunuzu kapatarak asla uyuyamazsınız. Sağlığınıza hep dikkat etmek zorundasınız, çünkü hastalanırsanız çalışamazsınız. Gelecek planlarınız, hep bir sonra alacağınız işe bağlıdır. İyi para kazanabilirsiniz, hatta birikim de yapmaya başlamışsınızdır ama 3-4 ay iş alamamanız durumunda o birikimler, farkına bile varmayacağınız bir hızda eriyip gider.
Anaakıma bir daha uyum sağlayamazsınız
Freelancer olarak özgürlüğün tadına vardığınızda, eski usûl maaşlı, sigortalı bir işe dönmek çok zor bir karardır. Yapıp mutsuz olanları çok gördüm.
Sözün özü: Yapabiliyorsanız, o cesareti bulabiliyorsanız freelance olun.
Elif Bereketli: Kendi kendinin patronu olmak hayâl
Gazeteciliğe 2007’de başladım, tam zamanlı olarak en son Sabit Fikir’de çalıştım. 2014’te freelance oldum ve çeşitli kültür sanat edebiyat platformları için çalışmaya başladım.
Serbest yazar olmanın sefasını süren çok az yazar tanıdım, çoğu insan ekseriyetle cefâsını çekiyordu. Ben bu işe atılırken şöyle düşünüyordum: “Evet, belki tam zamanlı yazarlık/editörlük işinden daha az kazanacağım ama en azından kendi istediğimi yazacağım, kendi vaktimi kendim ayarlayabileceğim ve yazmakla ilişkimi güçlendireceğim.” Gel zaman git zaman (yaklaşık iki yıl içinde) bu hayâllerimin tümü bir bir çürüdü. Bu satırları size yeni tam zamanlı işimdeki masamdan yazıyorum.
Her şeyden önce en naif hayâlimden başlayayım: “En azından kendi istediğimi yazacağım.” Bırak bana gelen yazı tekliflerini değerlendirip, eleyip kendi patronum olmayı; tamamen editörlerin kölesi haline geldim serbest yazarlık serüvenimin dördüncü, beşinci ayında. Ne yazacağıma, ne zaman teslim edeceğime, kaç vuruş yazacağıma ve hatta olayı nereden göreceğime editörler ve işverenler karar veriyordu ama ben, “yaa, en azından insanın kendi kendinin patronu olması çok güzel ya” filan derken buluyordum kendimi.
Kendimi kandırmak serbest yazarlık serüvenimin ayrılmaz bir parçası oldu hep. Neyse ki bir zaman sonra bu tip bir özgürlüğün medyada mümkün olamayacağından fazlasıyla emin olmayı becerdim. Bazen tempoyu biraz düşürmek istemek ya da gerçekten tamı tamına haftada bir gün tatil yapabilmek, hadi en azından günde birkaç saat işle ilgilenmemek… Bunlar da neredeyse hayâl. Farkındalık kazanmam epey zaman aldı ama artık her şey billurlaşmış durumda: Evet, ben kozmopolit bir şehirde, her gün başka bir kafede, elinde laptop’u, kahve kokuları içinde beynini boş word dosyalarına döken bohem bir yazardan çok; preker, tekinsiz, güvencesiz bir işçiydim. Evet, aynen buydum.
Öte yandan, “yoo, biz yazılara para ödemiyoruz, ama bizim üzerimizden reklamınız olur, iyi düşünün” diyenler, “ödüyoruz” deyip ödemeyenler ya da çok az para verenler derken maddiyat ipimi çeken bir boyuta ulaştı bir noktada. Kendimi editörlük ve çeviri işleriyle desteklemeseydim, şu an gerçek bir borç batağında olabilirdim. Aylarca köşe yazdığım gazeteden, tüm sene boyunca düzenli yazdığım kültür sanat sitesinden tek kuruş alamadım. E, yazmak isteyeceğin çok az mecranın kalmış olması gerçeği de zaten işin bütün zeminini altından çekiyor.
Sonuçta, “yazmakla ilişkimi güçlendireceğim” diyen haline bakıp öfkelenirken buluyorsun kendini. Kendi kendini sigortalamak zorunda olmak, yol/yemek masraflarının tamamen sana ait olması, öngörülmeyen ancak realiteye bakıldığında müthiş kalemler haline gelen harcamalar da sürpriz yumurtası işin.
Velhasılıkelam, bütün bu sorunların içinde, ‘neyi nasıl yazdığım’ önceliğim olmaktan çıkınca, ben de serbest yazarlık fikrini şimdilik hayatımdan çıkardım.
Ancak serbest yazarlığı iyi beceren biri bunu nasıl yaptığını yazarsa seve seve okurum. Yoksa bizim bir arkadaşın editörlüğünü yaptığı site var, isterse oraya yazabilir; yani telif veremiyorlar ama Twitter’da 30 bin takipçileri var, iyi reklamı olabilir. Kendi bilir.
Güldenay Sonumut: Fikir iyi, koşullar zorlu
2009’da NTV’den ayrıldıktan sonra 2 yıl medyaya ara verdim. Bilgi Üniversitesi’nde gazetecilik konusunda ders vermeye başlayınca mesleğimi özlediğimi gördüm. Türk televizyonlarında işten çıkarmalar ve küçülme yaşanmasından dolayı yabancı basına yöneldim. NTV yıllarından kontaktlarım ve Türkiye’deki yabancı basına çalışan gazeteci arkadaşlarım sayesinde yabancı medya kuruluşları ile çalışmaya başladım.
‘Fixer’ olarak çalışmanın kolaylıkları da var, zorlukları da. Yabancıların ‘fixer’ olarak tabir ettiği görevin tanımı kurumdan kuruma, ülkeden ülkeye değişebiliyor. Bazıları için fixer bir tercümandan öteye gitmiyor. Bazıları için ise, gazetecilik geçmişi olan iyi bir adres defteri olan bir ‘yapımcı’ olarak tanımlanıyor. Görev tanımına ve çalışılan kuruluşa göre fiyat skalası çok değişken olabiliyor.
Genel olarak yazılı basın (gazete ve dijital medya) daha düşük, televizyon kanalları ise en yüksek ücretleri veriyor. Haber ajansları için de duruma göre değişiklik gösterebiliyor. Örneğin bir tercüman günlük 150 USD alırken, ‘yapımcı’ sıfatı ile çalışan bir fixer 300 USD alabilir. Ücretin ne olacağı, kişinin deneyimi, telefon rehberi, kimleri tanıdığı ve görev tanımı ile doğrudan bağlantılı.
Haber çok pahalı bir ‘ürün.’ Bir özel haber ön çalışması ve araştırması ile birlikte birkaç hafta sürebiliyor. Üzerinde çalışan kişi sayısı, ön çekim, çekim ve yayını ile birlikte oldukça büyük bir yatırım anlamına geliyor.
Gazeteler haberi çoğu zaman tek başına çalışan bir muhabir ile takip ediyor. Bu muhabir gazetenin maaşlı elemanı da olabilir, serbest çalışan bir gazeteci de. O zaman da bütçeler değişir. Serbest çalışan gazeteciler kurumla ya parça başı ya da konu başı ücret anlaşması yapabiliyor. Bu ücrete masraflar dahil ya da ücrete ek olarak hesaplanabiliyor. Bu durumda muhabir kendi bütçesine göre bir ‘fixer’ ayarlayabiliyor.
Ben sadece tanıdığım ya da referansla gelen gazeteciler ile çalışmayı tercih ediyorum. Çünkü aksi takdirde size ‘çömez’ muamelesi yapan kişilerle çalışmak insanı zorluyor. Televizyonlar ise daha kalabalık ekiplerle çalışıyor. Muhabir, kameraman, bazen saha yapımcısı ve bir fixer ile çalışıyorlar. Ancak bazen bütçeler o kadar ‘yetersiz’ ki kendinizi 2 ayrı kurum tarafından paylaşılırken buluyorsunuz.
Bir defasında, bir arkadaşımın referansı ile Al Jazeera Amerika’dan bir muhabirle çalışmak için anlaştım. Ücretimi yüksek buldu ama konunun çetrefil, adres defterim kalın olması onu ikna etti. Habere gittiğimizde, muhabirin kameramansız olduğunu ve kendi çekimlerini kendi yapacağını öğrendim. Bu çok ender olan bir durum ama bir şey demedim. İlk buluştuğumuzdan itibaren yanında bir ‘arkadaş’ olarak tanıttığı bir kişi de eklendi ekibimize. Bu arkadaşın meğer meşhur Los Angeles Times’dan bir muhabir olduğunu ve haberi onun da gazetesine kullanacağını öğrendim. Bir anda bilmeden iki kuruma çalıştığımı öğrenmiş oldum. Bunun pek etik bir davranış olmadığını söylememe gerek var mı? En azından beni haberdar etmeleri ve ‘olur’umu almaları gerekirdi. Ama işte bu tür olaylarla çok karşılaşılıyor.
Konu özel haber ya da kriz haberi olunca (doğal felâket, terör saldırısı, büyük zirveler veya seçimler) o zaman kesenin ağzı biraz daha açılıyor. Ekipler artıyor ve çalışan serbest gazeteci ve fixer sayısı da aynı orantıda artabiliyor. Bu tür kriz zamanlarında deneyimli ve işini bilen serbest gazeteciler bir tür ‘karaborsa’ oluyor.
Tüm büyük kurumlar kendilerine öncelik tanıyacak isimler ile birebir anlaşma imzaladığı için, sadece kriz zamanında Türkiye’ye gelen kurumlar için iyi isim bulmak zorlaşıyor.
Serbest gazeteci olarak çalışmanın en zor tarafı ise işin sürekliliğinin olmaması.
Türkiye’ye ve bölgeye ilgi gösteren kurum sayısı bugünlerde artıyor olsa da aslında ‘kontratlı’ iş sayısı az. Bu yüzden de sürekli iş sahibi olan serbest gazeteci sayısı da az. Geriye kalan kişiler ise kurumlar veya muhabirlerle iyi bir çalışma ortamı yakalamasına bağlı olarak aynı isimlerle tekrar çalışma olanağına sahip olabiliyor.
Hep yeni isimlerle çalışmanın da bir sorunu oluyor tabii; o da her defasında kendinizi ispatlamak zorunda olmanız. Gelen muhabirlerin ve yapımcıların, referansla gelmelerine rağmen bazen karşılarındaki insanların gazeteci olduğunu unutup tercüman muamelesi yapması zorlayıcı olabiliyor.
Çok sevdiğim bir arkadaşım yabancı gazeteciler ile çalışmayı çok komik bir şekilde özetlemişti: “Türkiye’yi bilmeyen insanlar ya çok genç ve kendini editörüne kanıtlamaya çalışıyor ya da çok deneyimli ama Türkiye’yi bilmiyor ve önyargılarla dolu. Hepsine Türkiye tarihi ve siyasi geçmiş dersi vermekten yıldım.”
Kısacası gazetecilikten kopamayan bizler için serbest gazetecilik iyi bir çözüm ama bir o kadar da zorlayıcı koşulları var.
Murat Özer: ‘Veresiye satan’ resminden alaşağı edilmemek için çabalıyorsunuz
Nerede ne yapıp yapmadığımın pek önemi yok; 1990’dan bu yana ‘profesyonel’ anlamda film eleştirmeni olduğumu/olmaya çalıştığımı söylemekle yetineyim…
26 yıllık meslek hayatımın büyük bir bölümünü ‘freelancer’ kimliğiyle geçirdim, ki yakın zamana kadar bu ‘kimlik’in yarattığı büyük bir arıza oluşmadı bünyemde. Ancak son dönemlerde memleketin bütün uzuvlarına sirayet eden ‘kültürsüzleştirme’ politikaları sayesinde sıkıntılar da ön plana çıkmaya başladı. Bir zamanların ‘kapısı çalınan’ı olmaktan çıkıp, aslanın ağzındaki ekmekten (ya da ekmek kırıntılarından) pay alabilmek için ‘kapı çalan’ olmak da kaçınılmazlaştı. ‘Cehalete övgü’nün tavan yaptığı bir iklimde ‘yaşam hakkı olmayanlar’ sınıfına dahil edildiğinizde, bu hakkı elde tutmak için ‘tırmalamak’tan başka çareniz kalmıyor ne yazık ki. Belki her dönemde yapmanız gereken bir şey bu ama bugünlerde ne kadar tırmalarsan tırmala çoğu zaman ‘hüsran’la yüzleşiyorsunuz.
Hâl böyle olunca, hiçbir zaman ‘peşin satan’ resmi veremiyor, ‘veresiye satan’ resminden de alaşağı edilmemek için çabalıyorsunuz… Karamsar mıyım; evet, karamsarım ama ‘umutsuz’ değilim. Elde avuçta sadece ‘umut kırıntıları’ kaldı çünkü; onu da pistin dışına sürüklersek ‘çıplak vatandaş’a bağlarız!
Nihan Bora: Artık yazarına saygı duyanlarla çalışıyorum
2001 yılında Milliyet Gazetesi haber – araştırma servisinde yaptığım stajla başladım gazeteciliğe. O zamanlar, “her gün haber konusu bulmak ne zor” deyip, gündem toplantılarından kaçtığım bile olmuştur. Fakat büyük konuşmuşum, değerli gazetecilerle çalışmak bana bu işi sevdirdi. Öyle ki gördüğüm her şeyden bir haber konusu çıkarır haldeydim artık. Bir zaman sonra telifle röportaj ve haber yapar, içerik sitesi yönetir hale gelmiştim.
Newsweek Türkiye, Hürriyet Kampüs, Aktüel, Radikal, NTV, SabitFikir, Vogue, Glamour, Zete, TimeOut İstanbul, Zero İstanbul, Art Unlimited, Diken.com.tr, Journo.com.tr, Sivil Sayfalar gibi yayınlarda tam zamanlı veya freelance çalıştım; haber ve röportajlar yaptım. Kiminde hâlâ yazmayı sürdürüyorum.
Freelance çalışmak çok havalı görünüyor evet; güzel kafelerde çalışıyorum, mesai saatimi ben belirliyorum ama öte yandan birçok sıkıntı da yaşıyorum. Yapılan işin ödemesini ne zaman alacağınız çoğunlukla muallak! Çok severek okunan, paylaşmalara doyulamayan birçok yayın, ya telif vermiyor ya da verene kadar yazarın canını çıkarıyor. Bu nedenle ben artık yazarına, tasarımcısına saygı duyan, belli bir disipline sahip olanlarla çalışıyorum. Tüm freelancer dostlarıma da güç diliyorum.
* * *
Tercih olmanın ötesinde kaçınılmaz bir statüye dönüştü artık serbest gazetecilik. Özellikle de deneyimli ve nitelikli isimler için. Basın üzerindeki baskının ve kraldan çok kralcılığın geldiği şu noktada birçoğumuz işinden ayrıldı/ayrılmak zorunda bırakıldı ya da bunlar her an başına gelebilir hâlde. Birçok yayın kuruluşu kapatıldı, el değiştirdi veya yayın politikası değiştirildi. Anaakım anaakımlıktan çıktı. Medya tanınmaz ve çalışıl(a)maz hâle geldi. Ve ne var biliyor musunuz: gazetecinin işsizliği başkalarına benzemez, çünkü başka iş bilmez gazeteci. Yapabileceğimiz ilk belki de tek şeyi yapar, freelance kanatlarımızı açar serbest uçuşa geçeriz böylece. Ve bildiğimiz -bilmek için ömrümüzü verdiğimiz- alanlarda içerik üretmeye devam ederiz özgür ve de ‘güvencesiz’ koşullar altında.
Gazeteci Şenay Aydemir’in Organik Bozukluk adlı kitabından bir alıntıyla bitirelim: “Eğer bir işyerinde çalışamıyorsanız o zaman kendi kendinizin pazarlamacısı olmak zorundasınız demektir. Kendinizi bir marka haline getirmek, sosyal medyada aktivasyonlara girmek önemli. Ama asıl olan; yaptığınız şeylerin duyurulması ve bir ürün haline getirilmesi için göstereceğiniz çaba.”