Gazeteciler yalan söyleyen politikacılara yalancı, söylediklerine de yalan demeli mi, dememeli mi?
İster post-gerçeklik deyin, ister ‘fake-news’ (sahte haber), son tahlilde bahsi geçen şeyin bir çeşit yalan olduğu muhakkak. Mesele şu ki, yalana yalan demek her zaman en doğru hareket olmayabiliyor. En azından böyle bir argüman mevcut. Mantığı da basit aslında, ‘Yalancı da yalan söylediğini bilmiyor olabilir’.
Independent’tan John Rentoul, gazetecilerin Donald Trump’a (gerçekten öyle olsa bile) yalancı dememesi gerektiğini savunan bir yazı yazdı. Rentoul’a göre, yalanın sözlük anlamı ‘Bilinçli ve kasıtlı olarak ortaya atılan yanlış beyan’ olduğu için, bizler yalancı olduğunu iddia ettiğimiz politikacının yalanına gerçekten inanıp inanmadığını bilemeyeceğimizden, o politikacıya yalancı demek gazetecilik etiğine uygun olmaz.
Rentoul, The New York Times’tan bir başlık paylaşıyor: ‘Basın sözcüsü, Trump’ın seçimlerde milyonlarca illegal göçmenin oy kullandığı yalanına inandığını teyit etti’. Bu başlığa baktığımızda, New York Times’ın illegal oyları yalan olarak gördüğü, ama Trump’ın bu yalana inandığı sonucunu çıkarıyoruz. Yukarıda verdiğimiz sözlük anlamını hesaba kattığımızda ise, tanım gereği Trump hem söylediği şeye inanıp, hem de yalancı olamaz. Buradan hareketle Rentoul, Trump’ın söylemlerinde doğru olmayan unsurları ifşa etmenin doğru ve gerekli olduğunu ama kendisine yalancı denmemesi gerektiğini savunuyor.
Meseleyi NYT’nin kurumsal kimliğine ve saygınlığına bağlayan Rentoul, bir gazetenin politik pozisyon alabileceğini, bir politikacıyı ağır şekilde eleştirebileceğini ifade ettikten sonra şunu vurguluyor: NYT son tahlilde bir gazete, bir politik eylem komitesi veya tık odaklı bir anti-Trump web sitesi değil. Saygın bir gazete olmak da teyit edilmiş bilgilere dayanan habercilik demektir. Bu bağlamda, Trump’ın kalbine açılan kapıdan bakan bir dil kullanmak, saygın gazeteciliğe yakışmaz.
Rentoul’un argümanı, bilinen bir menkıbeyi hatra getiriyor: Peygamber, İslâm’ı tebliğ etmeleri için sahabeyi etraf kabilelere gönderir. Döndüklerinde sahabe, onlar daha varmadan haberi alıp kaçan kabile mensuplarından birini yakaladıklarını, adamın yakalanınca şehadet getirdiğini, ama samimiyetine inanmadıklarından adamı oracıkta öldürdüklerini anlatır. Peygamber bunu duyunca kızar, sahabe ise kendini ‘…o adam, bunu ölümden korktuğu için söyledi’ şeklinde savununca peygamber ‘Kalbini yarıp baktın mı ki, bunu başka bir sebepten dolayı söylemiş olduğunu bilesin?’ şeklinde cevap verir.
Hem menkıbenin hissesi, hem de Rentoul’un argümanı kulağa hoş, gönle doğru gelse de, akla mantığa ne kadar uyduğu tartışmalı. Bir yandan gerçekliğin bu kadar sulandırılmış olmasından şikayet ederken, diğer yandan da yalana yalan, yalancıya yalancı diyememek; bunu yaparken de semantik argümanlara sığınmak ne kadar doğru, tartışmaya açık. Görünen o ki, önümüzdeki yıllar gazeteciliğin tanımının ve değerlerinin baştan ele alındığı bir dönem olacak. Bu süreçte küresel merkezin çok dışında kalmaya başlayan Türkiye’nin gazetecileri ve entelektüelleri bu tartışmaları ucundan da olsa yakalayabilmeli ve katkıda bulunabilmeli; aksi taktirde yeni bir dünya kurulduğunda kendimize bir yer bulamayabiliriz.