Hallerimiz

Kobani ‘düştü düşecek’ken: Osman abi senin burada ne işin var?

Bölgeden haber yapan pek çok gazetecinin başından geçmiş bir hikâye aslında bu. Bir yol kesme, bir kimlik kontrolü hikâyesi. Sorun ise buna alışmış olmak.

6-8 Ekim olayları (2014) olarak bilinen dönemden birkaç gün öncesi. Kurban bayramı. Ama bayram yok. Ayn el-Arap ya da Kobanê ya da Kobani’deki savaş artık şehir merkezine taşınıyor. IŞİD ya da DAİŞ ya da DAEŞ, YPG’nin savunma yaptığı Muştenur tepesinin eteklerinde. Doğu mahallelerde çatışmalar artık şehir savaşına dönmüş. Mürşitpınar sınır kapısına yaklaşık bir buçuk km mesafedeki, Kobani’yi cepheden gören, çekim yaptığımız tepe, güvenlik gerekçesiyle boşaltıldı. Zira çatışmalardan seken mermiler artık Türkiye tarafına, tam da bizim üzerimize geliyor. Ama haber yapmamız da gerekiyor. Bu, kaçak göçek de olsa en azından sınırın sıfır noktasına gidip görüntü almak, bilgi toplamak demek.

Bölge çok hareketli. Kobani’nin doğu mahallelerinde IŞİD bayrağı var artık ve silah sesleri birkaç gün öncesine göre aralıksız geliyor. Bölge halkı tıpkı bir futbol maçı izler gibi Kobani’deki şehir savaşını izliyor. Savaşanların içinde akrabaları var. Daha bir yıl önceki kurban bayramında et aldıkları/verdikleri teyze kızı ya da amca oğlu derecesindeki akrabalıklar.

Yani insanlar gergin. IŞİD’e öfke, YPG’ye karşı ise bir tür kaygı var. Herkesin aklındaki soru: “Acaba ne kadar dayanabilecekler?” İnsanların aklındaki o soruya yanıt vermek için de kameraman arkadaşım İbrahim Tozbey ile birlikte sürekli sınırın sıfır noktasında dolanıyoruz. Artık gözle görülen mevziler arasındaki mesafeyi görüntülemek, yeni bilgileri teyit etmek için.

O günlerden birinde Mürşitpınar sınır kapısına yakın bir noktada, güvenlik güçlerine yakalandık. Tam da IŞİD’in Muştenur tepesi eteklerine diktiği bayrağı görüntülerken, yani IŞİD’in artık Kobani’nin neresinde olduğunu kanıtlamışken. Yani herkesin aklındaki “Acaba ne kadar dayanabilecekler?” sorusuna yanıtı verecekken.

Kimlik kontrolü yaptılar, sarı basın kartı sorup gazeteci olduğumuza ikna oldular. Hayatımızı tehlikeye attığımızı, uzak bir bölgeden görüntü almamız gerektiğini söyleyip bıraktılar. Tüm bunlar olurken 200, en fazla 300 metre ileride 40-50 kişilik bir grup bizi seyrediyordu. Savaşı izlemeye gelen vatandaşlardır diye tahmin ettik. 300 metre sonra da o grup tarafından durdurulduk. Askerin bize ne sorduğunu, orada ne yaptığımızı, kim olduğumuzu soruyorlardı. Bağırarak, biraz da tartaklamaya yeltenerek. Bu kez seyreden güvenlik güçleriydi. Kameraman arkadaşım Kürttü. Kürtçe, gazeteci olduğumuzu, askerin de bizi güvenlik nedeniyle bölgeden uzaklaştırdığını söyledi. Grubun lideri olduğunu anladığım kişi ile kameraman arkadaşım arasında Kürtçe konuşma devam etti. Yine bağrışma ve tartışma şeklinde. “Ne dedi?” diye sordum, “Küfür edip kimliklerimizi istiyor” dedi. Anlamıştık. Grup PKK’lıydı. İyi de askerin 300 metre ilerisinde nasıl olur da kimlik kontrolü yapabiliyordu. Ya da bir gazeteci nasıl olur da 300 metre önce devletin güvenlik gücü, 300 metre sonra ise bir PKK’lı tarafından sorgulanabiliyordu…

“Kimliğimi nasıl geri alabilirim” diye düşünürken bir ses duydum. “Osman abi senin burada ne işin var?” diyordu. Kameraman arkadaşım grubun lideri olan kişiyle tartışmasını sürdürürken seslenen 17-18 yaşlarındaki genç elini uzattı. Tokalaştık. “Tanıdın mı beni?” dedi. Dumur olmuştum. Tanımadığımı anladı. Uzun uzun anlattı ortak hikâyemizi. Sanki yıllardır birbirini görmeyen çok eski üniversite arkadaşlarıymışız gibi. Meğer yıllar önce, ben daha çiftçilik yaparken, mevsimlik işçi olarak bizim yanımızda çalışmışlar ailesiyle. O zamanlar 6 yaşındaymış daha. “Sen beni traktörün üzerinden pamuk arabasına atardın, oynardın bizimle” dedi. Ben onu da hatırlamadım o an, ama bozuntuya da vermedim. “Evet, evet” diye geçiştirdim durumu.

Sonra ben anlattım kendimi; işte çiftçiliği bıraktım, üniversite okudum, gazeteci oldum falan. Kameraman arkadaş hala tartışıyordu. Genç seslendi, “Abi bunlar benim arkadaşım, gazeteciler” gibi bir şeyler söyledi. Kimliklerimiz geri verildi. Az önce bize bağıran grup lideri, bu kez son derece nazik bir üslûbla “özür dileriz” dedi. “Bazen gazeteci kılığında IŞİD teröristleri geçiyor, o nedenle sorguladık.”

Arabaya bindik ve Suruç’a doğru ilerlemeye başladık. Yol boyunca İzmirli bir Türk, Ağrılı bir Kürt olarak “Türkiyeliliği” konuştuk. Yıllar önce oyun oynadığım bir çocuğun yıllar sonra bambaşka bir coğrafyada, bambaşka bir durumla karşıma çıkıp, sanki devamlı görüşüyormuşuz gibi davranmasını hayretle karşıladık. 90’lardan kalan acıları anlattık birbirimize. O köyünde yaşanan çatışmaları anlattı, ben şehit cenazelerini. Sonunda barışta anlaştık.

Barışa gelene kadar eleştirdiklerimiz, küfrettiklerimiz, iğrendiklerimiz… Onlar da bizde kalsın.

Osman Girgin

İzmir Ekonomi Üniversitesi İletişim Fakültesi Medya ve İletişim Bölümü mezunu. Star Gazetesi ve Doğan Haber Ajansı İzmir Bürosunda Polis Muhabirliği yaptıktan sonra CNN Türk Ankara Bürosunda stajyerlik, Fox TV Ankara Bürosunda yarı zamanlı muhabirlik yaptı. 2014 Ocak ayından bu yana Habertürk TV'de muhabir olarak çalışıyor.

Journo E-Bülten