Analiz

‘Kırmızı Pazartesi’ler ülkesinde gerçekle yüzleşme

(Fotoğraf: Selahattin Sönmez)
Gerçeği perdelemeyi, düşmanlığı körüklemeyi ve kurbanı fail gibi göstermeyi nasıl beceriyorlar hiç düşündünüz mü?

Ankara “barış katliamında” 100 kişi hayatını kaybetti. Kendisini patlatan iki canlı bomba ile sayı 102 olarak verilmekte..

Aslında geliyorum diyen bir felaketti. Çok kimse, hissettiği büyük korkuyu ya söylemekten imtina etmiş ya da kısık sesle en yakınlarıyla paylaşmıştı. Suruç’tan sonra artık onurlu bir barış isteyen herkesin hedefte olduğu biliniyordu, hissediliyordu. Hele ki, savaşın karşısına dikilecek, onurlu bir barış yolunu yeniden hatırlatacak yüz binlerin bir araya gelmesi, karanlığı bayrak tutanlar için kaçırılmaz bir fırsattı. Ama kimse bunu yüksek sesle söyleyemedi.

Bu kanlı saldırının hazırlanmakta olduğunu “bilmesi gerekenler” ise biliyordu. Bir bilmezlik, ihmal, görememe hali söz konusu değildi onlar için. Hatta “bilememe” halinin devlet için en tehlikeli “zaaf” olduğu düşüncesi o kadar baskındır ki devlet katında, istihbarat örgütlerinin “tehlikeye” dikkat çeken, saldırıları önceden haber veren yazışmaları da mutlaka sızar. Mesele “kaçınılmaz” bir hal alır böylece; devlet bilmiyor değildir, biliyordur, ama engel olamamıştır.

BİLMEZDEN GELİRLER

Görünen gerçek; görebildiğimiz gerçek şudur: Hedef, siyasi olarak, etnik olarak, mezhepsel olarak devletin egemen katlarının gözünde “öteki” ise bu bilme hali sonuca etki etmez. Bilinen olur. Hrant Dink’in göz göre göre gelen katli, Ankara’nın göbeğinde Danıştay’a giren saldırganın toplantı halindeki hakimlere kurşun yağdırması, Zirve Yayınevi’ne giren “gençlerin” 3 Hıristiyanı boğazlarını keserek vahşice öldürmesi, Reyhanlı’da kent merkezinde arabalar dolusu bombaların patlatılarak tek şanssızlığı o anda orada bulunmak olan 52 insanın yok edilmesi, Roboski’de subayların neredeyse tamamının gelen grubun kaçakçı olduğu yönünde uyarılar yapmalarına rağmen Genelkurmay’ın karanlık dehlizli aydınlık salonlarında hava bombardımına karar verilerek bedenlerinin uçaklardan atılan bombalarla paramparça edilmesi, Diyarbakır’da seçimden iki gün önce HDP mitingine bomba koyan IŞİD’linin olaydan bir gün önce kaldığı otelde polislerce yoklanması ve hakkında “terör” suçundan yakalama olmasına rağmen serbest bırakılması…

Hepsinin ortak özelliği, devletin olacakları önceden bilmesi, ama asla engel olamaması. Bu engel olamama halinin açıklaması da yapılır üstelik; mağdurların devlet görevlileri ile ilgili suç duyurularına “bağımsız yargı”tarafından verilen yanıtların ortak noktası, geldiği bilinen eylemin elde olmayan nedenlerle engellenememesidir. Roboski’de Askeri Savcılığın verdiği takipsizlik kararında ifade edildiği şekliyle “kaçınılmaz bir hata” vardır; ama asla ve kat’a, ihmal, hele hele bilinen eylemin gerçekleşmesinin istenmesi (kasıt) söz konusu değildir.

Şimdilerde adının önüne, sadece uzak günlerin anılarından değil, daha dün, bugün yaşananların öğrettiği sıfatları eklediğimizde her tür kötülüğün damgasını yediğimiz devletin bahanesi budur, özrü ise yoktur.

(Foto: Selahattin Sönmez)
(Fotoğraf: Selahattin Sönmez)

 

STRATEJİ VE TAKTİK

Katliamların böyle pervasız işlenmesinin en önemli “stratejik” nedeni topluma salınmak istenen korku ve bu korkunun karanlığında konjonktürün, güncel çıkarların gerektirdiği “taktikleri” yürütebilmektir. Hedef, sözün, eylemin, gösterinin, neşenin, hayatın, birlikteliğin, barışın ve özgürlüğün karşısına yasakların, sindirmenin, korkunun, ölümün, parçalanmışlığın, savaşın ve esaretin konulmasıdır. Bu öyle kahredici kolaylıkta bir eylemdir ki, daha patlamanın pimi çekildiği anda hedef tutturulmuş olur. Gerisi ulaşılan bu amacın yayılmasını sağlamak; inat edenlere, anlamayanlara anlattırmaktır.

Katliamın hemen arkasından Başbakanın katledilenleri yeniden hedefleştiren açıklamaları, İçişleri Bakanının “ihmal yok” pişkinliği, iktidar milletvekillerinin patlama kurbanlarını fail gösterme gayretkeşliği, kopan kolların, bacakların gövdelerin yarattığı dehşet duygusunu aratmayan sevinç nidaları, kurbanları failleştiren medya dili, kötülüğün stadlar dolusu haykırışı… Cumhurbaşkanının ”kolektif”, Başbakan’ın “kokteyl” terörden bahsetmesi, birbirine düşman yapıları “kaynaştırma” ve böylece asli faili görünmez kılma, önemsizleştirme hedefi medya ve polis operasyonlarıyla desteklenmeye çalışılır. Dosyada hiçbir bulgu olmamasına rağmen gözaltılar yapılır, suçlamalar birbirini takip eder. Dink’te “Türkiye’yi zor duruma düşürmek isteyen içimizdeki Ermeniler” fail olurken; Reyhanlı kurbanları için “Sünni vatandaşlar” denilerek olağan şüpheli sandalyesine Aleviler ve tabii ki Esat’tır baş şüpheli ve baş Alevi olarak sandalyedeki… Zirve’de misyonerlerin kandırmaya çalıştığı gençlerdir devrede, Roboski’de bombardıman emrini verenler değil, “kaçakçı gibi değil terörist gibi davranan” çocuklar ve onların arasına karışmış teröristlerdir fail; Suruç’ta ölmediği için suçlanan, Diyarbakır’da oy için kendi mitinglerine bomba koyan HDP’lilerdir fail. Siyasetçileri, medyaları, trolleri başarılıdır kurbanı failleştiren ikincil katliamların gerçek olarak algılanmasında. Anketlerden yüzde 40’a yakın çıkar o yüzden, kurbanın fail olduğuna dair inanç… Gerçeğin perdelenmesinde en önemli yön de budur; düşmanlıkları artıran da.. Kurbanların kötü olduğu, her şeyi yapabileceklerine dair bu kör inanç, düşmanlıkları derinleştirir, kurbanları her defasında yeniden kurban eder.

‘KATİL DEVLET’

‘Kırmızı Pazartesi’ler ülkesinde devletin sorumluluğuna bütün bu “bilme” haline rağmen işaret edilemez. On binlerin yüz binlerin cenazelerde, anmalarda, protestolarda hep bir ağızdan, sakıncasız ve doğruluğuna en inanılan sözlerin gürlüğünde atılan slogandaki “Katil devlet” deyişi siyasetçilere, gazetecilere, akademisyenlere, aydınlara yasaklanır. Bu sözün bedeli “terörist” olmakla itham edilmektir ve “teröristler” her türlü kötülüğün hedefinde olabilir. Sözün karşısına çıkarılan bu korkutucu tehditle geri adımlar atılır, devlet içindeki güçlerin parçalılığından, kastedilenin ihmaller olduğundan dem vurulan yeni bir dil ortaya çıkar.

Selahattin Demirtaş hatırlatmıştı,  yaşamı genç bir bilge gibi kavrayan sevgili Arat Dink’in “katil devlet” denilmemesi telkinlerine karşı “Katil değil, seri katil” diye yazdığını..

Devletin ne olduğuna dair sonu gelmez tartışmaları bir yana bırakıp; bütün bu olup bitenlerin bize devletin bir kötülüğü olduğunu, “yalan”ın hükümdarlığının da en az patlayan bombalar kadar bedenimizi, ruhumuzu parçaladığını ve yalanla baş etmeden zulümle baş edemeyeceğimizi unutmamak gerekiyor.

Kemal Göktaş

Journo E-Bülten