Söyleşi

‘Belgesel ne meslek ne hobi; derdi olan bir yaşam biçimi’

Kibar Dağlayan Yiğit 1968, Kiğı (Bingöl) doğumlu. Uzun süre büro sekreterliği ve benzer işler yaptıktan sonra hayata dair küçük öyküler yazmaya başlamış. Metin yazarlığı atölyesi için gittiği BEKSAV’da tesadüfen girdiği sinema atölyesi, yaşamında bir dönüm noktası olmuş ve o zamandan beri vicdanını rejisörü belleyerek, kamerasıyla ‘küçük’ insanların hikâyelerini evrensel bir bakış açısıyla anlatarak yaşıyor. Belgeselleri birçok festivalde ve üniversitede gösterilen Yiğit, 2013 yılında Bursa Kadın Kısa Filmleri Festivali’nde Onur Ödülü’ne layık görülmüş. Halen Zeugma Film Festivali belgesel bölümünün ve Belgesel Sinemacılar Birliği’nin gösterim koordinatörlüğünü yürütüyor.

Kibar Dağlayan Yiğit’le Ankara’da, Alternatif Karşılaşmalar Kültür ve Sanat Festivali’nde tanıştık. Festivalde ön gösterimini izlediğimiz yeni belgeseli ‘Bir Çok Sevmelerin Öyküsü: Didem Madak’, diğer çalışmaları ve yönetmenlik öyküsü üzerine bir sohbet gerçekleştirdik.

Sinemaya olan ilginiz ne zaman başladı? Sizi belgesel yönetmenliğine iten faktörler neler?
Küçük öyküler yazıyordum küçük yaştan beri. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmini ilk izlediğimde çok etkilenmiştim. Sinemaya ilk merakım o zaman yeşerdi. Öykü yazma dilimi geliştirmek için 2004 yılında yazarlık atölyesine kaydolmak üzere BEKSAV’a gitmiştim. Tesadüftür, bana yazarlık atölyesinin başlamasına birkaç ay olduğunu ama istersem sinema atölyesine katılabileceğimi, onun yeni başladığını söylediler. Ben de bir derse girip şöyle bir bakayım dedim. İstedim ama o zamana kadar elime kamera almış değildim; kameranın nasıl bir şey olduğunu bile bilmiyordum. Hatta profesyonel bir fotoğraf makinasına bile aşina değildim. Uğur Kutay’ın sinema analizi vardı, ben de derse girdim. Dokuz saat sürdü ders o gün. Sonsuzluk ve Bir Gün filmini izlemiştik. “Bu ne ya?” demiştim. İkinci film Çingeneler Zamanı, üçüncü film Cennetin Rengi derken ben atölyeye kaydoldum sonunda. Dokuz ay devam etti böyle analiz dersleri. Sonra ışık, kamera hareketleri, kurgu, senaryo ile devam eden atölye 1,5 yıl sürdü.

Belgesel yönetmenliğinin klasik anlamda anladığımız yönetmenlikten ayrılan tarafları var mı?
Aslında belgesel, git gide kötüye giden dünyaya muhalif olmak için çekilir. Bir kısa ya da uzun metraj filmi hobi olarak çekebilirsin ama belgesel hobi olsun diye yapılan bir şey değil. Bu bir yaşam biçimi. Belgesel ne bir meslek ne de bir hobi; derdi olanın bir yaşam biçimi.
Belgesel bana vicdanlı olmayı öğretti. Dünyanın tek ırkı insan, ideolojisi de vicdan bana göre. Birinin Kürt, Türk ya da Alevi olması benim için önemli değil. Benim için insan olması önemli. Ben gördüğümü anlatmaya çalışıyorum. Bunu yaparken de farkındalık yaratmak istiyorum elimden geldiğince. Dünyada insanın değeri yok. Aşkın, duyguların içi boşalıyor. Üretim yok. Sadece tüketmek üzerine kurulmuş bir toplum var ve belgesel de bu işin bir vicdanı. Sanatçılarda mesela çok fazla ego var. Ben şuna inanıyorum, ego her zaman sanatçının yanında yürümeli. Eğer bir adım öndeyse egon, senin yaptığın her şey çirkindir bence. Belgeselciyi de ayıran noktalardan biri bu. Belgesel sinemacıların ünlü olmak gibi bir gayesi yok hayatta; tek gayemiz anlatmak.

Bir de işin ‘kadın yönetmen’ olma boyutu var tabii. Toplumsal hayattaki eşitsizlikler sanat ve özel olarak sinema alanında da mevcut mu? Sizin gözlemleriniz ne yönde?
Sanat alanında olduğu gibi sinemada da erkek hâkimiyeti var tabii ki. Kadın sinemacı-erkek sinemacı ayrımına da karşıyım ama var bu ayrım. Örneğin, dünyada kadın yapımcı çok az ama şu an bir akım başladı; kadın oyuncular kadın yönetmenlerin olduğu filmlerde oynuyor. Bu umut verici.

İlk kısa filmi: Nuri Bilge Ceylan Çok Uzakta

Biraz da çektiğiniz belgesellere gelelim…
İlk filmimin hikâyesi epey komiktir. Atölyeyi tanıtırken bize sizin hocalarınız Nuri Bilge Ceylan, Yeşim Ustaoğlu… demişlerdi. Ama hiçbiri gelemedi. O yüzden ilk kısa filmimin adını Nuri Bilge Ceylan Çok Uzakta koymuştum. O zamanlar Nuri Bilge Ceylan, ‘Uzakta’ filmini çekmişti. Ben de gelmeyen Nuri Bilge Ceylan’dan yola çıkarak bu filmi çektim. Atölyedeki bitirme tezim için çektiğim film de epey komikti: Çılgın Sosyalist ve Onun Duyarsız Saz Arkadaşları. Hayatımda çektiğim en komik filmdi. Şu anda yapsam öyle komik film yapamam.
Sonra İplik Hayatlar geldi. Atölyeyi yeni bitirmiştim, daha kameram bile yoktu. Bir sabah bakkala gittiğimde gazetede bir manşet gördüm: “Bursa’da yangın: Çok büyük bir hasar var.” Altında da “5 kadın hayatını kaybetti.” O beni çok etkiledi, hemen araştırdım. O hasar çok büyük, çok önemli ama beş kadını küçük yazmışlardı yani onların hayatı o kadar önemsiz ki… Hemen gittim Bursa’ya, İplik Hayatlar’ı çektim. Bursa’ya giderken kamerayı inceliyordum nasıl çalıştırılır diye. Filmi çekeceğim yere gittiğimde bana sokaktakiler “ne çekmeye geldin” dediler. Bir şey demesinler diye “camiyi çekmeye geldim” dedim. Demeseydim engel olacaklardı belki. Türkiye’de birçok yerde gösterildi film. Hatta TRT’de en çok izlenen belgesel olduğu belirtildi.
İki sene sonra Camdan Köprüler’i çektim. Doğu’dan gelen Kürtlerin Batı’daki çalışma koşullarına eğildim. Giresunlular Derneği ile birlikte diğer birçok dernek ve festivallerde gösterdiğimizde batıdakiler o kadar çok sevdiler ki. Çünkü burada gösterdiğim şey iki halk arasındaki bir sorun değil, devletin yanlış politikalarıydı. Aslında film bir daha camdan köprüler olmasın diye yapılan bir film. Bolu’daki izleyicilerden birisi “Ben bu çocukların neden taş attığını anladım, ben olsam ben de atardım” dedi. Muhalefet edeceğini sanmıştım ama onun böyle söylemesi ödüllerin en büyüğüydü benim için.
Son olarak da Didem Madak ve Rüzgârın Şarkısı’nı çektim. Rüzgârın Şarkısı’nı Malatya’nın Arguvan ilçesinde çektik. 30 dakikalık, ekolojiyi odağa alan bir belgesel. Orada yaşayan insanların gündelik hayatlarını anlatan çok sevimli ve neşeli bir belgesel. Hani şair der ya “insanların da denize kıyısı olmalı…” Arguvan’da yaşayan insanların coğrafi olarak denize kıyısı yok ama yüreklerinin denize kıyısı olduğunu gördüm. Rüzgarın Şarkısı toprağın, güneşin, suyun insan üzerindeki hallerini anlatan bir film oldu.

‘Bu belgesel Kibar Dağlayan Yiğit’in elinden çıkmıştır’ dedirtecek ortak paydası nedir bu belgesellerin?
Benim çektiğim filmlerde vicdan ve insan var, samimiyet var. Bütün filmlerim çok sevildi. Eksiklerimi de biliyorum; bu işin üniversite eğitimini almadım, çok iyi bir kamera bilgim yok ama elimden geldiğince samimi bir şekilde anlatmaya çalışıyorum. Her filmimden bir şey öğrenmeye çalışıyorum. Ben de sol eğilimden geliyorum ama etiketlerin içinin boş olduğunu düşünüyorum. Aslolan insandır ve cinsiyetsiz, kimliksiz bir dünyaya inanıyorum.
Filmlerimde ben “kahrolsun faşizm” demiyorum. Benim filmimi izleyen bunu diyor. Kameranın kapitalizme, kirlenen dünyaya karşı bir silah olduğunu düşünüyorum. O yüzden de filmlerimde kadınlar ve çocuklar başrolü oynuyor. Çocuklar kirlenen bir dünyada yürekleriyle saf kalan tek şey. Biz büyükler, kirlenmişliğe, kötülüğe alışıyoruz. Alıştırılıyoruz daha doğrusu. Ölümler bizim için doğal bir şey oluyor, çok çabuk kanıksıyoruz ama çocuklar bu büyük adamların kirlenmişliğine direniyor. O yüzden ben çocuklardan çok umutluyum. Onların ileride ırkçı, savaş yanlısı olmayacağına inanıyorum.

‘Festivaller atölye görevi görüyor’

Belgeselleriniz bugüne kadar pek çok festivalde gösterilmiş. Festivallerle buluşmanız nasıl oldu? Siz mi başvurmuştunuz, yoksa onlar mı size ulaştı?
İplik Hayatlar’ı daha önceden hiçbir festivale göndermemiş olmama rağmen İşçi Filmleri Festivali benden filmi istedi. Sonra Onat Kutlar Film Festivali istedi. Öyle öyle duyuldu. 20’den fazla üniversitede ve hemen hemen bütün illerde gösterildi. Sekiz yıl sonra da Bursa Kadın Kısa Filmleri Festivali’nden Onur Ödülü’ne layık görüldü. Nazım Hikmet Tiyatro Topluluğu filmin öyküsünü tiyatrolaştırdı. Sanırım tiyatrolaştırılan ilk, belki de tek belgesel oldu.
Sonraki filmim Camdan Köprüler’i de Onat Kutlar Film Festivali ve SineMardin Film Festivali gösterim için istedi. Van Gölü Film Festivali’nde belgesel dalında finalist Oldu, Batman Yılmaz Güney film festivalinde finalist oldu. Çeşme Film Festivali’nde, Dikili Film Festivali’nde, Bozcada Film Festivali’nde ve daha birçok festivalde gösterildi. Onat Kutlar Film Festivali için Gaziantep’e davet edildiğimde bana “Önümüzdeki yıl gelip belgesel dalında seçici kurulda olur musunuz?” dediler. O zamanki ismi Onat Kutlar Film Festivali olan Uluslararası Zeugma Film Festivali belgesel bölümünün koordinatörlüğünü kabul ettiğimden beri hâlâ her yıl bu görevi severek yapıyorum. Festivalleri önemsiyor ve bir atölye görevi gördüğünü düşünüyorum ve oralardan çok şey öğreniyorum. Aynı zamanda bu festivallerin ne kadar zor şartlarda yapıldığına tanık oldum. Zeugma Film Festivali’ni örnek vererek şunu söylemek isterim: Zor şartlarda maddi olanaksızlıklarla yapılan bir sinema festivali ve gerçekten de bu festivalleri yapanların elindekini avucundakini sinemaya yatırmalarına tanıklık ettim.

Gelelim ‘Bir Çok Sevmelerin Öyküsü: Didem Madak’a… Nereden çıktı bu proje?
Ben Didem Madak’la öldüğü gün tanıştım, 2011’de. Gazetede gördüm ölüm haberini ve onu bu kadar geç tanıdığım için çok üzüldüm. “Annesinin yokluğundan şair olan bir kadın” diye bir yazı vardı ve bu yazı beni çok etkiledi.
Didem Madak çok vicdanlı bir insan, çok güzel ve duyarlı bir kadın. Şiir yazmak dışında biz kadınlara kadınlık hâllerini hatırlattı. Her şiiri çok büyük bir anlam dünyası. Oturup masa başında şiirler yazmamış, yaşadıklarını yazmış. Sokağın, sokak çocuklarının, kadınların, ezilenlerin şairi o. Didem Madak’ın bir mektup bıraktığını düşünüyorum bize. Ben de o mektubu aldım ve o mektubun bir okumasını yapıyorum.

Belgeseldeki kadınları, mekânları ve şiirleri nasıl seçtiniz?
Bu belgeselde bana danışmanlık yapan arkadaşım Hilal Polat tek bir şey söyledi: “Didem Madak’ı bilmeyen, sevmeyen kimseyle vakit kaybetme. Şairin şiirini değil, ‘şairi okuyan’ insanları kat bu işe” dedi, ben de öyle yaptım. Filmdeki on bir kadın da Didem Madak’ı çok seviyordu.
Örneğin, Deniz Türkali’yi aradım, “Ben bir Didem Madak belgeseli çekmek istiyorum” deyince hemen “olur” dedi. Karşılık beklemeden hemen kabul etmeleri o kadar umut vericiydi ki. “Sesim nasıl çıkmış, nasıl okumuşum” diye sormadılar bile, çünkü bana çok güvendiler ve inandılar. Şiirleri de tek bir seferde okudular, hiç tekrar edilmedi. Şiirlerin iki tanesini kendileri seçti, diğerlerini ben önerdim. Filmde hayatında hiç şiir okumamış beş kadın vardı. Mekân olarak onların kendi yaşam alanlarını seçtim. Diyarbakır’a, İzmir’e İstanbul’a, Safranbolu ve Bursa’ya gittim.

Nerelerde göreceğiz yeni filmleri?
Türkiye’deki ve yurt dışındaki festivallere gönderip elimden geldiği kadar çok insana ulaştırmaya çalışacağım.

Son olarak yeni projelerinizi öğrenelim.
Maddi imkânlar elverdiğince film çekmeye devam edeceğim. Babaannem Ermeni ve ileride babaannemi anlatan bir film çekmek istiyorum. Göç olayı ve mültecilik de aklımda olan konular.

Cansu Karagül Akten

Lisans eğitimini Marmara Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde tamamladı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde aldığı yüksek lisans eğitiminde, İstanbul'daki alternatif tiyatrolar üzerine bir tez çalışması hazırladı. Bu tez çalışması Habitus Kitap tarafından “Alternatif Tiyatrolar” adıyla basıldı. 2011’den bu yana çeşitli gazete, dergi ve internet portallarında deneme yazıları, kitap ve tiyatro eleştirileri yazıyor.

Journo E-Bülten