“Dr. Fauci’nin eleştirileri sertleşiyor, Vali Cuomo ile Trump’ı köşe sıkıştırıyorlar, bu akşamki basın toplantısı önemli. Daha mayıs ortasında taze fasulye alan aklıma şaşayım, düdüklüde bile pişmez bunlar. İtalyan gazeteciyle bağlantı yapıp son durumu anlattıracağım ama İngilizcesi nasıl acaba, önden bir hazırlık mı yapsak?”
“Çarşafları yıkayınca gün boyu ev yumuşatıcı kokuyor, insanın uykusu geliyor, belki gece asmak daha mantıklı. Günlerdir ütülenmeyi bekleyen çamaşırlar nasıl yeniden canlandırılacak ya da yeniden canlandırılmaya çalışılan AB ilişkilerinin çamaşırla ilgisi var mı?”
Hayatımdaki her şeyin birbirine girdiği bu yeni dönemi size anlatırken, ben de anlamaya çalışacağım… Kafam karışık. Haklıyım ve yalnız hissediyorum. Ancak, bir başıma olmadığıma da inanıyorum. Korktuğum, kadın olarak hep kaçtığım şeye dönüştüğümü hissediyorum.
Yıllar önce Beyoğlu’nda sadece cuma geceleri ortaya çıkan bir kalabalık dikkatimi çekerdi. Salaş denebilecek kadar rahat mekânlarda dar kesim, gök mavisi ya da beyaz gömleklerinin kollarını dirseğe kadar katlamış kumaş pantolonlu erkekler ve sandalyesine ceketi asılı, iki ila dört dakika içinde Birleşmiş Milletler kürsüsünde konuşma yapabilecek şıklıkta kadınlar olurdu.
Erkeklerin ceket cebinde kırışık birer kravat saklandığına, kadınlardan en az birinin topuğunun o gece kırılacağına, ispat edemesem de emindim. İş çıkışı koşarak geldikleri, aşırı hareketleri ve bunun zıttı ambalajlarıyla bulundukları ortama ait olmadıkları aşikâr bu grupları uzaktan takip etmek, tıpkı belgesel izlemek gibiydi; plaza katındaki, asansöre yakın sebil başındaki sohbetlerin, köy çeşmesi ağzında muhabbet etmekten farkı olmadığı gerçeğini bir kenara koyarak sarhoş olmalarını izlemek başlı başına bir mesaiydi benim için.
Onlara baktıkça ne olmak istemediğimi biliyordum
Aralarında ne konuşurlarsa konuşsunlar, konunun hep işlerine, patronlarına ya da iş arkadaşlarına gelmesi ve çoğunlukla başlıkların şikâyet ve söylenme odaklı olması ise promille bağlantılı değildi. Konu, tam da televizyonun arkasına saklanmış kablo kalabalığı gibiydi; iş hayatı, meslek sahibi olma, eğlence anlayışı, sosyalleşme ihtiyacı, saf arkadaşlık, iletişim becerileri ve hatta flört yetileri birbirine karışmıştı. Kablo kalabalığını çözmeye çalışmadan, tozunu dahi almadan arka tarafa ittirmek daha kolaydı; nasılsa karşıdan bakınca her şey yolundaydı.
Bense “aslında sadece para kazanmak için işe gidiyorlar; sonra o işi unutmak için, yine o işten kazandıkları tüm parayı harcıyorlar” gibi yorumlarla “kahrolsun kapitalizm” girdabında üst akıl sınırlarını zorluyordum. Çıktığım yolda, iş, meslek ve kariyer üçlüsünün birbirinden farkları ve aşkın işten, işin arkadaşlıklardan nerede ayrılacağı ve mesleğin hayatımın neresinde, ne kadar yer alması gerekliliği gibi konular üstüne düşünüyordum.
Ancak ne düşünüp ne tartışırsam tartışayım, neyin neye karışmaması gerektiğini keskin çizgilerle belirlemiştim. Onlara baktıkça ne olmak istemediğimi biliyordum. Kişisel gelişim hamleleri, bu hamlelerin sonunda mesleki olarak kendimi ispat ve her katma değerin meslek hanesinin elini biraz daha güçlendirmesi hayatımın merkezindeydi; evdeki ben ve evde olanlar kalabalığın arka tarafında durdu.
‘Biz medyada çalışan kadınlar kesin çizgiler çizmeye alışığız’
On yıl sonra bugün koronavirüs günlerindeki halimizi, işi, aşkı, ailesi, sosyal hayatı, yatak odası, nefes alışı iç içe geçmiş, daha doğrusu kördüğüm olmuş o güruha benzetiyorum.
Alakasız bir benzetme gibi gelebilir, ancak biz medyada çalışan kadınlar kesin çizgiler çizmeye alışığız. Haklıyız da bu davranışımızda. Yıllarca testosteron oranı hiç azalmayan bir dünyada, kadınların giyinip süslenip karşıdan akan metni okumakla ya da masa başında tıngır mıngır klavye/daktilo başı nöbetiyle sınırlandırılmış duygusal yaratıklar, tercihen güzel bacaklar olarak nitelendirilmeye çalışılması bir klişe ya da şehir efsanesi değil maalesef.
Bir grup hemcinsimizin sorunları çözmede kolay yolu bulması nedeniyle herkese aynı etiketlerin yapıştırılması, koca bir medya devini on yıllarca ele geçiren “Erman sarısı,” kadın yönetici azlığı, kuyruğu dik tutmaya çalışmaktan J. Howard Miller’ın “We Can Do It” posterinin modern uyarlamaları olduk. (Burada radikal feministler ayaklanıyor, olsun.)
Koronavirüs günlerinde bir editörün 14 saati
Konumuza geri dönelim. Derdimi anlatabileyim diye, geçtiğimiz haftalardaki bir günümü not aldım size. Kimine çok yönlü gelebilecek, bana göre ise şizoid bir bozukluğa el sallayan 14 saatin satır başları şöyle:
“Dr. Fauci’nin eleştirileri sertleşiyor, Vali Cuomo ile Trump’ı köşe sıkıştırıyorlar, bu akşamki basın toplantısı önemli. Daha mayıs ortasında taze fasulye alan aklıma şaşayım, düdüklüde bile pişmez bunlar. İtalyan gazeteciyle bağlantı yapıp son durumu anlattıracağım ama İngilizcesi nasıl acaba, önden bir hazırlık mı yapsak? Çarşafları yıkayınca bütün ev yumuşatıcı kokuyor, insanın uykusu geliyor, belki gece yıkamak daha mantıklı. Günlerdir ütülenmeyi bekleyen çamaşırlar nasıl yeniden canlandırılacak ya da yeniden canlandırılmaya çalışılan AB ilişkilerinin çamaşırla ilgisi var mı? Ben yatıyorum yahu…”
Bolsonaro’nun tavırlarından, kısa çalışma ödeneği koşullarına hızla geçen zihin, dört duvarın ve duşakabinde yıkanan damacananın da etkisiyle oldukça yorucu bir hâl alıyor.
Kafamdaki hijyenik-politik geçişli düşünceleri, en sevdiğim kupamda yeni çekilmiş bir kahve, arka fonda hafif caz tınıları, yüksek tavanlı evin açık camlarından esen rüzgâr, tek omuzumdan nazikçe düşmüş sabahlığım, saten sabahlığımdan daha parlak cildimle sakin sakin not aldığımı sanmadığınızı umuyorum. Sabah erken saatte başlayan kaosta Ece ajandasının sağ üst kısmında bir köşede, doktor yazısından hâllice, kurşun kalem hâkimiyetinde alınmış notlardan bahsediyoruz. Üstüne de sallama çay damlamış, alınmayın gücenmeyin.
‘Evde çalışmanın verimli yolları için tıklayınız’
Biliyorum, bir günümü birkaç satırda, zikzaklı kafamın içini açıp da anlatınca mizahi ve eğlenceli geliyor kulağa. Fakat bu durum “Uzmanların evde çalışmak için 10 önerisi,” “Evde çalışmanın verimli yolları için tıklayınız” safsatalarından daha derin bir kriz. Ancak onları da denemedim değil, hepsini tek tek denedim dostlar.
Öğleden sonra çamaşır suyu damlayacağını bile bile, sabah kalkar kalmaz motivasyonum tazeyken günlük giysilerimi giydim. Ayağımdaki terliğe inat uygun bir çorap da seçtim, kolyemi küpemi takıp, iki dirhem bir çekirdek oturdum. Olmadı, yetmedi. Çektiğim eyeliner da, pantolonumdaki göz dolduran tek çizgi de kendi sınır çizgilerimi korumama yetmedi.
Birçok değişik başlığı aynı anda düşünmeye çalışmak harakirinin femme fatale versiyonu gibi. Çünkü, tam da şu an, üstümdeki Skype yayınına hazır jilet gömlek ve egzoz-rüzgâr-ter yememiş kusursuza yakın makyaj, “Sakin ol, iyi görünüyorsun, her şey yolunda, tadını çıkar bugünlerin” diyor.
Ancak aynı zamanda, altımdaki çamaşır suyu lekeli pijama, gözüme çarpan duşakabin lekeleri, boşaltılmayı bekleyen makine ise “Sen evinin cefakâr kadınısın, ne yaparsan yap, aslında özüne döndün bak” diye sesleniyor. Kulağıma fısıldayan iki farklı sesi de duymazdan gelebilirim ama kalbimdeki kendime ihanet ettiğim hissine engel olamıyorum. Üstelik çocuğum da yok ha, onu söylemem lazım.
Gazeteciler ancak sokağa çıkmak için odaya girer
En sevdiğim ofis hep sokaklar oldu. Biz gazetecilere göre dört duvarın içine girmek, bir toplantı masasına oturmak ise aslında sadece yeniden sokağa çıkmayı planlamak için. Bu nedenle evimde hiç çalışma odam olmadı. Bu süreç, salondaki yemek masasında çalışılamayacağını öğrettiğinden, yatak odamdaki köşeye minik bir masa attım. Çok şık oldu; çift taraftan aydınlık; pencereleri bitkilere, ağaçlara bakıyor; sabah güneşi vuruyor.
Ancak burası yatak odası. Uyku kokusu çalışmamak için bir bahane değil. Uyku kokusu çoğu zaman gürültü yapıyor; her sabah 10.30’daki haber toplantısında kocamın ve köpeğimin horultu, mırıltıları birbirine karışıyor. Çünkü burası yatak odası. Kim horluyorsa onlar haklı, ben değil. Her şeyi bırakıp yanlarına kıvrılmak mı aslında çözüm? Değil elbette ama uyandıklarında yatağı toplarlarsa bu, günün en iyi haberi olur! (Ben yine de bir üstünden geçerim sonra)
Kıstırıldığımız dört duvar, bazı yükleri paylaşmaya yetmiyor
Tüm bunlardan bahsederken yalnız başıma olmadığımı da bu vesileyle söylemiş oldum. Bir suç ortağım var. Her zaman çözüm odaklı, gerçek bir Alman ruhlu. Ancak bir örümceğin ince ince ördüğü ağa benzettiğim hayatımda, yine aynı ağın ilmek ilmek sağlamlaştırılmasını andıran katı sınırlara karar vermişken, aniden kıstırıldığımız dört duvar bazı yükleri paylaşmaya yetmiyor. Bazı sınırlar arasına dev duvarlar inşa etmeye gerek yok. Görünmez sınırlar bir adım atıp kolayca aşılamıyor. Bir köşeye iki kişi aynı anda sıkışamıyor; insan sıkışacaksa o köşeye, yine tek başına, ancak kendi yöntemleriyle kurtulabilir oradan.
Fakat kafamın karışıklığı sokağa çıkma ihtiyacı duyup da eve hapsolduğunda, Bakan Koca’yı beklerken stresten çiçekleri fazla suladığımda ya da mutfaktaki lekeler nispet yaparcasına çıkmadığında, yani özetle başarısız hissettiğim çoğu anda, sükûneti ve anlayışıyla 90 metrekarenin bir köşesinde sabırla gülümseyen birinden daha iyi bir ev arkadaşı bulunamazdı. Gelgit sırasında bile denize ayaklarını sokmaktan korkmuyor ve yeşil yapraklı sebzeleri çok iyi dezenfekte ediyor.
‘Ev hanımlığı’ kariyerlerimizin ortasına oturdu
Kadınların kaçtığı enformal tüm gerçekler -dümdüz ifadesiyle, ev hanımlığı- oya gibi işlenmiş kariyerlerimizin ortasına bu süreçte güm diye oturdu. Kafası benim kadar karışmadan, aynı metrekareler içinde bu sorunu halleden varsa, lütfen bana ulaşsın. Çünkü ben önceliklerimi kaybettiğim gibi, sonrasındaki her şeyi de birbirine karıştırdım.
Yukarıdaki satırlara bakınca, bendenizin evinin kirliliğini keşfedişi ve akabinde temizlik bağımlılığına evrilişi üzerine bir değerlendirme okumuşsunuz gibi gelebilir. Ancak evde kalmayı çok kitap okuyarak geçireceğime de emindim mesela, çoğunuz gibi. Okuma listeleri, kitaplık düzenlemeleri yapıldı. Krizi fırsata çevirmekti amaç. Sonuçsa, tam bir hayal kırıklığı. Çizgileri ve kuralları belli geçmiş rutinim içinde misliyle verimli geçen bu alışkanlığıma hasretim. Zamansızlık ya da sıkışıklık verimli olmanın en doğru yoluymuş, yeter ki makul zamanlara talip olan aktiviteler doğru seçilsin.
‘Eleştirdiğim ne varsa istemeden ona dönüştüğüm aşikâr’
Evde çalışma tecrübesi, Zoom’un yüzde 80 büyümesi ya da mükemmel ekmeğin formülünden fazlasına dönüşeli, bizim toplumumuzda çalışan kadın için tehlikeli bir hale bürüneli birkaç hafta oldu. Yeni düzen, esnek gibi görünse de iş yükünü çaktırmadan taşere ede ede hayatımızın ortasına oturttu. Elde sarı temizlik bezi tutmanın, ekran önünde mikrofon tutmaktan farklı olmadığı, saatlerce ocak başında durmakla bilgisayar başında çalışmanın zihin yapılarının benzeşmeye başladığı bir noktadayız.
Bu durumu kimsenin garipsememesi ve hatta geçici görmesi ise hayatı karmakarışık olmuş plaza insanlarını hatırlatıyor bana. Eleştirdiğim ne varsa istemeden ona dönüştüğüm aşikâr. Şimdilik onlardan özür dilemeyeceğim. Çünkü hâlâ savaş hâlindeyim.
Fakat aklımı kurcalayan birkaç soru var:
Yeniden eskiye en yakın düzene dönüş, yani normalleşme süreci dedikleri evre yine bu kadar yorucu olacak mı?
Bu kez evi terk etmek vicdanen bizi rahatsız etmeyecek mi?
Bu sert geçişler kendi içinde bir elemeye mi sebep olacak?
Bu yalnız başımıza mücadele vermeye çalıştığımız bir hayatta kalma savaşı mı?
Bu kriz dönemi yüklerimizi atmak için bir fırsat mı?
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR – ‘GAZETECİ GÜNLÜKLERİ’NDE ÖNCEKİ BÖLÜMLER