Söyleşi

Gülriz Sururi ile sinema üzerine: Bizi döndürecek bir şey lâzım

2015 yılının bir şubat günü röportaj yıldızım Gülriz Sururi idi. ‘Sinemaskop Randevular’ kitabımın en özel buluşmalarından biriydi. Konsept gereği birlikte önce vizyondan bir film izlmemiz gerekiyordu. Çıkışta hem izlediğimiz filmi konuşacaktık, hem de ilk gördüğü filmden bu yana sinemanın ona ifade ettiği diğer şeyleri ve bıraktığı izleri. Kendisine teklifte bulunurken çekinmiştim doğrusu, Gülriz Hanım 86 yaşındaydı ve belki de sinemada film izlemeyi zahmetli bulurdu? Fakat hiç endişe ettiğim gibi olmadı, Gülriz Hanım bu teklifi çok cazip buldu ve çok geçmeden ona en yakın salonda buluşuverdik. Devamını, o günkü heyecanla yazdığım şekliyle paylaşıyorum. Ancak kitapta, izlediğimiz film kısmı sohbetin çok daha başlarında yer alırken buradaki paylaşımda zaman aşımından ötürü bu kısmı sona almayı tercih ettik. Bilgilerinize.

Gülriz Sururi’nin eşsiz anısına saygıyla…

Bugünkü sinema arkadaşım, Türk tiyatrosunun gelmiş geçmiş en büyük starlarından Gülriz Sururi. Oyunculuk, yazarlık, yönetmenlik ve televizyon hayatı boyunca yeteneklerini, kişiliğini ve yaşama sanatını çok güçlü bir şekilde koydu ortaya. İlklere, yeri doldurulamaz eserlere imza attı. Kaldırım Serçesi, Sokak Kızı İrma, Fosforlu Cevriye deyince ilk aklımıza gelen isim o. Günlerden bir gün, birlikte film izleme teklifimi çok güzel karşıladı ve zaten sık sık sinemaya gittiğini söyledi. Bu seansta birlikte izlemek üzere seçtiğimiz film, en iyi film Oscar’ı adaylarından ‘Özgürlük Yürüyüşü’ (‘Selma’). Efsane bir sanatçıyla sinema arkadaşlığı yapıyor olmanın kıvancı ve heyecanıyla koşuyorum salona. İnsanı afallatan duruşu, kendine has stili ve enerjisiyle işte karşınızda Gülriz Sururi! Film biter bitmez basıyorum düğmeye, kayıttayız.

Çok iyi gördüm sizi, nasıl muazzam bir form! Genetik olarak şanslısınız çok belli. Fakat bu figürü nasıl koruyorsunuz, sporla mı?
(Gülüyor) Yüzde elli kalıtım diye düşünüyorum. Anne tarafımız hep ince ama daha uzun boyluymuş, ben o kadar olamadım. Çocuk tiyatrosundan başlamak büyük şans oldu benim için. Orada sesinizle uğraşıyorlar bir defa, kulağınızla uğraşıyorlar, şarkı söylemeyi öğretiyorlar. Dans etmek zorundasınız. Ritim duygunuz küçük yaşta gelişiyor, beden diliniz. Ben o yüzden hep diyorum ki, çocuğunuzun tiyatrocu olmasını düşünmeseniz bile en az iki yıl bir çocuk tiyatrosuna verin. Orada öğreneceği şeyler hayat boyu işine yarayacaktır. Bir insan olarak müthiş kazanımları olacaktır.

Kendine güveni olur bir defa. Rekabet, beğeni, eleştirilere açık olmak, kendi kusurlarını görmeye başlamak, kendini düzeltmek, eleştirmek… Mükemmele gitmek için çok önemli bir yoldur çocuk tiyatrosu. Mukayeseli bir yaşam biçimi başlıyor orada. Hiçbir okulda bu yok. Bu bir gösteri sanatı. Halkın önüne çıkıyorsunuz ve kendinizi beğendirmek istiyorsunuz. Onu küçük yaşta edinmek muhteşem bir şey diye düşünüyorum. Herkese de öğütlüyorum.

Sizi dinlerken ve seyrederken hayret ediyorum, neden sinemada göremedik sizi?
(Gülüyor) Hiç film teklifi almadım. Son yıllarda bir sürü dizi vs. teklifi aldım, onları da ben yapmak istemedim. Ama çok güzel bir film geldi de ben reddettim gibi bir şey yok. Atıf Yılmaz teklif etmişti de, ben de ona sormuştum, “Bunca yıldır neredeydin?” diye.

Ne cevap vermişti?
O sorunun cevabını kimse vermiyor, “Hay Allah” filan. Bir nedeni vardır herhalde.

‘Yeşilçam’ı küçümserdik, gülerdik’

Tiyatrocularla sinemacıların arası nasıldı sizin jenerasyonda?
Valla birbirimizi görüp tanımaya fırsat hiç olmazdı. Onların saatleri dolu, bizim saatlerimiz dolu. Biz Yeşilçam’ı küçümserdik o zaman, beğenmezdik. Ben bir sürü Yeşilçam filmlerini televizyonda izledim sonradan.

Ve, ne düşünüyorsunuz?
Bir anı olarak, bir dönem olarak ilginç tabii, ama masal gibi öyküler yani zengin kız-fakir oğlan… Dublaj konuşmalarıyla filan, gülerdik biz yani Türkçesi. Ama meselâ aklımda kalan bir film, ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’. Gelmiş geçmiş en iyi, en yakışan çift olarak görüyorum onları (Türkan Şoray – Kadir İnanır). Çok güzeldiler. Film de güzeldi, konusu da güzeldi, insancaydı. Aytmatov’un (Cengiz Aytmatov) hikâyesinden aslında tabii.

Bir grup yabancı dostunuz, “Bize üç filmle ülkenizin sinemasını göster” dese, hangi üç film olur onlar?
‘Selvi Boylum Al Yazmalım’, ‘Eşkıya’, üçüncüsü de valla hatırı kalacak filmler vardır muhakkak ama ‘Organize İşler’.

‘En kötü filmi bile bitirmeden çıkmam’

Sinemaya sık geldiğinizi biliyorum, haftada kaç film?
Haftada iki film muhakkak görürüm. Fakat çoğundan da çok pişman çıkıyorum. Amerikan, Fransız, Türk filmi olsun, son seyrettiklerimden hep memnun olmayarak çıktım. İsim söylemeyeyim, ayıp olmasın meslektaşlarımıza. Şevklerini kırmayayım. Hele Engin’le geldiğim zaman o direkt çıkıp “Dışarıda kahve içeyim ben” diyor. 15-20 dakika içinde karar verir ve kararında hiç yanılmaz. Benim çok kötü bir huyum var, en kötü film bile olsa bitirmeden çıkmam. Öyle bir disiplin.

Ağlar mısınız filmlerde?
Bu filmde bir an gözlerim doldu. Nadiren böyle şeyler olur, ağlamam genellikle. Çok zor ağlarım. Kapıp koyverip kendimden geçtiğim filmler az olur. Yönetmen gibi izliyorum biraz, sinemacı olmamakla birlikte çok ilgilendiriyor beni.

‘Keşke bir film yapsaydım, kalıcı olurdu’

İster miydiniz bir film çekmeyi?
Çekmeyi değil ama yıllar sonra çok üzüldüm, “Keşke bir film yapsaydım, kalıcı olurdu” diye. Yapabilirdim belki ama hiç aklıma bile gelmedi.

Hayatınızda sinemaya ilk ne zaman, kiminle gittiniz? Ne izlediniz, hatırlıyor musunuz?
Hatırlıyorum tabii, çok müthiş bir anım. Çok uzun yazdım bunu kitabımda ama anlatayım sana. Ben iki yaşımdayken annemi kaybetmişim, annem yok. Babaannemlerle Kadıköy’de oturuyoruz. Beni çocuk filmine diye götürüyor babaannem. Locada seyretmeye başlıyoruz, Süreyya Sineması’nda. Bir müddet sonra paralize olmuş vaziyette kalıyorum ben. “Kalk gidiyoruz, yanlış filme gelmişiz” diyor babaannem. Oynayan film, ‘Romeo ve Juliet’. 6-7 yaşındayım. Ve o aktör, Leslie Howard yıllarca benim Romeo’m oldu. Adam çirkin. Ama onu seyrettim ben çıldırdım, kendimden geçtim. Demek sanat buymuş, demek sinema buymuş, demek aşk buymuş… Allahım benim de Romeo’m olacak mı? O kadar müthiş yerlere gittim ki. Ve dönerken hatırlıyorum; ben ağlıyorum, babaannem elimden tutmak istiyor, ben elinden kurtulup koşuyorum boyuna.

‘Romeo ve Juliet’i izledikten sonra iki gün kimseyle konuşmadım’

Nasıl da çarpmış…
Tam bir çarpma. Kapının önünde oturmuş ağlıyorum, babaannem arkamdan zor yetişti geldi. İki gün kimseyle konuşmadım. Öylesine etkilendim ve orada çok şeyi tanımış oldum birden bire hayata dair. Aşk, aşk uğruna ölmek, muhteşem kıyafetler, bir dönem… Her şeyi birden bire bir şamar gibi görüyorsun. Bugünkü çocukların hayatta hiçbir şeye şaşırmalarına imkân yok. Ama onlar da başka şoklar yaşayacaklar. Yani aşka âşık oldum ben orada, aşkı sevdim. Sonra 16 yaşıma filan geldiğimde oğlanlarla bakışıyoruz, “Acaba benim Romeo’m bu mu?” (Kahkahalar)

Sonra nasıl gelişti sinemayla ilişkiniz?
O da çok hoş. Beyoğlu’nda Fitaş Sinemaları var ya, ben çocukken babamın Halk Opereti diye bir tiyatro grubu vardı ve orada oyun oynuyorlardı. Yazları da babam orayı sinema yapıyordu. İkinci vizyon filmler giriyordu, yani kışın oynayan filmler tekrarlanıyordu. Ben de ne kadar arkadaşım varsa hepsini toplayıp locada oturup bütün filmleri seyrediyordum. Sinemakolikliğim oradan. Çocukluğumdan başlıyor, 12 yaşımdan. Çünkü İstanbul’a o zaman geldik, hep Kadıköy’deydim ondan önce.

O dönemler bayıldığınız aktörler?
Çok vardı, Gary Cooper’ın büyün filmlerine bayılırdım. O gerçek bir kahramandı ve çok iyi bir aktördü. Marlon Brando aşığı oldum sonra uzun uzun. Brando’dan hiç vazgeçmedim. Buraya James Baldwin’e misafir olarak geldiğinde de Boğaz’da yemek yedik birlikte.

Amerikalı oyuncu Gary Cooper.

‘Montand ve Signoret Ruhi Su’ya âşık oldu’

Brando’yla Boğaz’da yemek, müthiş!
Evet. Fransa’da da Yves Montand ve Simone Signoret ile tanışmıştım. James’le onların yan yana evleri vardı, bir gün gelmişlerdi. Ben de yurtdışına gidiyorum diye, Ruhi Su’nun plaklarını götürmüştüm yanımda. Yves Montand’a onu çaldım. Birden durdular bunlar, “Kim bu?”, “Nedir bu?”… Âşık oldular Simone da, Yves de. Ay nereden geldik biz buralara? (Kahkahalar)

Kendinizi perdede hayal eder miydiniz o filmleri izlerken?
Hiç. Tiyatro sahnesini düşünüyordum ben. Sinema benim için seyirlikti. Hayalim hep tiyatroda nasıl olacağımdı.

‘Birdman’de Lesley (Naomi Watts) bir sahnede şöyle ağlıyor: “Çocukluğumdan beri bir Broadway aktrisi olmak istedim. İşte şimdi buradayım ama aktris falan değilim ben, hâlâ küçük bir çocuğum! Birinin gelip bana ‘Başardın’ demesini bekliyorum…” Hayatınız boyunca müthiş bir sahne kariyeri yaptınız, hiç böyle hissettiğiniz oldu mu?
Bir tiyatrocu bunu her gün hisseder. Şimdi bir şey hatırlattın bana. Babamın 40’ıncı yılı mıydı, bir kutlama gecesi vardı. Emek Sineması’nda yapılmıştı. Ben de Dormen Tiyatrosu’nda oyuncuyum. Haldun Dormen’lerle gittik seyrettik. Çok da iyi bir tenordu babam, çok güzel sesi vardı. Ve eskiye ait bir operetten sahneler de söylemişti. Ben içeriye girdiğim zaman bana ilk söylediği şu; “Nasıldım?!” Hiç unutmuyorum onu.

Ben oldum, harikayım, kralım-kraliçeyim yok yani?
Valla, öyle aptallar var. Onlar zaten kaybolup gidiyor.

‘Jim Carrey benim komiğim değil’

Nasıl filmlerden hoşlanırsınız?
Gerçekçi film seviyorum. Esprili film seviyorum. Çok iyisini istiyorum. Mükemmeliyetçiyim belki. Eskisi kadar da kolay beğenmiyorum.

3D gözlüklerle aranız nasıl?
10-12 yaşımdayken seyrettim ben gözlüklerle. Büyüyorlardı, üstümüze geliyorlardı hayvanlar filan, Lale Sineması’nda hatta. Yeni bir buluş değil o.

İdeal sinema partneriniz?
Engin’di, hâlâ da Engin. Ama işte o eskisi gibi değil, yarıda çıkıp dışarıda oturuyor (gülüyor). Ama bazen çok kötü şeyler seyrediyoruz yani, haklı. Çok fazla film var, bu bir ticaret, tabii ki kötüsü daha çok olacak. O kadar çok olan şeyin hepsinin iyi olması mümkün mü?

Nelere gülersiniz?
Amerikan filmlerinde çok kolay gülebilirim ama bugün o tür komediler pek yok. Durum komedilerine gülemem. İyi esprilere gülebilirim, durumlara değil. Bir de komiklik yapan insanlara hiç dayanamam. Perdedeki insan kişilik olarak komik olmalı. Jim Carrey benim komiğim değil meselâ. Peter Sellers’a gülebilirim, müthiş bir aktör.

‘Müzikal izlemekten video kasetler eskittim’

Müzikaller?
Sinemada müzikalleri çok çok sevdiğimi itiraf edeyim. ‘Chicago’ başta geliyor, ‘Damdaki Kemancı’, tabii ki ‘Cabaret’… Bunlar unutulmaz müzikaller. Video kasetlerini eskittim izlemekten. Bugün yapılanlar o kadar iyi değil. Nicole Kidman’ın oynadığı ‘Moulin Rouge’u herkes çok beğendi ama ben beğenmedim mesela. İlkini çok beğenmiştim onun.

Sinemada başınıza gelen en acayip bir şey?
Engin (Engin Cezzar), Genco (Genco Erkal) ve ben Küçük Sahne’de oynuyoruz. Provamız bitti, Atlas Sineması’na film seyretmeye gittik. O zaman locası vardı Atlas’ın. Locada otururken bir baktım perde böyle şak diye yere doğru indi sonra çıktı. Deprem!.. Biz locada duruyoruz, herkes panik. Kıpırdamayalım dedik, çünkü insanlar birbirlerini ezerek çıkmaya kalkıştılar. Kalanlar filmi seyretmeye devam etti sonra ama çok ciddi bir depremdi.

Sizce sinemaya gitmenin anlamı nedir?
O büyük perdede, biraz da sosyalleşerek insanlarla bir arada bir şey izlemenin keyfi bambaşka. Evinize çok büyük bir ekran kurarsanız, insanlardan kaçıyorsanız falan itirazım yok (gülüyor), ama çok şey kaybediyor televizyonda seyredilen. DVD’si asla aynı şey değil. Onun için de sinema ölmez. Ama kendini yenilemeye devam etmek zorunda sinema. Bu halk, bu öyküler, bu insanlar, hepimiz birlikte eskiyoruz. Bizi döndürecek bir şey lâzım. Uzay bilmemnelerinden bahsetmiyorum. Duygularımızı başka iklimlere götürecek, şaşırtacak şeyler söylemesi lâzım. Örneğin ben bu filmden çok güzel bir şey aldım kendime, çok mutlu etti beni.

‘Gürültü, patırtı ve aksiyondan yorulmuş durumdayız’

Gelelim filmimize, nasıl buldunuz ‘Selma’yı?
Çok güzel bir film, dört dörtlük. Önce ritmini biraz yavaş bulur gibi oldum, fakat bu kendi özel ritmi olmuş filmin. Yönetmen bunu bilerek yapmış. Ve etkileyici oluşunda bu özel ritmin çok katkısı olduğunu düşünüyorum. Macera filmlerindeki gürültü, patırtı ve aksiyondan oldukça yorulmuş durumdayız. Bu film hem duygularımızı harekete geçiriyor, hem de dingin şekilde yapıyor bunu. Martin Luther King hakkında yapılmış en az iki üç film daha var. Bu filmin en büyük ayrıcalığı ise bence, içeriden dışarıya bakmış olması. Kendisi ve çevresinin gözüyle izliyoruz ilk defa. Çok insanca ve çok dürüst bir film olarak buldum. Muhteşem oyunculukları, yan rollerdeki, yapımdaki büyük şöhretlerle tam bir güç birliği ortaya konmuş. Bu da manen etkiliyor insanı. Bir inanç uğruna bir araya gelmiş sanatçıları görüyoruz. Jenerikte benim çok hayran olduğum Brad Pitt’in ismini görmek de çok etkileyiciydi (executive producer).

‘Kürtlerin ‘zenci’ muamelesi gördüklerini zamanla kavradım’

Yönetmen Ava DuVernay Afro-Amerikan genç bir kadın bu arada, 72’li.
Aa, ben şimdi şunu merak ediyorum: Bu tarihi bir film mi, yoksa günümüzde hatırlatılması gereken bir dönemi mi içeriyor?

Sanırım ikisi de. Şarkıda ne diyordu; “Savaşımız bitmedi / Olan her şey dün kadar yakın” ve Ferguson’dan da söz ediyor. ‘Glory’ adlı bu şarkı da Oscar adayı aynı zamanda.
Tabii bizim Kürt sorunumuzla da müthiş paralellik kurarak izledim ben. Çok hoş da bir şey hatırladım. Allah uzun ömür versin Yaşar Kemal… James Baldwin’i biz burada Yaşar Kemal’le tanıştırmıştık ve o, “Zenci kardeşim benim” derdi Yaşar Kemal’e Kürt olduğu için. Yıllar geçtikten sonra, Kürtlerin ülkemizde ‘zenci’ muamelesi görmüş olduklarını daha iyi kavradım. Ve bu filmde de bütün bunları hatırladım şimdi.

Gezi’yi çağrıştırdı mı?
Nasıl çağrıştırmaz? Köprüdeki olaylar, çocukların öldürülmesi, cinayetlerin umursanmaması, onların insandan sayılmaması…

‘Fantastik hikâyeler doyumsuzluğun sonucu’

Engin Cezzar Bey’le bir kere daha mı izleyeceksiniz şimdi?
Evet. Engin, Yale Üniversitesi’nde tiyatro okumuş olduğu ve o dönemlerde Amerika’da bulunduğu için. Ve de arkadaşı ünlü yazar James Baldwin malum, onunla çalışmalarını kaleme aldığı bir kitabı var hatta ‘Dost Mektupları’ (Yapı Kredi Yayınları, 2007). Şunu biliyorum ki, aynı çevrenin insanlarıydılar. Özellikle James’in bu konu hakkında bir sürü konuşmasını biliyorum, o politik dönemlerin içeriği üzerine. Bu film de dediğim gibi içeriden bir bakış.

En iyi film Oscar’ını alır mı sizce?
Tabii adayların hepsini görmeden böyle bir şey söylemek çok yanlış ama buna rağmen söyleyebilirim ki, bana kalırsa evet bu film Oscar’ı alabilecek bir film. Bir de Brad Pitt’in oynadığı ‘Fury’ vardı, o beni çok etkiledi. Oscar adayı değil mi o?

Değil maalesef.
Aa, inanmıyorum. Çok beğendim ben onu. Savaş karşıtı bir film aday gösterilmediğine göre, dünyada savaşlar sıkı bir şekilde devam edecek demek ki. Anlatılamaz cinsten, çok güzel bir filmdi o.

Heyecanlandırır mı Oscarlar sizi genel olarak? İzler misiniz o geceyi?
Çok eskiden, sabahlara karşı izlediğim çok olmuştur. Şimdilerde ertesi akşam izliyorum, tahmin ettiklerim oluyor, bazen olmuyor falan. Ama eskisi kadar beni heyecanlandırdığını söyleyemeyeceğim.

Neden? Her sene, her sene bıktınız mı?
Filmcilik teknik olarak çok yol aldı herhalde. Eski sinema keyfini bulamıyorum ben. Bugün onu buldum bu filmde meselâ, artık bu çok nadir. Doğrudan doğruya uzaylar arası ya da masallar arası fantastik hikâyeler, bu bir doyumsuzluk sonucu tabii ki.

‘Oyuncularımız yabancıların etkisinde’

Türkiye’nin Oscar şansını nasıl görüyorsunuz yakın gelecekte?
Çok iyi oyunculuklar var. Ama bu oyunculukların hepsinin de yabancıların etkisinde edinildiğini düşünmekteyim. Yani kişisel, yaratıcı, farklı bir oyunculuk görmüyoruz. İsimle karşılaştırma yapmak istemiyorum, çünkü çoğunu çok beğeniyorum. Fakat dizilerin kendi içindeki mantığını şimdi sinemaya da aktardılar. Kız oğlana bakıyor, oğlan kıza bakıyor. Başını çeviriyor, dönüyor, bir cümle söylüyor veya cümleyi yarıda kesiyor. Böyle durağan sahneler. Sinemamız bir yerlere gelirken gelirken buralara geldi. Güzel kız-güzel oğlan… Bu sene öyle üç dört tane film var. Anlatacağı bir öyküsü olmadan yola çıkıyorlar. “Ne yapsam” diye film olmaz ki. Kafasında bir şey olacak, yüreğini dürtecek. “Ben bunu söylemeliyim” diyecek, “ben bunu, böyle söylemeliyim” diyecek. “Ben bunu yapmadan ölmeyeceğim” diyecek. Bu, başarıya götürür.

Gülriz Sururi ve Sevim Gözay. Şubat 2015.

Son yıllarda izleyip beğendiğiniz bir yerli film?
‘Organize İşler’. Ondan beridir hiç yok diyemem ama o kendine özgü bir filmdi.

‘Kelebeğin Rüyası’?
Bana kalırsa çok kopya bir şeydi. Bir sürü sahne başka filmlerden. Hele o bisikletle, kasketlerle olanı hiç unutmuyorum. Bir de erkekler iyiydi ama kadın oyuncu role yakışmıyordu bence. İkinci kızı oynayanla (Farah Zeynep Abdullah) yer değişseler daha iyi olurmuş. Yani o iki şairin heyecanlanabileceği bir kahraman isterdim orada. İşte bu tür faktörler, sonuca yaklaşmamızı engelliyor diye düşünüyorum.

Son zamanlarda kimi sanatçılar, “Korkuyoruz” ya da “Büyük hayranıyız” diye açıklamalar yapıyorlar siyasi otorite hakkında. Sanatçı ve iktidar ilişkisi çerçevesinde nasıl görüyorsunuz durumu?
Madem demokrasi diye kıvranıyoruz, nerede durduklarını, kim olduklarını açık açık söyleyenlere, ikirciklik yapmayanlara şapka çıkarırım. Onlarla aynı sofraya oturup yemek de yerim, benim için hiçbir mahsuru yok. Ama nerede olduğunu söylemekten korkanlardan ben korkarım. Hem öyle olup hem böyle gözükmek isteyenler var, onları sevmiyorum.

Sevim Gözay

1993 yılında girdiği medyada birçok yapımda kamera arkasında çalıştı. 2000’de kamera önüne geçti ve kendi programlarına imza attı. Ödüllü programları Stüdyo: Sinematik Portakal ve Cosmopolis. Kitapları: Kasetten Canlı (2013), Sinemaskop Randevular (2015). İstanbul'da tedavi gördüğü hastanede 14 Ocak 2021'de hayata gözlerini yumdu.

Journo E-Bülten