Hep müşteri/kullanıcı deneyiminden bahsediyoruz. Biraz da çalışan deneyimi üzerine konuşalım. Mesela şirketler çalışanları neden elinde tutamıyor hiç düşündünüz mü? 30’larındaki insanlar neden hâlâ öğrenci evlerinde yaşıyor?
Sektörde bir müşteri/kullanıcı deneyimi lafı almış başını gidiyor. Köşe yazıları, makaleler, araştırmalar, sektörel dergilerin kapak ve dosya konuları, konferanslar, paneller ve hatta sertifika programları ve özel üniversitelerin yeni açılan bölümleri; her şey, herkes bunu konuşuyor. Her yerde bas bas bağırılıyor: Müşteri deneyimi, satışa dönüşen pazarlamanın ‘kader anı’. Bunu iyi kavrayan ve bünyesinde başarılı uygulayan firmalar rakiplerinin birkaç adım önüne geçecek. Evet, tüm bunlar doğru. Devir deneyim devri. Dijital pazarlamanın reklam satın alma birimleri bile Cost-per-Click/Mille’den Cost-per-Engagement’a evrildi. Kime kaç kere neyi gösterdiğiniz değil, kime ne kadar deneyim yaşattığınız ve bu deneyimle kimi ne kadar etkilediğiniz önemli artık.
Çalışan memnuniyetini artıranlar
Elbette bir markayı ayakta tutan kullanıcı/müşterilerdir. Ancak işin bir de arka yüzü var. Ön yüzde müşteriler için kırk takla atan firmalar -ki aslında bu denklemde taklayı atan çalışanlar, attıranlar ise firmalardır- çalışanlarının yaşadığı deneyimi hiç mevzu bahis etmezler. Tabiri caizse, kaz gelecek yerden tavuk esirgerler. Bir şirket teknik olarak iki şekilde gelirini artırır ama aslında gelir artırmanın dolaylı bir yolu daha vardır, o da çalışana yatırım yapmak ve çalışan memnuniyetini artırmak. Bunu en iyi kavrayan şirketlerin başında, dünyanın üç devi Amazon, Google ve Facebook gibi var. Yerli ve milli şirketlerimizin başında ise Yemeksepeti geliyor. Şirket, bunu ne kadar iyi kavrayıp özümsediğini pek çok sefer göstermiştir. Nevzat Aydın, 2015’te şirketi 589 milyon dolara Alman Delivery Hero’ya sattığında, kazandığı 27 milyon doları 114 çalışanına paylaştırmıştı. Neden sizce? Hayrına mı? Yoo, hayır. Tam aksine, oranlayınca çok da büyük bir meblağa tekabül etmeyen bu miktarı “yol arkadaşlarına” pay ederek kazandığından daha da fazlasını hedeflediği, bundan daha büyük çıkarlar elde edeceğini bildiği için. Yani Yemeksepeti’nin başarısının ardında çok iyi bir fikir olduğu kadar çok da akıllıca bir bakış açısı yatar. Tam da bu anlayışla, yeni nesil ofislerin en son ve en iyi örneği, Yemeksepeti’nin yeni ofisi Yemeksepeti Park’ta yemekhaneden tribüne, spor salonundan oyun odalarına kadar her detay ile çalışanların memnuniyeti hedeflenmektedir. Elbette ki, safiyane duygularla çalışanların salt ‘eğlenerek’ çalışmaları için değil, ‘verimli=kârlı’ çalışmaları için bunca büyük bir yatırımla böylesi devasa ve kullanıcı odaklı bir ofis tasarlanmıştır.
Çalışan odaklı ofisler
Son yıllarda co-working space denilen ortak çalışma alanlarının artması da elbette tesadüf değil. Bu vizyona sahip şirketler, işin bir ofis kiralamaktan ötesi olduğunun farkında. Paylaşımlı ofis konseptiyle yola çıkan Kolektif House’u ele alalım. Özellikle de plaza çalışanları için bir cazibe merkezi. İnternet sitelerindeki açılış ekranında hedeflerini şöyle anlatırlar: “Ofis anlayışını baştan tasarlıyoruz. Hayalleri olan, işini sevdiği için yapan, bir arada üreten ve yetecek kadar tüketenlerin ofisi.” Pazartesi kahvaltıları, nefes egzersizleri, lounge alanları, meditasyon odaları, networking etkinlikleri, yoga eğitimleriyle onlarca farklı firmanın binlerce çalışanından bir community yaratmayı çok iyi başardılar. Kısacası, çalışma eylemini çalışma olmaktan çıkartabilecek her detayı düşündüler. Yaygın kanının aksine, çalışanlar eğlenmekten iş yapmaya vakit bulamıyor değil demek ki.
Büyük sermaye çalışanları elinde tutamıyor
Peki işler nasıl buraya vardı? Çok basit! Bir şirketin atar damarlarından biri sermayesi, diğeri de ekonomik sermayesi kadar değerli olan emek sermayesidir. Yeni çağın dinamiklerinin farkında olan firmalar bu çok kıymetli olan emek gücünü kendilerine çekebilmek için kırk takla atmaya razıdır, hatta bunun için birbirleriyle yarışmaktan gocunmazlar. Öyle ya, günümüzde Türkiye’nin en büyük sermaye gruplarından Sabancı ve Koç grubu şirketlerinin bile son yıllarda mustarip olduğu en büyük sorunların başında elde tutulamayan çalışanlar geliyor. Adeta pek kıymetli emekler ellerinden kayıp gidiyor. Y kuşağında bile duvara toslayan şirketler, Z kuşağıyla nasıl baş edeceklerini düşünüyor.
Öyle ya, yıllarca okuyup, derslerden en yüksek notları almaya çalışıp, gençliğini dershanelerde çürüten yarış atlarından asgari ve asgariden hallice ücretlerle çalışmalarını isterseniz neden sizi tercih etsinler? Hadi bir gafletle ve çevre baskısıyla kabul edip işe başladılar diyelim, elbette üç kuruş fazla veren Y firmasına kolaylıkla gönülleri kayacaktır. Hele bir de ‘sabah on beş dakika geç geldin, akşam on dakika erken çıktın, mola süresini uzun tuttun, sık sigaraya çıktın’ gibi otoriter davranışlar sergilerseniz elbette ki arkalarına bakmadan sizden uzaklaşmayı tercih edeceklerdir. Eskiden bir şirkette işe girip aynı şirketten emekli olmak makbuldü. Günümüzde ise süreç tersine işliyor. Bir yerde ne kadar fazla kalırsanız o kadar zararınıza oluyor. Aynı şirkette beş yıl çalışıp elde edilecek maaşı bir iki yılda beş firma değiştirerek elde etmek varken hele… Vakit işverenler için nasıl nakitse, çalışanlar için de öyle.
İşverenin işsizlik kozu ve uzayan gençlik
Evet, işverenlerin elinde çok güçlü bir koz var: Reel boyutları sürekli saklanan “İşsizlik” belası. Dünyada olan bitenin farkında olmayan işverenler buna bir de “senden çok var” tutumunu ekleyerek bir anda bütün dünyasını karartırlar çalışanların. Kaybedenin, isyankâr ve tamahkâr işçinin kendisi olacağını sıklıkla ima eder, hatta bazen de açıkça beyan ederler bunu ama kaybedenin belki de kendileri olabileceklerini hiç akıllarına getirmezler. Kendilerinin de aynı yollardan geçtiğini, şirketlerini ne zorluklarla kurduklarını, bu yaşa gelip hala çalıştıklarını anlatarak böbürlenir ve bu sömürü düzeninden kaçışın mümkün olmadığını söylerler çünkü onlara kimse sormaz; kendileri üniversite sınavına girdiğinde kaç kişiyle yarıştıklarını, o şirketi kurduklarında piyasada rekabetin, enflasyonun, hayat pahalılığının ne boyutta olduğunu ve daha bilumum şeyi…
Evlenme yaşının 20’li yaşlardan 30’lu yaşlara çıkması yalnızca modern hayat ve ilişkilerin sonucu mu sanıyorsunuz? Hayır. Kimse otuz yaşından önce insan gibi yaşayabileceği, kaliteli bir hayat standardına kavuşabileceği seviyede bir maaş alamıyor da ondan. Uzayan gençlik diye bir şey duydunuz mu hiç? Bu konuda bir sürü araştırma yapıldı, bir sürü çalışma yayınlandı. Ergenlik yaşı otuzlara çekildi çünkü insanların bir ev arkadaşıyla eve çıkmadıysalar ya da evlenmediyseler aileleriyle yaşamaktan başka çareleri yok. 30’larına merdiven dayamış koca insanlar öğrenci gibi takılıyorlar hayatta. Tek farkları, harçlıklarını ailelerinden değil de işverenlerden almaları çünkü maaşlar “harçlık” denebilecek kadar düşük seviyelerde. İstanbul’da ortalama bir beyaz yakalının tek başına eve çıksa aylık ne kadar gideri olacağını kabataslak hesaplayalım. 1.000-1.500 TL kira (1+1), 500 TL faturaları (elektrik, su, doğalgaz, telefon, internet vd.) + 150-200 TL yol parası + 500 TL yiyecek masrafı (sabah tost, akşam makarna, bazen de fast food) diyelim. Hala size hayatta kalmak için ödeyeceği gider kalemlerinden bahsediyorum. 2.150 – 2.700 TL! İşte size büyük ve korkunç resim.
Çalışan lehine esnemeyen saatler
İş görüşmelerinin %90’ında “üç kuruş verip ananızdan emdiğiniz sütü burnunuzdan getireceğiz” diyemedikleri için “esnek çalışma saatleri sizin için sorun olur mu?” diye sorarlar. Gelin görün ki girişlerin belli, çıkışların olabildiğince belirsiz olduğu o esnek çalışma saatleri hiçbir zaman çalışanlar lehine esnemez. Mesai biter, iş bitmez. Oysa, siz nasıl ki çalışanlarınızdan iş dışında da işleri için bir şeyler yapmalarını bekliyorsanız aynı şekilde onlara da mesai saatlerinde kendilerine bir şeyler katmaları için müsaade etmelisiniz. Müşterileriniz için tasarladığınız o harikulade deneyimlerin binde birini çalışanlarınıza da reva görmelisiniz. Bu sizi ekonomik olarak batırmaz, ama dikkat edin; niteliksiz işgücü ve mutsuz çalışanlar ordusu bir gün şirketinizin iflas bayrağını kendi elleriyle çekebilir.
Ezcümle, günümüz toplumunda günün büyük bir bölümünü çalışarak geçiriyoruz. Eşimizden, ailemizden çok iş arkadaşlarımızı görüyoruz. Evimizde ya da dışarıda geçirdiğimiz zamandan fazlasını ofislerde geçiriyoruz. Dolayısıyla bu süreyi ve emeği verimli hale getirmenin iki yolu var: Çalışan memnuniyeti ve çalışan odaklı ofisler. Bu denklemde bu ikisine ek olarak başarılı bir yetenek yönetimi politikasınız da eklerseniz şirketinizin ne kadar kısa sürede ne kadar ileriye gidebileceğini hayal dahi edemezsiniz.