Kritik

Hemingway Türkiye’de: Tarihsel bağlamlar ve kültürel ara metinler

Kurgu eserleriyle Nobel ve Pulitzer ödüllerini kazanan ABD doğumlu yazar Ernest Hemingway (1899-1961), 1922 eylülünde bir Kanada gazetesi için haber yapmak üzere Türkiye'ye gelmişti. Fotoğrafta Hemingway'in, New York'taki Madame Tussauds müzesinde bulunan balmumu heykeli görülüyor. Fotoğraf: toucanet/Depositphotos

Başkent Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Himmet Umunç’un “Hemingway in Turkey: Historical Contexts and Cultural Intertexts” başlıklı bu makalesi, Türk Tarih Kurumu’nun süreli yayını Belleten’de (Cilt 69, Sayı 255, Ağustos 2005, s. 629-642) İngilizce yayımlandı. Makalenin ön çalışması ise 6-8 Kasım 1996 tarihleri arasında İzmir’de düzenlenmiş olan “Türkiye Bağlamında Amerikan Etüdlerinin Kuramı, Konuları ve Uygulanması” konulu konferansta bildiri olarak sunuldu. Baran Orduran tarafından dilimize çevrilen makaleyi, Journo, yazarın onayı ve Türk Tarih Kurumu’nun 23 Mart 2022 tarihli izniyle ilk kez Türkçe olarak yayımlanıyor. Prof. Dr. Umunç’a ve Türk Tarih Kurumu’na teşekkür ederiz.

Türkiye’de 1975 senesinden bu yana yirmi kez gerçekleştirilen Amerikan Etüdleri konferansları ile karşılaştırıldığında, “Türkiye Bağlamında Amerikan Etüdlerinin Kuramı, Konuları ve Uygulanması” başlıklı bu Yirmi Birinci Konferans, yeni bir referans çerçevesine işaret etmesi dolayısıyla bir yenilik içermekte ve böylelikle Türk akademisyenlerinin Amerikan etüdlerine olan ilgisinin sınırlarını genişletmektedir. Yenilik, “Türkiye bağlamı” kavramının bu konferansın konusuna dâhil edilmiş olmasıdır ki, başkaca niteleyici bir sözcük veya tanımın yokluğunda, kimilerine nispeten muğlak bir kavram gibi görünebilir. Ne var ki görünürdeki muğlaklığına karşın, kavram, konferansın konusuna iki boyutlu bir referans oluşturmakta olup, sonuç olarak, sadece Türkiye’de Amerikan etüdlerinin önemi, uygulanışı, etkisi ve kapsamına ilişkin değil, aynı zamanda, yorum ve eleştiri için, disiplinler arası, kültürler arası, edebiyatlar arası ve tarihsel bağlamlar gerektiren birçok konuya işaret etmektedir.

Burada ifade edilen hususlar, kesinlikle, konferans konusunun formüle ediliş biçimine ilişkin bir eleştiri değildir, ancak, daha ziyade, bu bildirinin çok daha muğlak olan “Hemingway Türkiye’de: Tarihsel Bağlamlar ve Kültürel Ara Metinler” şeklindeki başlığı için bir tür apologia (savunma) veya prolegomenon (önsöz)’dür. Birçok kişi şimdiden bildiri başlığının tam olarak ne anlama geldiğini ve bununla neyin kastedildiğini çoktan merak etmiş ve şu soruları aklından geçirmiş olabilir: yıllar içerisinde Hemingway’in Türkiye’de ne derece popüler olduğu anlamına mı gelmektedir? Veya Hemingway’in eserlerinin, Türk okuyucusu tarafından, değişen tarih ve kültür bağlamında nasıl okunduğu, anlaşıldığı ve yorumlandığı anlamına mı gelmektedir? Ya da Hemingway’in eserlerinin, Türkiye’de Amerikan kültürü ve edebiyatının rağbet görmesi ve bu alandaki çalışmalar üzerinde hangi yönlerden etkili olduğu anlamına mı gelmektedir? Kuşkusuz, bu soruların her biri derinlemesine çalışılmaya ve araştırılmaya değer; ancak, her ne kadar bildirinin başlığı böyle bir niyeti ima ediyor gibi görünse de, bildiri, bunlarla veya benzeri başkaca hiçbir soru ile ilgili değildir. Aslında, bildiri, Hemingway’in 1920’li yılların başlarında Türkiye’deki olaylara ve insanlara ilişkin kurgusal anlatımları ile ilgilidir; bu anlatımları, büyük ölçüde, onun, İstanbul’a yaptığı kısa ziyareti sırasında edindiği kişisel deneyimlerine ve gözlemlerine dayanmaktadır. Bu anlatımların metinleri, “On the Quai At Smyrna”1 [“İzmir Rıhtımında”] adlı bir kısa öyküden, In Our Time2 [Bizim Zamanımızda] başlıklı öykü derlemesinin ikinci ara bölümünden ve The Snows of Kilimanjaro [Kilimanjaro’nun Karları]’nın ikinci alt metninden oluşmaktadır3 ki bu alt metinde, bir romancı olan baş karakter Harry, Müttefikler’in [İtilaf Devletleri’nin] işgali altındaki 1922 yılı İstanbul’una ilişkin hatırladığı maceralarını ve Anadolu’da Türkler’in Yunan kuvvetlerine karşı taarruzunu [Büyük Taarruz’u], sanki tanıklık etmiş gibi, hayalen anlatır. Dolayısıyla, bu bildiride, tarihsel referanslar bağlamında, Hemingway’in Türkiye kurgulamalarında yer alan ara metinler irdelenmeye ve bu ara metinlerin altında yatan siyasî, manevî ve kültürel algılar üzerinde durulmaya çalışılacaktır. Başka bir deyişle, bildiride, Hemingway’in Türkiye kurgulamalarının siyasî, manevî ve kültürel yönlerinin, metinler arası ve yeni tarihselci bir analizi amaçlanmaktadır.

Türkiye üzerine Amerikan yazımlarının tarihine geriye doğru bakıldığında, iddia edilebilir ki, bir takım seyahat yazıları ve misyoner anlatımlarının yanı sıra, Türkiye bağlantılı Amerikalı diplomatların, askerlerin ve hükümet görevlilerinin anı yazıları, mektupları ve günlükleri gibi diğer kurgu dışı yazılar haricinde, Hemingway, muhtemelen, Türk hayatını ve kültürünü ilk elden deneyimleyen ve böylelikle kurgulamalarının bir kısmını Türkiye bağlamına oturtan ilk önemli Amerikan yazarıdır. Bu onun bir Türk hayranı olduğu anlamına gelmez. Bilakis, kendisi, 1920’li yılların başlarında Batı’daki anti-Kemalist siyasî söylemlerin ve basının onun üzerinde yarattığı etki sonucu şüphesiz daha da kuvvetlenen tarihsel, kültürel, dinî ve manevî ön yargılara sahipti. İşte onun Türkiye kurgulamalarına yansıyan ve 1922 yılı Türkiye’si hakkındaki çarpık anlatımlarının temelini oluşturan bu ön yargılarıdır. Bununla birlikte, vurgulamak gerekir ki Hemingway, bu kurgulamalarıyla, her ne kadar uydurulmuş ve eksik anlatımlar içerse de, bize, bir bakıma önemli ölçüde belgesel niteliği olan bir Türk kültür ve tarih bağlamı sunmuştur.

Hemingway’in Türkiye kurgulamalarını uygun tarihsel ve siyasî bağlama oturtmak ve kültürel ara metinlerini tartışmak için, öncelikle, 1. Dünya Savaşı’nın sonunda Türkiye’nin koşullarını anımsamak ve savaş sonrasındaki önemli gelişmelerin bazılarına atıfta bulunmak yerinde olacaktır.

1914 yılında I. Dünya Savaşı patlak verdiğinde, Türkiye, yani o zamanki adıyla Osmanlı İmparatorluğu, savaşa, Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Bulgaristan’dan oluşan Mihver Devletleri’nin yanında girmiştir. Osmanlı Hükümeti içerisinde güçlü olan Almanya yanlısı hizip, bu devletle gizli saklı bir ittifak oluşturmuş ve ülkeyi, bir oldubittiyle, onulmaz ve yıkıcı olduğu daha sonra anlaşılacak siyasî bir kumara sürüklemiştir.4 Savaşın sonunda, Türkiye, diğer Mihver Devletleri’nin yanı sıra, Müttefikler tarafından ağır bir yenilgiye uğratılmıştır;5 yenilgi, sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun önlenemez çöküşüne neden olmamış, aynı zamanda ulusun bekasını da tehlikeye atmıştır. 30 Ekim 1918 tarihinde Türkiye, Müttefikler’le, askerî işgal de dâhil olmak üzere, son derece ağır yaptırımlar uygulama yetkisi tanıyan utanç verici Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalamıştır.6 Müttefikler, antlaşma hükümlerini uygulamaya koymak için, çeşitli bahanelerle Türkiye’yi kısa sürede işgal etmeye başlamışlardır. İstanbul ve Karadeniz’den Çanakkale Boğazı’na kadar olan Boğazlar bölgesi ile çevresindeki sözde “tarafsız” bölge, İngiltere, Fransa ve İtalya tarafından ortaklaşa işgal edilirken, ülkenin diğer bölgeleri de onların güçleri tarafından ele geçirilmekteydi.7 Ayrıca, Yunanistan da 15 Mayıs 1919 tarihinde, Müttefikler’in tam teşviki ve lojistik desteğiyle, İzmir’e asker çıkarmıştır.8 Yunanlılar, kısa süre içinde, kuzeyde Bursa ve Eskişehir’e kadar olan bölge ile doğuda Afyon ve Ankara’nın çok yakınındaki Sakarya Irmağı’nı içine alan Batı Anadolu’nun kanlı ve acımasız işgaline giriştiler. Bu süreçte, işgal altındaki bölgelerde, işgalci güçler tarafından anlatılamayacak korkunç mezalimler çoktan başlatılmıştı ve ülke, feci bir kargaşa, acı ve çaresizlik içinde bulunuyordu.9 İstanbul’da ise, Almanya yanlısı hizibin siyasî liderleri çoktan ülkeyi terk etmiş ve Padişah ile kısa ömürlü hükümetleri ise, işgal altında, Müttefikler’in dikte ettiği şartlara boyun eğmiş haldeydi.10 Bu arada, ülkenin bazı seçkinleri, ki sonraları 1940’lı ve 1950’li yıllarda İstanbul Üniversitesi’nde ders verecek ve Türkiye’de Amerikan etüdlerinin gelişmesinde etkin bir rol oynayacak olan Halide Edib (Adıvar) da dahil, Türkiye’nin bekası için Amerikan mandasını sağlamaya çalışıyorlardı ve Amerikan yetkilileri ile çoktan güçlü bağlantılar kurmuşlardı.11

İşte Mustafa Kemal, böylesi elverişsiz ve zorlu koşullar altında, kendisini ülkenin tam bağımsızlığına adamış ve cumhuriyet olacak yeni Türk devletini kurmaya kararlı, yeni bir ulusal lider olarak ortaya çıkmıştır.12 O, öngörülen hedeflerin meşruiyeti ve gerçekleştirilmesi bakımından vazgeçilmez olan hukukî ve kurumsal alt yapının tesisi amacıyla, 1919 Erzurum ve Sivas Kongreleri de dâhil, bir dizi siyasi inisiyatifler almak suretiyle, büyük projesine girişti.13 İstanbul’daki Meclis-i Meb’usan’ın, bazı meclis üyelerini tutuklamak üzere İngiliz askerleri tarafından basılması nedeniyle, 16 Mart 1920 tarihinde kapatılmasını takiben, 23 Nisan 1920’de Ankara’da ulusal meclisi topladı.14 Ankara’daki yeni meclis, karar ve eylemleri nihaî ve bağlayıcı olan en üst ve yegâne yasama ve yürütme mercii olarak görev yapmaya başladı.15 Ayrıca, bir bağımsızlık savaşı başlatmak için, ülkenin tüm kaynaklarını seferber ederek yeni bir ulusal ordu meydana getirdi. Böylelikle, tüm siyasî, hukukî, kurumsal ve askerî hazırlıklar tamamlanınca, birden fazla aşamadan oluşan ve ağırlıklı olarak batı cephesinde Yunan kuvvetlerine karşı gerçekleştirilen Türk Kurtuluş Savaşı’nı başlattı.16 Savaşın nihaî ve en hayatî aşaması ise, Yunan kuvvetlerini Ege Denizi’ne dökmek amacıyla, 26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruz olmuştur. Mustafa Kemal’in bizzat komuta ettiği Türk kuvvetleri, kuzeyde Bilecik ve Eskişehir’den, güneyde Afyon ve Sandıklı’ya kadar uzanan geniş bir cephe boyunca savaşmışlardır. Büyük Taarruz topyekûn bir saldırı mahiyetindeydi ve birçok kanlı muharebelerden sonra Yunan kuvvetleri mağlup edilmiş ve bozguna uğratılmıştır. Bu kuvvetler, önemli bir tahliye limanı olarak başta İzmir olmak üzere, panik ve kargaşa halinde Ege Denizi kıyılarına doğru kaçmaktaydılar.17 Kaçışları sırasında, arkalarında kıyıma uğrayan sivillerden ve yakılan köy ve kasabalardan oluşan bir yıkımın izini bırakmışlardır.18 9 Eylül’de Türk kuvvetleri İzmir’i geri almış ve takip eden haftalarda tüm Ege Bölgesi’ni işgalci Yunan birliklerinden temizlemişlerdir.19

Bununla birlikte, Doğu Trakya, Çatalca’dan Meriç Nehri’ne kadar halen Yunan işgali altında bulunuyordu ve Müttefikler İstanbul ve Boğazlar’daki askerî varlıklarını sürdürmekteydi. Dolayısıyla, Mustafa Kemal için, Kurtuluş Savaşı henüz tam anlamıyla amacına ulaşmış bulunmuyordu ve tüm Türk topraklarının işgalden kurtarılması durdurulamazdı. Bu nedenle, Türk kuvvetleri doğrudan, Çanakkale Boğazı’ndaki müttefik bölgesinde bulunan İngiliz askeri noktalarına kadar ilerlemiş ve genellikle “Çanakkale Meselesi” olarak adlandırılan bu durum, İngiltere ile Mustafa Kemal’in Ankara’daki ulusal hükümeti arasında yeni bir savaş hali yaratmıştı.20 Ayrıca, Müttefikler, Yunan yenilgisinin kendilerini düşürdüğü zor durumdan ötürü son derece tedirgindiler ve İstanbul ile Boğazlar’ın yanı sıra Doğu Trakya’yı da geri almayı amaçlayan yeni bir Türk taarruzunun hedefi haline gelmişlerdi. Yeni bir savaşın başlaması kaçınılmaz görünüyordu; hem Müttefikler hem Ankara’daki ulusal hükümet, tırmanmakta olan kriz nedeniyle ciddî şekilde endişeliydi. Bununla birlikte, İzmir’in Türkler tarafından geri alınmasından yalnızca iki hafta sonra, 23 Eylül 1922’de, Müttefikler, Mudanya’da veya İzmit’te hemen bir barış konferansının yapılması konusunda Mustafa Kemal’in görüşünü almak üzere, kendisine bir nota vermişlerdir; ayrıca, kendilerinin de Doğu Trakya’nın tahliyesini müzakere etmeye hazır olduklarını beyan etmişlerdir. 29 Eylül 1922 tarihinde gönderilen cevabî notada, Mustafa Kemal, barış teklifini kabul ederek, konferans için Mudanya’yı önermiştir. Konferans, 3 Ekimde başlamış ve Türk delegeleri ile Müttefik delegeleri arasında süren uzun, şiddetli ve yoğun tartışmalarla devam etmiştir. Sonuçta, Müttefikler, Doğu Trakya’nın hızlı bir şekilde tahliyesi yönündeki Türk talebini kabul etmişler ve Boğazların durumunu ve diğer bölgesel ve siyasî sorunları görüşmek üzere, Lozan’da, Kasım ayı içinde, tüm tarafların katılacağı uluslararası bir barış konferansının gerçekleştirilmesi yönünde teklifte bulunmuşlardır. Böylelikle, 11 Ekim’de Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalanmış ve Doğu Trakya’daki Yunan kuvvetlerinin tahliyesi birkaç gün içerisinde tamamlanmıştır.21

Buraya kadar anlatılanlar, Hemingway’in Türkiye’ye ilişkin kurgulamalarının tarihsel bağlamını oluşturan önemli olayların kaba bir özetidir. Esasen, kendisi, sözü edilen bu olayların bazılarına bizzat tanık olmuş ve The Toronto Daily Star gazetesine haber olarak ayrıntılı şekilde iletmiştir.22 Denilebilir ki, başlangıçta, Hemingway’in Türkiye’ye ilişkin konularla ilgilenmesi önemli ölçüde bir rastlantıdır. Büyük Taarruz’un sona yaklaştığı ve Çanakkale meselesinin giderek ısınmaya başladığı dönemde, Hemingway esasen Paris’te yaşamakta, vaktini orada yaşayan Ezra Pound, Gertrude Stein ve diğer Amerikalıların oluşturduğu edebî ve elit çevrelerde geçiriyor ve kendi yazarlığının adım adım gelişmesi için çok çaba gösteriyordu.23 O sırada henüz 23 yaşındaydı; daha Chicago’da iken, Sherwood Anderson’ın ona “Paris, ciddî bir yazarın olması gereken yerdir” şeklinde verdiği tavsiyeye uyarak, yeni eşi Hadley ile birlikte, 1921 yılı Aralık ayının başında Paris’e gelmişti.24 The Toronto Daily Star gazetesi tarafından, Avrupa’daki önemli gelişmelerle ilgili raporlar göndermek ve haber geçmek için görevlendirilmişti. Böylelikle, 1922 Eylül’ünün üçüncü haftası gibi, tam da Müttefikler’in Mustafa Kemal’e barış tekliflerini sunduğu ve Çanakkale meselesinin ciddi bir kriz haline geldiği sıralarda, Hemingway, The Toronto Daily Star gazetesinin yazı işleri müdürü John Bone’dan, derhal İstanbul’a giderek Türk-Yunan savaşı ve siyasî gelişmeler hakkında haberler geçmesini isteyen bir telgraf aldı.25

Hemingway 25 Eylül’de Paris’ten ayrıldı ve 29’unda İstanbul’a vardı. 14 Ekim’e kadar İstanbul’da kaldı ve bu süre içinde gerek Türk tarafından, gerek Müttefikler tarafından birçok kişiyle görüşmeler yaptı. Bu arada, Galata genelevleri dâhil, şehri gezip dolaştı ve olayların gidişatı konusunda İtilaf Devletleri kaynakları ile yakın temasını koruyarak, onlardan aldığı haberleri The Toronto Daily Star’a aktardı. Kısmen İstanbul’da yakalandığı sıtma hastalığı yüzünden ve kısmen de Müttefikler tarafından muhabirlere uygulanan yasaklar nedeniyle, Mudanya Konferansı’nı yerinde izleme fırsatı bulamadı; ancak müzakereler hakkında Müttefik kaynaklarından bilgiler edindi. Mudanya ateşkes antlaşması uyarınca Doğu Trakya’nın Yunan kuvvetlerince tahliyesinin hemen başlayacak olması nedeniyle, tahliyeye tanıklık etmek ve durum hakkında haber geçmek için, 14 Ekim’de, antlaşmanın imzalanmasından üç gün sonra, aceleyle Muratlı ilçesine hareket etti.26 Doğu Trakya’da 18 Ekim’e kadar kaldı ve The Toronto Daily Star’a, tahliye süreci, mültecilerin durumu, Karaağaç’ta ve Edirne’de karşılaştığı yaşam zorluklarını ayrıntılı olarak bildirdi.27 Tahliye sonrasında, 18 Ekim gecesi, Edirne’nin hemen dışındaki Karaağaç istasyonundan Doğu Ekspresi’ne binerek, Paris’e doğru yola çıktı. İşte baş karakter Harry’nin, Kilimanjaro’nun Karları öyküsünün ilk alt metninde, hayalinde kurgulayıp üçüncü tekil şahıs kullanarak aktardığı tam da bu sahnedir:

“Şimdi hayalinde Karaağaç’ta bir tren istasyonunu görüyordu ve kendisi, sırtında çantasıyla ayakta bekliyordu ve işte karanlığı yararak gelen Simplon-Orient ekspresinin ön lambası ve artık, geri çekilme sonrası, Trakya’yı terkediyordu.”28

Hemingway’in İstanbul’da kalışı, Yunan kuvvetlerinin Doğu Trakya’dan tahliyesi, Müttefik kaynaklarından Büyük Taarruz hakkında ve İzmir limanında, şehrin Türk birlikleri tarafından geri alınması sırasında yaşanan gergin durumla ilgili duydukları ve deneyimleri, onun Türkiye ile ilgili kurgulamaları için temel malzemeyi sağlamıştır. Ayrıca, Türkiye’ye ilişkin kurgulamalarına hâkim olan düşmanca ve son derece taraf tutucu tavrı, onun, Türkiye’de bulunduğu sırada yaptığı ön yargılı gazeteciliğinin açık bir etkisidir. Bu bağlamda, Hemingway’in kafasında, Mustafa Kemal sadece bir maceracı, bir fırsatçı ve bir sahtekârdır; iktidara geldiğinde bağnaz bir siyaset izlemesi ve halka sert yasaklamalar dayatması kesindir. The Toronto Daily Star gazetesine gönderdiği ve 9 Ekim’de yayımlanan bir haberinde, Mustafa Kemal hakkındaki çarpık ve ön yargılı bakışını şöyle ifade etmiştir:

“Süveyş’in doğusunda bir yerde susuzluk çeken bir kimse, susuzluğunu, Kemal şehre girdiği takdirde, İstanbul’da gideremeyecektir. Anadolu hükümetinin bir üyesi bana, İstanbul’un, alkol ithalatına, üretimine ve satışına izin verilmeyen Anadolu kadar kuru olacağını söyledi. Ayrıca, Kemal, iskambil ve tavla oynanmasını da yasaklamış ve Bursa’daki kahvehaneler saat sekizde karanlığa gömülüyormuş. Şeriata olan bu bağlılık, Amerikan tütününü korumak için İzmir’e giden bir Amerikalının, sahip olduğu sekiz şişe konyak sayesinde, Küçük Asya’daki Kemalist karargâhta en çok rağbet gören kişi olmasından anladığı gibi, Kemal’i ve kadrosunu içki içmekten alıkoymuyormuş.”29

Her ne kadar Hemingway’in, bir Amerikalı olarak, halkın özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinin önemini kendi ulusal tarihinden öğrenmiş ve kavramış olması beklense de, çelişkili bir biçimde o, Mustafa Kemal tarafından yürütülmekte olan savaşın, Türk ulusunun var olma ve bağımsızlık mücadelesi olduğu gerçeğini idrak edememiş, değerini kavrayamamıştır. Yirmi üç yaşında, genç, tecrübesiz ve bir parça da umursamaz bir gazeteci olarak kendisi, Türkiye’ye karşı öylesine ön yargılıydı ki Doğu Trakya’nın tahliyesini, Hıristiyanlara karşı uygulanan bir trajedi biçiminde algılıyordu ve The Toronto Daily Star gazetesine gönderdiği yazılarından birinde ifade ettiği üzere, bu olayın, “Türk’ün Avrupa’ya geri dönüşü”ne zemin hazırladığı kanısındaydı.30 Yerel kültüre ve Türk tarihine olan kayıtsızlığıyla, ezanı, “bir Rus operasından arya”ya benzeterek, alaya almıştır.31 Onun zihninde, İstanbul, ahşap evleri, pis ve çamurlu eğri büğrü sokakları, genelevleri, kabadayıları, oraya buraya kaçışan fareleri ve karışık nüfusu ile rezil bir şehirdi.32 Mustafa Kemal’e ve ülkeye karşı takındığı aşağılayıcı tutumu, ayrıca şu ifadesinden de anlaşılabilmektedir:

“İstanbul, her türlü içkiye, kumara, dansa ve gece kulüplerine son vermeye yemin etmiş olan Kemal Paşa’nın gelişi öncesi, bir çeşit ölüm dansı yapmaktadır.”33

Belli ki Hemingway, Hıristiyan öğretisinin ve Avrupa/Amerika kültürel değerlerinin kendi zihninde oluşturduğu bir metne sahipti ve Türk-Müslüman bağlamına ait olayları ve insanları, bu metne göre ön yargılı değerlendirip yorumluyordu. Dahası da dünya tarihi ve siyaseti hakkında yeterli tecrübe ve bilgiden yoksundu. Onun bilgi kaynakları, sadece o zamanki anti-Kemalist batı basını ve Müttefikler’in gelişmeler hakkındaki tek taraflı değerlendirmelerinden ibaretti. Dolayısıyla, olayları ve gelişmeleri tarafsız bir şekilde görüp yorumlamada başarısız kalmıştır. Şayet Yunanlıların bozgun halinde geri çekilmesinden sonra Batı Anadolu’yu gezmiş ve yaşanan yıkım ve ıstırabın boyutunu görmüş olsaydı, mutlaka daha nesnel bir anlatım ortaya koyardı. Aslında, eğer Mustafa Kemal ile onun yeni Türkiye vizyonu üzerine röportaj yapma fırsatını yakalamış olsaydı, bu vizyonun laik, ilerici ve humanist doğasını fark ederdi. Dolayısıyla, her ne kadar Türkiye’ye ilişkin kurgulamalarındaki bazı tasvirleri belgesel nitelik taşısa da, gazetesine gönderdiği yorumları, siyasî ve kültürel yönden ön yargılı olup, söz konusu kurgulamalardaki anlatımını da kuşkusuz etkilemiştir. Onun Türkiye kurgulamalarına, ancak tüm bu hususlar göz önüne alınarak yaklaşılmalıdır.

Hemingway’in Türkiye kurgulamalarını oluşturan üç metinden en önce yazılanı, In Our Time eserinin 1925 Boni & Liveright ve 1930 Scribner basımlarındaki ikinci ara bölümdür. Başlangıçta, bu bölüm, Nisan 1923’te The Little Review dergisinde yayımlanmış olan altı adet kısa düz yazıdan veya öykücükten (vignette’ten) biridir.34 [Hemingway’in biyografisini yazan] Carlos Baker’ın da belirttiği gibi, Hemingway bu kısa düz yazı parçalarını “okuyucunun kafasının içinde küçük el bombaları gibi patlaması düşünülen hareketli minyatürler” olarak tasarlamıştır.35 Daha sonra 1925’te, yeni yazdığı diğer düz yazı parçalarla birlikte kısa öykülerin ilk derlemesi olan In Our Time Liveright tarafından yayınlandığında, bu öykücükler ara bölümler olarak kısa hikâyelerin arasına yerleştirilmiştir. Dial dergisinin etkili kitap eleştirmeni Edmund Wilson’a 1924 sonlarında yazdığı bir mektupta Hemingway, ara bölümlerin amacının, “bütünü ayrıntılı olarak incelemeden önce, o bütünün resmini vermek” olduğunu belirtmiştir.36 Her ne kadar, In Our Time’daki ara bölümler, gerek konu, gerek yapı veya anlatım bakımından kısa öykülerdeki ortam veya durumlarla ilintili değilmiş gibi görünse de, gerçekte metinsel amblemler olarak işlev görmektedirler ki, karşıtlık, benzeşim, sanal özet, yeni metaforik bağlam ve allegorik çağrışım yoluyla, öykülerin anlam çokluğunu ve tematik anlamlarını pekiştirir ve arttırırlar. Tıpkı bir dizi bölümlerden oluşan ve her bir bölümü, ana temayı çok sesli olarak farklı biçimde ifade eden leitmotif içeren bir senfonide olduğu gibi In Our Time’da da her bir ara bölüm, öncesinde geldiği hikâyenin temasını pekiştiren bir leitmotif biçimini almaktadır. Böylelikle Hemingway, W.E.Tetlow’un deyimiyle. tematik uyumluluk biçimleri yaratmaktadır.37

Bu bağlamda değerlendirildiğinde, In Our Time’ın ikinci ara bölümü, ki bu bölümde Hemingway, Yunanlıların 1922 Ekim ortasında Doğu Trakya’dan tahliyesi sırasında mültecilerin içinde bulunduğu feci durumu en ayrıntılı şekilde anlatır, bu bölümü izleyen “Doktor ve Doktorun Karısı”38 adlı öykü ile tezat ve metaforik benzeşim bakımından bir etkileşim oluşturmaktadır. Bu öyküde, bir geminin, işlenecekleri fabrikaya göl boyunca çekerek götürdüğü tomruklar misali,39 ara bölümde tasvir edilen mülteciler de Doğu Trakya’da, Meriç Nehri’nin karşı kıyısına ulaşmak için, Yunan süvarilerince “Karaağaç yolundan” ve “çamurların içinden” sürü halinde götürülmektedir.40 Ayrıca, öyküdeki doktorun kızıl derili bıçkıcı Dick Boulton’a olan garezi, “Christian Science” mezhebine mensup karısının maneviyat konuşması üzerine yatışmış ve böylelikle olası bir cinayetin önüne geçilmiş iken,41 ara bölümde ise “yağmur altında Edirne’den”42 yükselen minarelerle temsil edilen dinin, insanların ıstırap ve kederine son vermek için işe yaramadığı ve mültecilerin, hiçbir kurtuluş umudu olmaksızın savaşın korkunçluklarına maruz kaldığı ima edilmektedir.

Hemingway’in yazdığı ara bölüm, esasen tahliye sırasında Doğu Trakya’dan gazetesine geçtiği iki haberin yeniden yazımıydı. Her ne kadar ara bölümde tahliyeyi canlı bir şekilde ancak ayrım yapmaksızın tasvir etmişse de geçtiği haberlerinde Hıristiyan ve Müttefikler yanlısı bir gazeteci konumunu alarak şu ifadelerde bulunmuştur:

“Doğu Trakya’nın Hıristiyan nüfusu, hiç bitmeyen ve yalpalaya yalpalaya süren bir yürüyüşle Makedonya’ya giden yolları tıkamakta…Türk’ün geldiğini duyduklarında…çiftliklerini, köylerini ve ergin, kararmış ekin tarlalarını geride bırakmışlardı…Yalnızca Doğu Trakya’dan tahliye edilmesi gereken 250.000 Hıristiyan mülteci bulunuyor. Bulgar sınırı yüzlerine kapatılmış. Türk’ün Avrupa’ya dönüşünün ürününü kabul etmek için elde yalnızca Makedonya ve Batı Trakya kalıyor.”43

Şu açık bir gerçektir ki tahliye, Türkiye’nin Yunanlılar tarafından işgal edilmesinin kaçınılmaz bir sonucuydu; Türkler ve Rumlar, Osmanlı hâkimiyeti altında, yüzyıllar boyunca toplum olarak barış içinde bir arada yaşamışlardır; ancak, genç gazeteci Hemingway, bozulup geri çekilen Yunan kuvvetlerinin, Hıristiyan Türk Rumları topraklarını terketmeye zorlamış olduğu gerçeğini hiç dikkate almamıştır; daha önce de belirttiğimiz üzere, kendisi, o zamanlar kültürel bakımdan ön yargılı, olayların gerçek durumu hakkında siyasî yönden bilgisiz ve ülkenin tarihi hakkında meslekî bir cehalet içindeydi.

Hemingway’in Türkiye’ye ilişkin kurgulamalarının geri kalan kısmını oluşturan In Our Time’daki “İzmir Rıhtımında” öyküsü ile Kilimanjaro’nun Karları’ndaki ikinci alt metninin temeli ise, esasen Müttefik askerlerinin İstanbul’daki hayatına dair gözlemleri ile Anadolu’daki durum hakkında İngiliz kaynaklarından elde ettiği bilgilerden ibaretti. Ne var ki elindeki malzemeyi kurgularken, sadece büyük ölçüde abartmak ve çarpıtmakla kalmamış, aynı zamanda kendi fantezilerini ve kültürel ara metinlerini de dâhil etmiştir. Bu durum, örneğin Kilimanjaro’nun Karları’nda, Harry’nin fantezilerinden oluşan İstanbul ve Anadolu tasvirlerinde en açık bir şekilde görülmektedir; bu bağlamda, İstanbul, fahişelerle ve seks maceralarıyla, Anadolu ise “afyon elde etmek için” uzayıp giden haşhaş tarlaları ile ilişkilendirilmiştir.44 Kuşkusuz, Hemingway’in böyle bir algısının, onun Türkiye kurgulamasının ara metni olarak kasten kullandığı kültürel bir basmakalıp tiplemenin parçası olduğu açıktır.

Hemingway’in, Kilimanjaro’nun Karları’nı 1935’te yazdığını ve 1936’da yeniden gözden geçirdiğini dikkate alırsak,45 bu eserindeki Türkiye kurgusu, aslında onun daha önceki gazete haberlerinde ve Türkiye kurgulamalarında, özellikle de In Our Time’ın 1930 Scribner baskısında ilk kez “Yazarın Girişi” başlığı ile yer alan “İzmir Rıhtımında” adlı kısa öyküsünde yer alan kültürel ara metinlerin yeniden tekrarlanmasıdır.46 “İzmir Rıhtımında” öyküsü, üslup, uzunluk ve titiz anlatım bakımından, Hemingway’in ara bölüm yazım biçimini izler ve, In Our Time’ın ikinci ara bölümündeki gibi, bir başka tahliyeyi, yani İzmir’in 9 Eylül 1922’de Türkler tarafından geri alınması sırasında Rum mültecilerin Müttefik donanmasınca limandan tahliyesini konu edinir.47 Öyküdeki bakış açısı, bizzat dâhil olduğu olayları, birinci tekil şahıs ağzıyla Hemingway’e anlatan bir görgü tanığının bakış açısıdır. Dolayısıyla, Hemingway’in metni, görgü tanığından işittiklerini üçüncü tekil şahıs kullanarak okuyucuya aktarım şeklindedir. Öyküde kullanılan “in a frightful rage,” “most inoffensive chap,” “a gunner’s mate,” “he felt topping about it” ve “most extraordinary case” gibi tipik İngiliz söylem biçimlerinden anlaşılacağı üzere, Hemingway’in, bu öykü için temel malzemeyi, 9 Eylül 1922’de veya o sıralarda, tahliye için İzmir limanında bulunmuş olan bir İngiliz subayından edindiği kuşkusuzdur. Esasen Lord Kinross’un da belirttiği gibi, Yunan kuvvetlerinin yenilmesi ve geri çekilmesi üzerine, binlerce Rum mülteci tahliye için İzmir limanına akın etmiş ve tahliye işlemlerinde, çoğu İngilizlerden oluşan Müttefik askerî personeli görevlendirilmiştir.48 Tabii biliyoruz ki Hemingway, Eylül ayı sonlarında İstanbul’a gelmiş ve Ekim ayı ortalarına kadar burada kaldığı dönemde, Müttefik yetkilileriyle yakın ilişkiler kurmuş ve onlardan Anadolu’daki siyasî ve askerî gelişmeler hakkında ilk elden bilgiler edinmiştir. Bilgi almak için itimat ettiği İngiliz subayları arasında, Hint süvari birliğinden Wittal adında bir yüzbaşı ve Johnson adında bir topçu binbaşı bulunuyordu; her ikisi de İstanbul’da basın irtibat subayı görevindeydiler. Hemingway’in Wittal’dan öğrendiğine göre, özellikle binbaşı Johnson, Büyük Taarruz sırasında, İngiliz askerî gözlemci olarak, Yunan kuvvetleri ile birlikte görev yapmış ve Kral Konstantin yanlısı subayların beceriksizliği ve deneyimsizliği yüzünden Yunan topçusunun yanlışlıkla kendi piyadelerine ateş açtığına tanık olmuştu.49 Nitekim Hemingway, bu olayı, daha sonra Kilimanjaro’nun Karları’nda Harry’nin Büyük Taarruz’a ilişkin kendi hayalî anlatımının bir parçası olarak kullanmıştır:

“Aynı gece [Harry] Anadolu’ya hareket etti ve daha sonra bu yolculuğu sırasında afyon için yetiştirilen haşhaş tarlaları arasından tüm gün yolculuk ettiklerini, bunun insanı ne kadar tuhaf hissettirdiğini, nihayet, tüm mesafeler yanıltıcı görünüyordu, Konstantin’in hiçbir halt bilmeyen yeni gelmiş subayları ile saldırı düzenledikleri yere ulaştığını, topçu birliğinin askerler üstüne ateş açtığını ve İngiliz gözlemcinin bir çocuk gibi ağladığını hatırladı.”50

Bu durumda, İzmir limanında meydana gelen ve ‘İzmir Rıhtımında’ öyküsünün içeriğini oluşturan olayların kesinlikle Hemingway’e ayrıntılı bir tasvirini yapan kişinin bu aynı Johnson veya tahliye sırasında İzmir’de görevli İngiliz subaylarından birisinin olması muhtemeldir. Nitekim limandaki iskelenin üzerinde kalabalık bir şekilde üst üste yığılmış ve Müttefik gemilerince tahliye edilmeyi çaresizce bekleyen mültecilere ilişkin olarak Hemingway’in ortaya koyduğu tablo, hayli duygusal bir anlatım olup, savaşın neden olduğu acının en aşırı uçlarını göstermektedir:

“[Görgü tanığı İngiliz subay] en kötüsünün, ölü bebekleri olan kadınların olduğunu söyledi. Kadınlara, ölü bebeklerini bıraktırmak mümkün değildi. Altı gündür ölü olan bebekleri vardı. Onları bırakmak istemiyorlardı. Bu konuda yapılabilecek hiçbir şey yoktu. Sonunda onları uzaklaştırmak gerekti…Tıpkı ölü bebekli kadınlarda olduğu gibi, doğum yapan kadınlarla da ilgilenmek mümkün değildi. Yine de doğumlarını yaptılar. Şaşırtıcı olan, pek azının ölmesiydi. Tek yaptığınız, üzerlerini bir şeyle örtmek ve onları doğumla baş başa bırakmaktı.”51

Ne var ki, öyküde, mültecilerin içinde bulunduğu feci durumun canlı bir tasviriyle bu şekilde yaratılan acıma duygusu, alaycı ve aşağılayıcı bir bakışla aktarılan Türk imajı ile tezat oluşturmaktadır. Öyle ki Hemingway, bir Türk subayını acınacak ve kendini beğenmiş zavallı bir tip olarak tasvir ettikten sonra, Türk karakterinin geneli hakkında iğneleyici bir imada bulunur:

“[Mültecilerin] hepsi iskelenin üzerine çıkmıştı ve bu, hiç de deprem veya öyle bir şeye benzemiyordu çünkü Türk’ü hiç tanımıyorlardı. Koca Türk’ün ne yapacağını hiç bilmiyorlardı.”52

Hemingway, Türkler hakkında ima ettiği bu öngörülemez acımasızlık düşüncesini, Kilimanjaro’nun Karları’nda da baş karakter Harry’nin Büyük Taarruz ve ölmüş Yunan askerlerine ilişkin üçüncü tekil şahıs hayalî anlatımında üstü kapalı bir şekilde yeniden dile getirmektedir:

“İşte o gün ilk kez, beyaz bale etekleri ve burunları kalkık ponponlu ayakkabılar giymiş ölü adamlar görmüştü. Türklerin sürekli ve yığınlar halinde geldiğini ve o etekli adamların kaçtığını ve komutanlarının onlara ateş ettiğini ve sonra da kendilerinin kaçtığını görmüştü; kendisi ve İngiliz gözlemci, ciğerleri acıyıncaya ve ağzının içini bozuk para tadı kaplayıncaya kadar kaçmış ve birkaç kayanın arkasında durmuşlardı ve Türkler, yığınlar halinde ardı ardına gelmeye devam ediyorlardı.”53

Bu anlatım bir kez daha göstermektedir ki Hemingway Türkiye’deki olayları ve savaşı, kendi Hıristiyan, Batılı ve Yunan yanlısı kültürel, manevî ve siyasî ara metinleri açısından gözlemlemiş, anlamış ve yansıtmıştır. Dolayısıyla, Hemingway’in Türkiye kurgulamalarına ilişkin yorum ve tartışmamızın sonucu olarak belirtebiliriz ki onun Türkiye ve Türkler hakkındaki ön yargılı ve çarpık görüşünün temelini, kendi manevî, siyasî ve kültürel ara metinleri oluşturmuştur. Bu bakımdan, kurgulamalarının Türkiye bağlamı, düşünce olarak tartışmalı, tarihî açıdan eksik, kültürel yönden düşmanca ve siyasî olarak ön yargılıdır. Yine de insan, acaba Hemingway, Mustafa Kemal ile tanışıp, gözlemlerini Türk tarafından da yapmış olsaydı, Türkiye kurgulamalarının metin ve bağlamları, 1922 yılındaki Türkiye ve Türkler hakkında daha dürüst bir anlatımı içerir miydi diye düşünmeden edemiyor.

Dipnotlar

1 Bkz. Hemingway, Ernest. In Our Time (1925; New York: Scribner, 1958), ss. 11-12.

2 Bkz. a.e., s. 21

3 Bkz. Hemingway, The Snows of Kilimanjaro and Other Stories (London: Grafton, 1977), ss.18-20.

4 Bkz. Aydemir, Şevket Süreyya, Tek Adam: Mustafa Kemal, 3 cilt. (İstanbul: Remzi, 1985- 87), c. I, ss. 204-19; ayrıca bkz. Kinross, Lord, Atatürk: The Rebirth of a Nation (1964; Nicosia: K. Rüstem and Brother, 1981), s.65 vd.

5 Bkz. a.e., s. 124 vd.; Walder, David, The Chanak Affair (London: Hutchinson, 1969), s. 54.

6 Bkz. Kinross, a.g.e., s.127 vd; M; Walder, a.g.e., ss. 54-56; ayrıca bkz. Belen, Fahri, Türk Kurtuluş Savaşı: Askeri, Siyasi ve Sosyal Yönleriyle (Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1983), ss. 11-14.

7 Bkz. Walder, a.g.e., s. 55 vd.

8 Bkz. Atatürk, Kemal, Nutuk, 1919-1927, (1927; Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 1989), s. 1; Aydemir, a.g.e., c. II, ss. 71-73; Walder, a.g.e., s. 68 vd.

9 Bkz. Atatürk, a.g.e., ss. 301 vd., 385-89, 404 vd. b.a.; Adıvar, Halide Edib v.d., İzmir’den Bursa’ya: Hikâyeler, Mektuplar ve Yunan Ordusunun Sorumluluğuna Dair Bir İnceleme, 3. basım (1922; İstanbul: Atlas, [t.y.]), ss.17-136; Aydemir, a.g.e., c. II, ss. 75-76, 155-59, 168-79 b.a.; Belen, a.g.e., ss. 17-64 ve 123-374; Kinross, a.g.e., ss. 132-48 b.a.

10 Bkz. Atatürk, a.g.e., ss. 234-37, 243-46 ve 263-64; Akşin, Sina, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele (İstanbul: Cem, 1976), s. 78 vd.

11 Bkz Atatürk, a.g.e., ss. 60-77; Kinross, a.g.e., ss. 169 ile 187-90; Belen, a.g.e., ss.113-15.

12 Bkz. Atatürk, a.g.e., ss. 156, 293 ve 533-49; Aydemir, a.g.e., c.1, ss. 339-41, c. 11, ss. 266 vd. ile c. III, ss. 142-45; Kinross, a.g.e., s. 163 vd.; Walder, a.g.e., s. 74 vd.

13 Bkz. Atatürk, a.g.e., ss. 43-48 ile 58 vd.; Aydemir, a.g.e., c. II, ss.85-127; Kinross, a.g.e., ss. 174-90.

14 Bkz. Atatürk, a.g.e., ss. 279-90; Aydemir, a.g.e., c. II, ss. 206-08; Hüsrev Gerede, baskına tanık olan Meclis-i Meb’usan üyelerinden biridir; bkz. kendisinin Hüsrev Gerede’nin Anıları: Kurtuluş Savaşı, Atatürk ve Devrimler (19 Mayıs 1919-10 Kasım 1938), yay.haz. Sami Önal (İstanbul: Literatür Yayıncılık, 2002), s. 175.

15 Bkz. Atatürk, a.g.e., ss. 281-95; Aydemir, a.g.e., c. Il, ss. 258-73; Kinross, a.g.e., ss. 163-224; Belen, a.g.e., ss. 65-175.

16 Bkz. Atatürk, a.g.e., ss. 442-43 ile 446-50; Aydemir, a.g.e., c. II, ss. 431-539.

17 Bkz. a. e., c.Il, s. 511 vd.; Kinross, a.g.e., ss. 301-27; Walder, a.g.e., ss. 166 ve 169-77.

18 Bkz Adıvar v.d., a.g.e., ss. 17-136; Aydemir, a.g.e., c. II, ss.528 ve 538; Kinross, a.g.e., ss. 314 ve 318.

19 Bkz. Aydemir, a.g.e., c. II, ss. 539; Kinross, a.g.e., ss. 224-337; Belen, a.g.e., ss. 214-20, 274-82, ve 308-522.

20 Bkz. Atatürk, a.g.e., ss. 450-52; Kinross, a.g.e., s. 330 vd.; Walder, a.g.e., s. 179 vd.

21 Bkz. Atatürk, a.g.e., ss. 451-52; Aydemir, a.g.e., c. III, ss. 23-40; Kinross, a.g.e., ss. 337-38; Walder, a.g.e., ss. 303-18; Belen, a.g.e., ss. 522-26; ayrıca Özalp, Kazım, Milli Mücadele, 1919-1922, 2 cilt (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1971-72), c. I, ss. 236-38.

22 Bkz. Hemingway, Ernest By-Line: Ernest Hemingway, ed. William White (New York: Scribner, 1967), ss. 49-60 ile 62-63.

23 Bkz. Baker,Carlos, Ernest Hemingway: A Life Story (New York: Scribner, 1969), ss. 82-97.

24 A.e., ss. 82-84.

25 Bkz. a.e., s. 97

26 Bkz. a.e., s. 97

27 Bkz. Hemingway, By-Line, ss. 51-52 ve 56-60; Baker, a.g.e., ss. 98-99.

28 Hemingway, The Snows Of Kilimanjaro, s. 10.

29 Hemingway, By-Line, s. 50.

30 Bkz. a.e. s. 52.

31 A.e., s. 53.

32 Bkz. a.e., ss. 49-50 ve 53-45.

33 A.e., ss. 54-55

34 Bkz. Baker, a.g.e., s. 118; Tetlow, Wendolyn E., Hemingway’s In Our Time: Lyrical Dimensions (London: Associated University Presses, 1992), ss. 18 ve 23-25.

35 A.g.e., s. 108.

36 Alıntılayan Baker, a.g.e., s. 134; ayrıca bkz. Tetlow, a.g.e., s. 13.

37 Bkz. a.e., s. 13 vd.

38 Bkz. Hemingway, In Our Time, ss. 23-27.

39 Bkz. a.e., s. 23.

40 A.e., s. 21.

41 Bkz. a.e., ss. 24-26.

42 A.e., s. 21.

43 By-Line, ss. 51-52.

44 Bkz. The Snows Of Kilimanjaro, ss. 18-19.

45 Bkz. Baker, a.g.e., ss. 286 ve 289-91

46 Bkz. a.e., s. 601; Tetlow, a.g.e., s. 50.

47 Bkz. Aydemir, a.g.e., c. II, ss. 547-50; Kinross, a.g.e., s. 320 vd.

48 Bkz. a.e., özellikle ss. 320-24.

49 Bkz. Baker, a.g.e., s. 579

50 The Snows Of Kilimanjaro, s. 19.

51 In Our Time, ss. 11 ve 12.

52 A.e., s. 12.

53 The Snows Of Kilimanjaro, ss. 19-20.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR: BİR JOURNO YAZI DİZİSİ: “TEMELLER”

Journo

Yeni nesil medya ve gazetecilik sitesi. Gazetecilere yönelik bağımsız bir dijital platform olan Journo; medyanın gelir modellerine, yeni haber üretim teknolojilerine ve medya çalışanlarının yaşamına odaklanıyor, sürdürülebilir bir sektör için çözümler öneriyor.

Journo E-Bülten