Dünyada çok saygın bir yeri olan belgesel türüyle toplum olarak ciddi bir sorunumuz var. Anlatmaya çalışayım.
Yirmi yılı aşkın yayıncılık hayatımda belgeselin bir takım abesliklere ‘paravan’ edilmek dışında gündeme geldiğini görme şerefine nail olmadım.
90’ların ilk yarısı özel televizyonculuğun ilk yıllarıydı. ‘Sokaktaki adam’ fenomeni çok gözdeydi ve kanallar habire Taksim’e, Bakırköy’e, Ortaköy’e gidip sokak röportajı yaparlardı (ki hala bu rotalar değişmiş değil, her yeni muhabire verilen işlerden de biridir). Halkın ne izlediğini öğrenmek amacıyla sorulan sorulara verilen cevaplar genellikle aynıydı:
-Belgesel…
-Belgesel severim.
-Belgesel yani, en çok belgesel izlerim.
Sokak röportajı bantlarımızın şampiyonuydu belgesel. Aman ne kadar da güzel. Ne seçkin, ne seçici, ne kaliteli bir seyirciydi bu böyle. Reyting cihazlarından net sonuçlar gelmeye başlayınca gerçek buz gibi çıktı ortaya; kimsenin belgesel izlediği falan yok, varsa yoksa magazin, futbol vs.
Ekranlardan şutlanıverdi böylece belgeseller. “Halk bunu istiyor” denen şeyler kondu onların yerine. Belgesel izleyen ‘sokaktaki adam’ klişesi de nostaljik bir televizyoncu geyiğine dönüştü, “Tabii tabii, aman ne demezsin”ler eşliğinde gülüşüldü arkasından.
RTÜK bir moda çıkardı daha sonra, ekran karartmak yerine belgesel yayınlamakla ‘cezalandırmaya’ başladı TV’leri. Ekranda belgesel görür görmez şıp diye anlar olduk böylece cezalı olduğunu o kanalın. Eh, ceza izleyecek halimiz yok, zapladık geçtik haliyle. Cezayı bildiren altyazılar ise kafamıza kafamıza koca harflerle yazıldı: ‘Belgesel bir cezadır!’
Derken 2011’de bir film geldi sinemalara; Kaybedenler Kulübü. Bütün gün evde aslan belgeseli izleyerek pinekleyen Murat karakteri (Rıza Kocaoğlu) ve onun bu hobisini can-ı gönülden paylaşan seksi sevgilisi sayesinde belgesele karşı bir sempati oluştu. ‘Dişisi şöyleyken erkeği böyle’ esprileri havalarda, karikatür balonlarında ve irili ufaklı sosyal ortamlarda uçuştu.
İki yıl sonra, Mayıs 2013’te Gezi Parkı eylemleri başladı. Çok kanallı medya tarihimizin gördüğü en büyük sansürler ve otosansürler damga vurdu bu sürece. Günler ve gecelerce sokakların halini göster(e)medi haber kanalları. DHA’nın canlı internet yayınları ve Halk TV dışında hiçbir yayın kuruluşu Taksim’de yaşananları aktar(a)madı. Orantısız polis şiddetinin hayati eşiği aştığı kritik gecede ‘penguen belgeseli’ gösteren haber kanalı ise, medyanın süreçteki rolünü sembolize eden ismin konulmasına yol açtı: ‘Penguen medya’.
Belgeselin toplum gözünden düşüp en karanlık kuyulara yuvarlanışının resmiydi bu hareket. Kimse kimseye kolay kolay belgesel övemezdi artık. Yanından bile geçilemezdi bu fikrin. Bir ekranda belgesel gördüğü an şüpheye düşüyordu artık insanlar.
Nitekim, son olarak Karaman’daki ‘çocuklara taciz’ skandalının detayları ortaya saçıldıkça, ‘belgesel’ türünün kalan kadarcık itibarı da iki paralık oldu. Bir milletvekili olay yerinde yaptığı incelemelerin dönüşünde TBMM kürsüsüne çıktı ve okuduğu ifadelere göre, söz konusu öğretmenin çocuklara ‘hayvan pornosu seyrettirdiğini’ anlattı. O uğursuz şahıs ise savunmasında, izlettiği şeylerin porno değil ‘belgesel’ olduğunu söylüyordu.
Belgesel türünün trajik yolcuğunun ana durakları böyle işte 90’lardan bugüne. İlk paragraftan en sona kadar gelişen tüm olaylarda toplumsal ikiyüzlülüklere ve kuvvetli bir gizlilik kültürüne işaret ediyor belgeselin ardına saklanan gerçekler. Ne kadarı çözülüyor ya da çözülecek bu sorunların tartışılır, ama kesin olan şu ki kabak hep belgeselin başına patlıyor. Bahtsız bir tür, ülkemiz ve ortak hafızamız için ne yazık ki.