Popüler televizyon dizisi Çernobil, tüm dünyada nükleer enerji tartışmasını hararetlendirdi. Ukrayna’daki bir santralde 1986’da yaşanan felaketi konu alan dizi, nükleer enerjiye yönelik endişe ve şüpheleri yeniden gündeme getirdi. Peki, Türkiye’de medya nükleer enerjiyle ilgili konuları nasıl işliyor? Bir dizi, halka gazetelerden daha fazla bilgi verebilir mi? Gazetecilere sorduk.
Merkezi Viyana’da bulunan Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na göre, dünya genelinde faal durumdaki 442 nükleer santralin yüzde 20’si önemli derecede sismik faaliyetin olduğu bölgelerde inşa edilmiş durumda. Türkiye’de Akkuyu Nükleer Santrali’nin inşaatı sürerken Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen ay Orta Anadolu Ekonomi Forumu’nda “Birilerinin elinde nükleer başlıklı füze var ama benim elimde nükleer başlıklı füze olmasın! Ben bunu kabul etmiyorum” demesi tartışma yarattı.
Ağır atom çekirdeklerinin nötron yakalamaları sonucu parçalanması ve hafif atom çekirdeklerinin çok yüksek sıcaklıkta birleşme tepkimeleri sonucunda ortaya çıkan büyük miktardaki enerjiye nükleer enerji adı veriliyor. Fisyon tepkimesinde açığa çıkan nükleer enerji, fisyon ürünleri olan parçacıklar ve gama ışınlarının reaktör içerisindeki yakıt ve diğer maddeleri oluşturan atomlarla çarpışması sonucu ısı enerjisine dönüşüyor. Isı enerjisiyle elde edilen buhar aracılığıyla türbin-jeneratör sisteminde elektrik enerjisi üretiliyor. 1950’li yıllardan bu yana elektrik üretiminde kullanılan nükleer santrallerden dünya enerji talebinin yaklaşık yüzde 6,8’i karşılanıyor.
Nükleer santral projeleri Türkiye basınında nasıl ele alındı? Risk analizleri tam manasıyla yapılabildi mi, okurlar konuya tüm boyutlarıyla vâkıf olabilecek kadar bilgilendirildi mi? Bu ve buna benzer sorulara yanıt bulabilmek için öncelikle Akkuyu Nükleer Santrali’nin gündeme yerleştiği günlerde yayımlanan gazetelere ve haber sitelerine bir göz atmak gerekiyor. Haberin nasıl ele alındığı, gelişmelerin okurlara nasıl aktarıldığı, yorum ve analizlerde kullanılan dil ve üslup söz konusu yayınların nükleer enerji meselesine yaklaşımını yansıtan bir turnusol kâğıdı işlevi görüyor.
Alternatif medyada sorgulayıcı haber ve yorumlar
Yazar Murat Belge, 10 Eylül 2019 tarihinde T24 haber sitesinde yayımlanan yazısında konuyu şöyle ele aldı: “Ben nükleer silah üretimine karşıyım (malumu ilam); ama yalnız silah değil, nükleer santral falan gibi ‘barışçıl’ kullanımlarına da dostane bir gözle bakamıyorum. Bunlarla (silah veya santral) mücadele edenlerden yana oldum hep. ‘Yana oldum’ dediysem gidip CND’nin o görkemli Trafalgar mitinglerine katılmadım ama o tarihte orada olsam mutlaka giderdim.”
BirGün gazetesi muhabirlerinden Anıl Ataş 21 Temmuz 2019’da yazdığı “A’dan Z’ye Akkuyu Nükleer Santralı inşaatındaki ihmaller zinciri” başlıklı haberde ortaya çıkan sorunların ciddiyetinin altını çizmişti:
“Mayıs ayında nükleer reaktörünün oturacağı temelin bazı bölümlerinde çeşitli aralıklarla iki kez çatlak oluştuğu, bu çatlakların Türkiye Atom Enerji Kurumu’nun (TAEK) müdahalesiyle giderildiği ortaya çıkmıştı. Buna göre çatlak olan bölümler tümüyle kırıldı ve yenilendi ancak tekrar çatlak oluştu. Beton kırıldı ve sorunlu bölümlerde temel yeniden atıldı. Çatlaklar giderilse de benzer tehlike devam ediyor. Santraldaki fiziksel ilerlemenin yüzde iki civarında olduğunu belirten çalışanlar, ‘Böyle bir projenin çok ciddi mühendislik ekibiyle yürütülmesi gerekiyor, yatırımcı bile olsanız projeyi her aşamada yetkin mühendis ekipleriyle kontrol etmeniz lazım. Ancak Akkuyu bünyesinde yeterli sayıda mühendis bulunmuyor, var olan mühendisler de konuya hâkim değil’ uyarısında bulundu.”
Ana akımda resmi açıklamalar aynen aktarılıyor
Hürriyet gazetesi ise Akkuyu özelinde nükleer enerjinin tehlikelerini vurgulamaktan ziyade devlete bağlı kurumların resmi açıklamalarına dayanan haberlere imza attı. Sayfalarını çevre ve halk sağlığı uzmanlarının yorumlarından ziyade bakan ve bürokratların açıklamalarıyla doldurdu. Örnek kabilinden 30 Mayıs 2019’da imzasız olarak yayımlanan bir haberden paylaşacağımız bölüm Hürriyet’in tutumu hakkında bilgilendirici olacaktır:
“Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank, Akkuyu’da inşa edilen nükleer santrale ilişkin önemli açıklamalarda bulundu. TSE’nin nükleer santrale ilişkin Atom Enerjisi Kurumu’yla protokol imzaladığını açıkladı. Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank, ‘Türk Standartları Enstitüsü’nün (TSE) Akkuyu Nükleer Santrali’ndeki rolü ve işlevi bizler için gurur vericidir. Enstitümüz inşa ve işletme aşamalarında gözetim, muayene, test, belgelendirme ve lisanslama konularında destek ve hizmet vermek üzere Atom Enerjisi Kurumu’yla protokol imzalamış ve faaliyetlere başlamış durumda’ dedi. TSE’nin yüklendiği sorumluluğun bilincinde olduklarını kaydeden Varank, ‘Attığımız ve atacağımız adımlar sayesinde TSE kamu ve iş dünyasının ihtiyaç duyduğu tüm sertifikasyon, muayene, gözetim ve test hizmetlerini eksiksiz sağlayacak altyapıya her geçen gün daha da yaklaşmaktadır’ diye konuştu.”
Sabah gazetesi de Hürriyet’ten aşağı kalmadı ve tamamen nükleer santralin Türkiye’ye kazandıracaklarına “çubuğu büktü.”
Barışçı kullanımdan silah üretimine geçiş
Alp Altınörs 10 Eylül 2019’da Artı Gerçek haber sitesinde yayımlanan yazısında Türkiye’nin Nükleer Silahların Önlenmesi Antlaşması’nın taraflarından biri olduğunun altını çizmişti. “Türkiye her ne kadar nükleer silaha sahip değilse de, topraklarının üzerinde (İncirlik Üssünde) ABD’ye ait 50 adet taktik nükleer silahı bulunduruyor. Ancak ABD’yle yaşanan sürekli gerilimler ortamında, İncirlik Üssü’nün de boşaltılması, buradaki nükleer silahların tahliyesi gündeme gelen bir konu oluyor” diye yazan Altınörs, metninde Rusya Bilimler Akademisi’nden Aleksey Arbatov’un görüşüne de yer verdi:
“Arbatov, Türkiye’nin nükleer bir güce dönüşmesinin ‘son derece gerçekçi bir senaryo’ olduğunu öne sürdü: ‘Şimdi, Rusya’nın desteği ile, Akkuyu nükleer santralini yapacaklar. Bu, uzmanların yetiştirilmesi, nükleer parçalanabilir malzemeyle ve reaktörün işleyişi ile tanışıklık sağlamak demektir. Atom enerjisi her zaman ikili kullanıma sahip bir olgudur.’ Rus uzman, ayrıca, Akkuyu santralinin yapım süreci içerisinde, ışınlanmış nükleer reaktör yakıtlarının sadece bilgisini değil, teknolojisini de elde edeceğini, nükleer silah yapımında kullanılan plütonyumun ise bu yakıttan çıkartıldığını belirtti.”
Doğan Satmış: Başka ülkelerde yüzlerce nükleer santral varsa…
Medyanın nükleer enerjiye yaklaşımı hususunda gazetecilerden görüş aldık. Önce, küresel planda gerek maliyeti gerekse de çevre için tehlike arz etmesi nedeniyle nükleer enerji kullanımından vazgeçilir ve var olan nükleer santrallerin kapanması için projeler geliştirilirken Türkiye’nin nükleerle yakın ilişkiye girmesini, Akkuyu nükleer santralinin temelinin atılmasını nasıl değerlendirdiklerini sorduk.
Basın Konseyi Yüksek Kurulu Üyesi Doğan Satmış, küresel anlamda nükleer santrallerin kapatılmak istendiğini ama bu kapatmalar söz konusuyken, yüzlerce nükleer santralin çalıştığını da unutmamak gerektiğini belirtiyor ve ekliyor: “Başka ülkelerde yüzlerce nükleer santral varsa, Türkiye gibi enerji ihtiyacı yüksek ancak parası da olmayan ülkelerin buna sıcak bakmasını anlamak lazım. “
Süleyman Arıoğlu: Hâkim sınıfların düşündüğü bir çözüm
TV 100 editörü Süleyman Arıoğlu ise bunun “gelişmekte olan ülke” diye adlandırılan kapitalizmin çevre ülkelerine ilişkin genel bir olgu olduğunu düşünüyor. Arıoğlu şöyle diyor:
“Türkiye kapitalizminin eriştiği gelişme düzeyi ya da Marksist ifadesiyle, üretici güçlerinin gelişim düzeyi, enerji kaynaklarına açlığını artırıyor. Ancak emperyalist merkezin denetimindeki fosil yakıta erişimin maliyeti de Türkiyeli kapitalisti, yüksek maliyetle üretim yapmak zorunda bırakıyor ve uluslararası rekabette de geri düşüyor. Yani kapitalist birikim ve üretici güçlerin gelişimi, enerji açısından da kapitalist bir çevre ekonomisi olmanın getirdiği sınırlamalara takılıyor. Türkiye hâkim sınıflarının burada çözüm olarak düşündüğü şeylerden biri, son yıllardaki moda ifadesiyle enerji kaynaklarını çeşitlendirmek. Burada da çözüm olarak gördükleri şeylerden biri de nükleer enerji.”
Atakan Sönmez: Çernobil ve Fukuşima’nın ağır bedeliyle anlaşıldı
Cem TV editörü Atakan Sönmez, endüstri devrimini ıskalayan ülkenin kapitalist üretim modelinin geçtiği tüm evreleri takip ederek bu geri kalmışlık farkını kapatma isteğinin altını çiziyor:
“Gerçekten taşıdığı bütün risklere rağmen nükleer güç santralleri geçmişte enerji konusunda görece avantajlar sağlamıştır. Ancak bunun riskleri Çernobil ve Fukuşima gibi ağır bedellerle anlaşıldı. Bugün birçok alternatif enerji kaynağı olmasına rağmen nükleer enerjinin tercih edilmesinin bir nedeni bu. Diğer bir neden ise özellikle Akkuyu’yu inşa edecek olan Rusya ile kurulmak istenen stratejik ilişkinin bir unsuru olarak görülmesi. Akkuyu’nun ısrarla yaptırılmak istenmesi ile S-400 alımlı arasında bir paralellik kurmak mümkün. İşin mali boyutuna baktığımızda da hem proje bedeli hem de üretilecek enerjinin diğer alternatif enerji kaynaklarına göre yaklaşık 2.5 kat daha pahalıya mal olacağı da ortada.”
‘Çernobil dizisi halka gazetelerden daha fazla bilgi verdi’
Basının bu husustaki gelişmeleri gerçekten tüm boyutlarıyla ele aldığı söylenebilir mi? Halkı nükleer santrallerin riskleri hakkında bilgilendirdiler mi, diye soruyoruz. Doğan Satmış, halkın tüm boyutlarıyla bilgi aldığını sanmadığını söylüyor: “Belki de Çernobil dizisi, halkın alabileceği bilginin çok daha fazlasını temin etti. Sonuçta nükleer santraller, tedbir alınmazsa çok büyük riskler içeriyorlar. Ama tedbir alındığı da bir gerçek. Öyle olmasa ABD’de 100’ü aşkın santral kurulmazdı.”
Arıoğlu, hükûmetin kontrolündeki basının bu işi, “yeniden ihya, şahlanma” edebiyatı içinde övgülere boğduğunu vurguluyor ve şöyle devam ediyor:
Hükûmetin kontroli dışındaki medya muhalif seslere yer verdi
“Her muhalif sesi, karşı duruşu, ‘Türkiye’yi geri bırakmaya çalışan, dış güçlerin kışkırttığı bir takım meczup kişilerin işi’ görünümüne sokmak istediler. Ama hem bu basının toplum nezdindeki yaygın itibarsızlığı hem de bu nükleer santrallerin yapılmak istendiği yerlerdeki halkın direnişleri, bu anlatının çok etkin olmasını önledi. Hükûmetin doğrudan kontrolünün dışındaki bir kısım medya kuruluşları ise, muhalif seslere ve protestolara da kısmen yer vererek ama büyük ölçüde kapitalist üretimin gerekliliği açısından meseleye yaklaştı. ‘Nükleer enerji lazım ama yaratacağı tehlikeler için de önlem alınmalı’ diye özetlenebilecek bir tutumu takındı.”
“Bir de değişik ölçülerde antikapitalist karakter taşıyan, ekolojik yönden haklı ve uzlaşmaz bir itirazı dile getiren sol, yeşiller, Kürt hareketi gibi değişik toplumsal muhalefet kesimlerinin ifade bulduğu basın organları var. Gerek gazeteleri gerek internet siteleri gerekse de diğer yeni medya mecralarıyla artık daha geniş kesimlere ulaşabilen ve eskinin merkez medyasının çökmesiyle etkinliği artan bu basın organları, nükleer enerji santrallerinin riskleri konusunda hakkıyla bilgilendirme yaptılar.”
‘Basın bu konunun üzerine yeterince gidemedi’
Atakan Sönmez de basının yetersiz kaldığını düşünüyor: “Basın da bu konunun üzerine yeterince gidemedi. Proje ilk gündeme geldiğini dönem yine daha fazla bunun riskleri basın tarafından kamuoyuna anlatıldı. Ancak geçen süreçte neredeyse bütün meselelerde olduğu gibi bu konuda da ‘milli duruş’ denen karartma hâkim oldu ve buna bağlı olarak da nükleer santraller konusundaki haberler azaldı.”
Ana akım medyanın bağlı olduğu şirketlerin ekonomik çıkarları aleyhine yayın yapabilmesi mümkün mü, diye soruyoruz. Satmış hemen yanıtlıyor: “Sadece ana akım medya değil, her türlü medyanın ekonomik çıkarları aleyhine yayın yapması düşünülemez. Bu en küçük medya organından, New York Times gazetesine kadar her türlü yayın için geçerli.”
Ardında da şunları ekliyor: “Reklam gelmeyecek diye halkı kandıran bir şirketi göz ardı etmemek basın ahlakının bir ön koşulu. Nükleer santraller ise, günümüzde en çok para kazanılan endüstrilerden biri olduğu için tüm sermaye gruplarının gözdesi. Türkiye’de daha önce medya sahibi birçok grup bu konuyla ilgileniyordu. Ancak konu Türkiye-Rusya gibi devletler arasında ihale edilince gruplar yararlanamadılar. Eğer 20 milyar dolarlık bir nükleer santrali bir grupta ise, onun da medyası varsa, tarafsız yayın yapması imkânsızdır.”
Medyanın sermaye yapısı ve otosansür sorunu
Arıoğlu soruya kısa ve net bir yanıt veriyor: “Hayır!” Bu ‘hayır’ın içini de şöyle dolduruyor: “Ana akım, yani büyük sermaye holdinglerinin kontrolündeki medya bağlı olduğu şirketin çıkarları aleyhine yayın ya-pa-maz! Zaten eşyanın tabiatına aykırı. Medya stratejik bir sektör ve öyle liberallerin sandığı gibi, buradaki mülkiyet ilişkileri, liberal ideolojik anlatıdaki ‘sihirli piyasa’ ütopyasına terk edilmez. Ve büyük medya kuruluşlarına sahip olan sermaye gruplarının tamamı aynı zamanda da enerji, madencilik, bankacılık ve inşaat ve daha pek çok faaliyetin içindeler. Dolayısıyla zaten her konuda halkın ve toplumun haber alma hakkına ve ihtiyacına yabancılaşmış, hatta karşıt hale gelmiş bu medyadan, nükleer enerji konusunda bilgi edinmek olanağı yoktur.”
Sönmez meselenin bir başka boyutuna işaret ediyor: “Türkiye’de basının üzerindeki tek baskı hükûmetlerin sansür baskısı değil maalesef. Medya gruplarının kendi içinde uyguladığı otosansür de gazeteciliğin önündeki en büyük engellerden biri. Bunun en temel nedeni de medya gruplarının medya dışı faaliyetleri ve bu faaliyetler için iktidarla kurulan çarpık ilişkiler. Türkiye’de özellikle kamu ihaleleri ve kamu kaynakları ile beslenen sermaye gruplarının medya konusunda bu kadar ‘iştahlı’ olmalarının nedeni budur.”
‘Böyle bir medyadan kamu yararına yayıncılık bekleyebilir miyiz?’
Nükleer enerji meselesi üzerinden bu durumun nasıl örneklenebileceği hususuna da geliyor Sönmez: “Nükleer santral konusunda medyanın suskunluğunun nedeni hakkında bir örnek vermek gerekirse, termik santralin kömür sahasında meydana gelen göçük nedeniyle toprak altında kalan dokuz işçinin bedeninin ‘göçükten çıkarılmasının maliyetinin yüksek olduğu’ gerekçesi ile toprak altına bırakılmasına karar veren şirket aynı zamanda Türkiye’nin en büyük medya grubunun bağlı olduğu sermaye grubuna ait. Böyle bir medyanın Akkuyu konusunda kamu yararına yayıncılık yapmasını bekleyebilir miyiz?”
Sonuç olarak, Türkiye medyasının nükleer enerji hususundaki tutumu aşağı yukarı bu doğrultuda şekilleniyor. Gerçekten de Çernobil’in bir televizyon dizisi olmasına rağmen basından çok daha fazla bilgilendirici ve uyarıcı olmayı başardığı görülüyor. Basın organlarının kâr getirmesi gereken şirketler arasından herhangi bir şirketmiş gibi yönetildiği gerçeği ve ekonomik çıkarların halkın doğru haber alma hakkının önüne geçmesi, gazeteciler tarafından da sorunun başlıca nedenleri olarak görülüyor.