15 Temmuz 2016, Türkiye tarihine kapkara bir gün olarak geçti. Neler olup bittiğini anlamaya çalışan milyonlarca Türkiye vatandaşı, sabah saatlerine kadar akıllı telefonları ile televizyon ekranlarının başından ayrılmadı.
12 Eylül sonrası doğan nesil, ilk kez bir darbe girişimi ile karşı karşıya kaldı. Bu nesil, aynı zamanda anne ve babalarından farklı olarak dijital çağda boy atmış insanlardı.
Kendi adıma, hükümet yetkililerinden canlı yayında açıklama duyana kadar darbe olduğuna inanmadığımı açık sözlülükle dile getirebilirim. Yalnız olmadığımı biliyorum. Ömrünün ilk ve umarım ki son darbe girişimine şahit olan çoğu genç insan da benim gibi inanamadı.
15 Temmuz gecesi ne oldu?
Peki, o gece ne oldu? Sosyal medyada önümüze düşen iddialardan bir mantık silsilesi oluşturmaya çalışırken, Başbakan Binali Yıldırım NTV ekranından halka seslenerek, “Bu bir kalkışma girişimidir” açıklamasında bulundu. O ana kadar parçaları birleştirmekte zorlanan kamuoyu olayın vahametini, Başbakan Yıldırım’ın sesini ekranlardan duyunca kavradı.
Bu açıklamanın ardından yaklaşık bir saat sonra TRT’ye giren darbeci askerler, ekranı kararttı. Ancak ufak bir sorun vardı: Ne sene 1980’dı, ne de yalnızca bir tane televizyon kanalı vardı.
Ekranın karartılmasından beş dakika sonra, “darbe bildirisi” okunmaya başlandı. Durum giderek ciddiye biniyor, endişeler artıyordu. Sosyal medyaya kitlenen kamuoyu, elektriklerin kesilmesi ihtimaline karşı şarj derdine düşmeye başlamıştı bile!
Bu sırada, basın tarihinde görülmemiş bir an yaşandı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, CNN Türk’e Facetime aracılığıyla bağlanarak, halkı söz konusu darbe girişimine karşı sokaklara çıkmaya çağırdı. Yapılan çağrının yanı sıra, bu bağlantının en önemli yanlarından biri de kuşkusuz, kamuoyunun Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ekranlarda görebilmesiydi.
Sonrasında canlı yayında bir televizyon kanalının askerler tarafından basılmasını izledik. Bizler bir yandan orada çalışan arkadaşlarımızın can güvenliğinden endişe ederken, diğer yandan basın özgürlüğüne doğrultulan silahlarla dehşete düştük.
İlerleyen saatlerde darbeci askerler, Türksat’ı ele geçirmeye çalıştı. Digitürk yayınının kesilmesiyle bir süre televizyonsuz kalan aboneler için sosyal medyayı takip etmekten başka bir seçenek kalmamıştı. Darbeye kalkışanlar, sokakları tavaf edip akıllı telefonlarından sanal gerçekliğe dalarak Pokemon avlamaya çalışan bir nesli, eve hapsetmeye çalıştı. Teknoloji çağında koca bir ülkenin iletişimini tamamen kesebilecekleri yanılgısına düştüler. Ancak ‘iletişim’ diye adlandırdığımız olgu artık, o eski ateri oyunundaki gibi: Siz bir tarafın ‘başını ezmeye’ çalışırken, diğer yandan başka bir kanal baş gösteriyor.
Darbe girişimi gecesi aynı zamanda, haber almanın ve haber vermenin önemini bir kez daha ortaya koydu. O gece, bizlerin gazeteciler olarak hemen her gün dile getirdiğimiz basın ve ifade özgürlüğünün neden sonuna kadar savunulması gerektiği yine yeniden malum oldu.
Ya o gece hükümet yetkilileri ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sesini duyurabileceği bir iletişim yolu bulunmasaydı? Ya kitle iletişim kanallarında sivil siyasetin sesine ses olmak isteyecek gazeteciler olmasaydı? Ya bizler hâlâ sadece tek televizyon çağında yaşıyor olsaydık?
Bu sorular çoğaltılabilir. Kesin olan bir şey var ki, basın özgürlüğü bu dünyanın her yerinde herkes için lazım. Tam da bu nedenle, kamuoyunun haber alma hakkını kullanabilmesi için medya kuruluşlarının özgür bir ortamda çalışabilmesi gerekiyor.