Görüş

Gazeteci günlükleri: Size medyadaki karanlık birkaç yılımı anlatayım

TRT’den kovuldum, Hürriyet’ten istifa ettim, ne yoga ne Hinduizm beni sardı… Size medyadaki karanlık birkaç yılımı anlatayım. Asıl amacım aslında dertleşmek, aklımı yitirmemek için yaşadıklarımı paylaşmak…

“Her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi?

Anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın

işe yaramayacağına kim inandırabilir?”

Barış Bıçakçı – Bizim Büyük Çaresizliğimiz

İstatistiklerde genç işsizliği sayılardan ibaret. Birilerinin görevini yerine getirmek için açıkladığı zoraki rakamlar ya da Sayısal Loto’nun bir başka türü gibi. İşsizlik söz konusu olunca herkes sus pus iken, medyadaki gençler için sayıların ayrı değerlendirilmesi ya da gençlerin yaşanan süreçleri anlatacak platform bulmaları imkânsız.

Bu nedenle size son 10 yılımdan kısa bir seçki sunmak istiyorum. Kimsenin sesi olabilecek bir kanaat önderi değilim ancak bu tip tecrübeleri yaşayan çokça akranım var. Ama asıl amacım aslında dertleşmek, aklımı yitirmemek için yaşadıklarımı paylaşmak…

Neye yeteneğiniz var? Siz de saniyeler içinde buna cevap verebilecek kadar şanslılardan değilseniz, beraber helvamızı kavurmaya, cevap verdiyseniz hamd ve şükür arasına yuva kurmanızı teşvik etmek üzere sizi alt satırlara davet ediyorum.

En yanlış sosyopolitik dönemde doğdum

İlkokulda bile herhangi bir resim yarışmasına girmeye teşebbüs edemeyecek kadar yeteneksizliğinden emin, sıkıcı gitar kursuna kabul için torpil aratacak kadar anti-liyakat esaslı, halk oyunları ekibinden dışlanacak kadar ritimsiz, “elim iyidir” deyip de koskoca adamın saçını kesip 12 yıl kendine küstürecek kadar beyin-el koordinasyonu yoksunu, fizik ve matematikle tek bağı “vay anasına bu koca uçaklar nasıl gidiyor havada” ile sınırlı birinin hikâyesini anlatacağım. Tüm bu beceriksizlikler yetmezmiş gibi, olabilecek en yanlış sosyopolitik döneme doğma başarısı da cabası.

Gerçek olaylardan aktarılmış bu hikâyenin sonunun bir kısmını hadi söyleyeyim: Esas kız -bendeniz- saç kıranlarla, zonalarla geçen 10 yıllık dönemin sonunda öyle böyle gazeteci oldu. Havası kısa sürdü ama; çünkü şanı bunu gerektirirdi. Size karanlık birkaç yılımı, kurşuncuda biten kariyer hedeflerimi anlatacağım. Alışkanlıktan mıdır, arşive inancımdan mıdır bilmem ama iddialı açıklamalarını ses kaydı altına aldığım falcıdan da bahsedeceğim, unutturmayın.

90’larda çocuk olmak

Ortada aslında dramatik ya da siz okuyucuya dizlerini dövdürecek şoke edici bir hikâye yok; çocukluğuna dair en eski anının bir dakika karanlık eylemi, “koalisyon” kelimesi ya da “milenyuma girince elektrik kesintisi yaşanacakmış” dedikodusunu duyan disket sever neslin ortak sonunu, sorununu ve dar-ı imtihanla savaşından bir kesit sadece. Savaş hep vardı ama anlatacaklarıma rağmen hâlâ umutluydum; çünkü umut iyi bir kereviz yemeği yapıp “Masterchef’e mi başvursam” dedirtecek kadar güçlü bir arkadaştır.

Hikâyenin sonu olmasa da ara finalinde, her şeyden azar azar yapabilmenin de çok büyük bir yetenek olduğunu öğrendim. Peki ama bu dersi çıkarana kadar yaşanan hayal kırıklıkları? Hadi dertleşelim…

2012’de Türkiye’ye kesin dönüş ve spor kanalında iş

2012’de Türkiye’ye Avrupa’dan kesin dönüşüm, baht savaşlarının ilk patlak verdiği nokta. “İyi bavul yapmaktan başka neye yeteneğim var” sorusuna cevap bulmak için en doğru yerin İstanbul olduğuna stajlarla, o dönem derinden inanmıştım. Onların kaos dediğine ben ev diyecektim, çünkü içim de kafam da tıpkı İstanbul gibiydi.

Bu inançla bir spor kulübünün televizyon kanalında işe girdiğim ilk ayda, yönetim bir kalkışmayla, henüz dâhil olduğum birimi dağıttı. “Yeni bir sayfa açtım” motivasyonu, daha da yeni bir sayfa açarak kağıt israfına döndü. İstanbul’un bana birkaç sene içinde çokça kez öğrettiği dersin temelini orada attım: Mükemmel insanlarla tanışmanın bedeli Stephen King kitabındaki kanla beslenen mahlukatla da muhatap olmaktır.

Annem gazeteciliği bırakmamı istedi

Medya mensubu, bilime inanan, akılcılığı ve pratik çözümleriyle tanınan, cumhuriyet kadını annemin “ölümü gör, bırak bu sektörü” ısrarıyla akademik hayata yönelmeye karar verdim. Her şey tamamdı, ALES dışında. Kaç kez sınava girdim, ben unuttum. O periyotta yaşıtlarımı majör depresyona sokan, en iyi ihtimalle kafasında saç bırakmayan KPSS ve ALESlerin tümü şaibeli çıktı. Dümdüz anlatımla, FETÖ kurbanıydık.

Birandlı dönemin stajyeri olarak bir kere aklım çelinmişti, zaten asistanlık da olmamıştı. Velhasıl kelam, “bağımsız habercilik” sloganıyla kurulup, akıbeti son tahlilde, cemaatle masaya satış pazarlığı için oturmaya varan haber kanalını ve açılış motivasyonunu hatırlamayan yoktur.

Kuruluşunun ilk başlarıydı, insanın içi kıpır kıpır oluyordu. Böylesine bir ekibin içinde olma fikri, inandığın şeyler için çabalamanın mali bir bedeli olamazdı -ki olmadı da, sabah 3.30’da başlayan karşılıksız mesaide “yalnız bu patronlar, müdürler birkaç saat önce ortada bıraktıkları dev Johnny Walker şişeleri yerine yemek çıkarttırsalar ya da borçtan kapanan telefonları mı açtırsalar acaba” diye diye dirsek çürüttük.

‘Kimseyi gözünde büyütme’

Yine de idollerimle beraberdim. Sonuçta onlar o devasa haber kanallarından atılmış gibilerdi ama aslında onurlarıyla kapıyı çarpmışlardı! Zeybek sarı, gece gündüzdü. Bu sürecin bana kattığı bir yetenek değil ama öğrettiği bir ders var: Kimseyi gözünde büyütme. Sen büyüttükçe onları, onlar havalı gözlüklerinin çerçevelerini düzeltip “Fotokopinin kağıdı bitti diye işten mi ayrılınır, getireyim evden bir balya kağıt da sus” diyecekler. O günden beri sektörden kimseyi örnek alacak kadar hayran olamadım. O yeteneğim köreldi, pusulamın camı çatladı. Oradaki hayal kırıklığı hiç onarılmadı. Onlarınsa kimi Almanya’dan tweet attı, kimi YouTube’dan kontrollü muhalefet yaptı.

İmam hatiplilerde patlayan deizm gibi, ben de kendi inandıklarıma bağlılığımı kaybettim. Öyle ki iktidara baş parmağından daha yakın bir haber kanalına iş görüşmesine gittim. Dövmelerimi bile kapamıştım! Uzun uzun özgeçmişimi anlattıktan sonra, haber müdürü A4’ü janti bir salvoyla masaya attı ve “Amerika’yı yeniden keşfetmiyoruz. İş öğretilir, belki bir haftada, belki üç ayda. Sen bana söyle, bizden misin değil misin” dedi. Profesyonellik, yüksek ortalama, birkaç yabancı dilden bahsettiğimi hatırlıyorum. Üç dakika bile sürmemişti, kapıdan çıkmıştım. Kifayetsiz muhterislik yine kazanmıştı.

TRT’de ‘Davutoğlucu’ kaldım!

Türkiye’deki her türlü muhalefetin kibirli simülasyonunu tadıp ve parti bülteni mantalitesiyle hayatına devam eden haber kanalı görüşmesi sonrası bir şok etkisiyle, TRT’de ve alt oluşumlarında süzülmeye başladım. Cemaat, hükûmet çatışmalarının tabandan çatırdamaya başladığını bir siyaset bilimci olarak, 15 Temmuz’dan çok önce gözlemleme fırsatım oldu, özellikle de yemekhane ve reji kritik noktalardı.

Mükemmel insanlar biriktirdiğim dönemin bitişi Binalı Yıldırım’ın başbakanlık görevine başlamasına denk geliyor. Yeni başbakan ve onunla yeniden şekillen TRT’de, absürttür ki ‘Davutoğlu’cu kaldım! Fikren, cebren, ideolojik ve hilesiz olarak “Başıma bu da mı gelecekti” diyerek ve alerji etkisi yapan bu etiketi taşıyarak “Seni severiz ama Davutoğluculuk mâlum” diyen yöneticilerle vedalaştık.

Kara komedinin daha beteri olamazdı. Aynı dönem, bir sopayla kovalanmadığı kalan başkanlarla (TRT’de herkes sınıf başkanı gibi bir unvan taşıyor) yemekli sohbetleri kahkahalarıyla şenlendiren birileri hâlâ yerinde sabit. Demek ki bu da bir yetenek, her devrin insanı olmak. İnandıklarınla değil, doğru parfüm ve bolca tebessümle. Al işte bal gibi yetenek!

Hürriyet’e, kurşuncuya ve yogaya giriş

Buradan kelli felli bir gazete olan Hürriyet’te çalışmaya başlamam ise Anadolu kulübünün Şampiyonlar Ligi’ne doğrudan katılımı gibiydi. Gazeteye girişte referansların yükü ağırdı. Öncesinde 5 iş görüşmesine gitmiş olmak ise, yalan değil, yeni bir başlangıç yapma gücünü azaltmıştı.

Lakin gazeteden bahsetmeden önce, dünyayı gezmiş görmüş, din olarak sonsuz sekülerizmi benimsemiş, ekonomi okumuş “stylist” bir arkadaşımın “Bu kadar olmaz diyerek” beni şehrin diğer ucundaki kurşuncuya götürüşünü de atlamayalım. Artık öz saygı ya da ideoloji peşinde koşacak hâlim ve bir hayalim yoktu. Bir umut kıvılcımı arıyordum, ancak kurşuncu doğru adres mi pek de emin değildim.

O an sadece gerilmiş bir çarşafın altında nazarsavar peşinde de değildim, özsaygımı da magmaya yollamaya hazırdım. Yeter ki bir şeyler değişsindi! Bu dünyanın dışından bir güç lazımdı, bu kesindi! Yogaya obsesyon seviyesinde ağırlık verdim. Sonradan beşiyle aynı sektörden olduğumuzu öğreneceğim yoga sınıfımda iç huzuru aradım. Bulamadım. Bol bol medya dedikodusu yaptık.

Demek ki benden apartman yöneticisi bile olmayacak

Gazetede çalışmak patikada bisiklete binmek gibi. Bunu yapınca diğerleri devede kulak kalıyor! Fakat bu patika yola, dönüp bakınca insanın aklına bir tane mi kötü şey gelmez. Hatta o kadar iyiydi ki “bakalım n’olcak da bu iş darbe alacak” derken, darbe değilse de tüp gaz patlaması yaşandı. Gazetenin şu an içinde bulunduğu endüstride sıkça kullanılan sıvılaştırılmış petrol gazına dönüşmüş değersiz hâlinden bahsetmek yerine, şairin dediği gibi “Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum” dediğim bir grup insanla yan yana olma mutluluğuyla anıyorum.

Yine gitme vakti geldiğinde maddi manevi gerçekler ve soru işareti dolu gelecek ortadaydı. Yeni açılan yabancı sermayeli bir televizyon kanalına transfer oldum. Siyasi, etnik, şakalı ve kapalı kapılarla dolu sebeplerle burada yaşanan yönetim değişikliği yine kimi vurdu tahmin edin? Bezdirme politikası yöneticilik için olmazsa olmaz bir yetenekmiş meğer. Demek ki benden apartman yöneticisi bile olmayacak.

0.01 puan farkıyla akademisyen olamadım, bari Hindu olayım dedim

Bu sektör bitti diyerek yeniden azimle akademiye dönerken, artık şartlar daha çetindi. Sadece “parlak” çocuklara yer vardı. Her şeyden azar azar yapanlar peki ama ne olacaktı? Hemen cevap vereyim, 3.00 genel not ortalaması gereken akademik kariyer planlamaları, bendeki mevcut 2.99 ortalamayla yine kara komedi dalında ödüllük seviyeye çıkmıştı. Onlarca KHK’lı hocam arasında isyan etmeyi şımarıkça buldum, sustum.

Hemen akabinde “Benden ne olacak” sorusuna yanıt bulmak üzere sırt çantamı alıp Hindistan’a gittim. En azından Hindu olurdum belki; anın içine girmeye odaklanıp, bitmiş geçmişe ve kontrol edemeyeceğim geleceğe odaklanmayı keserdim. 31 Mart 2019 yerel seçimleri ateşiyle ülkeye geri döndüğümde, vejetaryen ve umutluydum.

Acaba benim zamanım mı geliyor? (Gelmedi)

Günlerimi tavana bakarak geçirdiğim o günlerde, emek tarihinin en motive iş görüşmesinden “Şimdi dinlen, ağustos sonu, eylül başı çok işimiz var” cümlesini duyup, hayırlı olsun nidalarıyla çıktığımda dedim ki “Acaba benim zamanım mı geliyor?” Çünkü hayallerim gerçek olacaktı. Bir Florence Nightingale değil belki ama Amelie olabilecektim; hayatımı anlamlı şekilde üreterek, şehri güzelleştirerek geçirebilecektim. Fakat Beşiktaş taraftarının efsanevi pankartı yine haklı çıkmıştı; umutlandırıp, yine utandırdılar. Kasım ayı sonu itibariyle size bir güncelleme: ne arayan var ne de soran var!

Otuzuncu yaşımda, başka bir sektöre sil baştan başlamak için çok geç kaldım. Fakat koltuğu az yolcusu çok bu otobüste, hala tecrübesiz, çok yönden eksik ve amatörüm; şoför olamadım ama iyi bir muavinim.

Birand’ın yanlış sözlerine odaklanmışım

Peki şimdi ne yapacağım? Zamanın ruhunda çok okumanın, iyi bir akademik geçmişin önemsizliğini kendime itiraf edebilecek kadar büyüdüm mü? Oradan oraya gitmek hata mıydı? Yani yaklaşık 10 seneye çokça veda sıkıştırmak mı doğruydu, yoksa tıpkı hiç veda edilmeyecekmiş gibi bir şirket altında köklenmek mi gerekiyordu?

Ak Parti hükumeti ilk seçildiği akşam Birand’ın yayınını hatırlıyorum. İzlerken, konuya ne kadar hâkim olduğunu, sanki seçilenin kendisiymiş gibi emin davranışını izlerken büyülenmiştim. Meğer o yayında çok yanlış bir noktaya dikkat etmişim. Aslında odaklanmam gereken, onun “Artık hiçbir şey eskisi gibisi olmayacak” minvalinde yinelediği sözleri olmalıymış. Keşke şimdi zamanı geri alabilsem. Tüm bu hayal kırıklığını giderebilmek için, zamanı geriye alabilmek, sahip olmak istediğim tek yetenek.

Cansu Şimşek

Siyaset Bilimi okudu, Uluslarası İlişkiler yüksek lisansı yaptı. Çeşitli televizyon kanallarında ve Hürriyet gazetesinde çalıştı. Dublaj yapıyor ve neoliberalizmde müştereklerin (the commons) ortak kullanımı üzerine çalışıyor. Hinduizm’den de vazgeçmiş değil. Yasal statüde işsiz.

Journo E-Bülten