Tüketim çağının zirvesinde yaşıyoruz. Neye elimizi atsak kısa sürede sıkılıyor ve hemen yeni bir arayışa giriyoruz. Böyle bir dünyada hayatını tek bir akıl oyunu oynayarak geçiren insanlar olduğunu bilmek, size de garip gelmiyor mu?
Uzakdoğu’da Go adındaki 4 bin yıllık bir oyunu meslek olarak sürdüren, bu oyundan ciddi gelir elde eden ve hatta ulusal bir simge haline gelen usta oyuncular var. Saatlerini siyah-beyaz taşlara bakarak geçiriyorlar ve yıllar içerisinde oynadıkları yüzlerce önemli maçı asla unutmuyorlar. Sadece ustalar değil, amatörler de bu oyuna tutkun. Bu öyle büyük bir tutku ki, Japonya ve Güney Kore’de 24 saat yayın yapan TV kanalları ve dört yıllık bir fakülteleri bile var. ‘Biraz’ oynanan bir oyun değil, ya hayatınızın oyunu ya da içine giremediğiniz bir dünya.
Toplum olarak iştahla tüketiyoruz tüketmesine ama bir yandan da teknolojik değişim hızlandıkça, insanların değerlerinden kopmasından ve bambaşka yerlere savrulmalarından korkabiliyoruz. Sırf bu korku nedeniyle eski olan bir şeye sadece ‘eski’ olduğu için değer biçebiliyoruz. Ben tam olarak bu insanlardan biri değilim. Tüketim iştahımızı sorgularken teknolojinin insan hayatına getirdiği birçok iyileşmeyi de sempatiyle izliyorum. Sürücüsüz arabaları, aya seyahat biletleri alabilmeyi, yeni gen terapilerinin kansere çare olmasını ve uzayan yaşam sürelerini dört gözle bekliyorum.
Go’ya olan ilgimde nostaljik boyut etkili olsa da belirleyici değil. Oyun, 4 bin yıl önce olduğu gibi bugün hâlâ harika bir oyun. İçindeki kombinasyonların neredeyse sonsuz sayıda olması, oyunun içine girdikçe derinliğin de her zaman var olmasını sağlıyor. Hiçbir zaman dibi göremiyorsunuz. Her daim keşfedecek ve kendinizi geliştirebilecek yeni alanlar bulmanız mümkün.
Yeni hayatların panzehiri
Go için, yaşadığımız yeni hayatların panzehiri de diyebiliriz. Peki nedir tam olarak bu oyun? Siyah beyaz taşlarla bir tahta üzerinde sırayla oynanan iki kişilik bir strateji oyunu. Kuralları basit ve şans öğesi içermiyor. Oyun boş bir tahtada başlıyor; bir siyah, bir beyazın hamleleriyle gelişiyor ve sona gelindiğinde kim daha fazla alanı kontrol edebilmişse kazanan o oluyor. Kuralları kağıt üstünde çok basit olsa da öğrenmesi biraz zaman ve sabır istiyor. Çünkü oyun yüzyıllarca sözlü bir gelenek olarak nesilden nesile aktarılmış ve amacı ilk bakışta hızlıca kavranabilecek türden değil. Oyunun ruhu, deneyim ve yardımla kavranıyor, sonra da içinize işliyor. Basit kurallarına rağmen Go, satranç dahil bildiğimiz hemen her klasik oyundan daha karmaşık. Oyunda o kadar çok olasılık var ki, rivayete göre yeryüzünde oynanan bir Go oyunu tarih boyunca asla tekrar etmemiş.
17. ve 18. yüzyıl Japon tahta baskı resimlerinde ‘ölümsüzler’ Go oynarken resmedilirken de, herhalde sonsuza kadar sıkılmayacakları tek uğraş olarak akla gelmiş. Eskiler teknolojinin bu kadar göz alıcı olacağını tahmin edememiş olabilirler ama oyunun tüketilemez olduğu konusundaki varsayımları henüz yanlışlanabilmiş değil.
Go sizi bir çeşit meditatif konsantrasyon noktasına taşırken aynı zamanda alışık olduğunuzdan farklı düşünmeye davet ediyor. Uzakdoğuluların savaşa, ticarete ve devrime bakış açısını inceleyen bazı Batılı kaynaklar, kapaklarında Go oynayan insanlara yer veriyor.
‘Go, her derde deva reçeteler sunmaz’
Metafor olarak Go, bir düşünme ve yaşama biçiminin en basit ve güzel özeti olabilir: Fırsatçı ama dengeli, açgözlü ama tamahkâr, ne erkenci ne aceleci, esnek ama aksiyoner. Go kendi içinde çelişkiler barındıran bir oyun. Hemen her taktik ve hamle, belirli bir durumda işe yaramaz hâle gelebilir. Hatta Go deyişlerinden birisi, ‘Go deyişlerinin körlemesine takip edilmemesini’ tavsiye eder. Çünkü oyuncular, zen koanları gibi anlaşılmaz olmaktan ya da atasözleri gibi birbirleriyle çelişmekten çekinmez. Her Go deyişi, deliğine uyan anahtar gibi ancak doğru yerde iş görür. Oyun, size her derde deva hazır reçeteler sunmaz. Daha değerlisini sunar: Her durumu analiz edebilecek ve her özgün durumda doğru hareket etmenizi sağlayan becerilerinizi keskinleştirir.
Değişimler karşısında savrulmamak ve tüketim döngüsünden çıkabilmek için de ihtiyacımız olan şey, değişmeyen değerler değil, uyumlu ve esnek zihinler olabilir.