Hillary Clinton’ın kampanya fotoğrafçısı Barbara Kinney tarafından dün çekilen bu fotoğraf 2016 ABD başkanlık seçimlerini özetleyen kare olarak Sputnik’te ve daha birçok haber ajansında yer aldı. Muhtemelen bu yazı, bu konuyla ilgili tek yazı olmayacak; ancak şu kesin ki konu üstüne yazılan tek bir görüş yazısından fazlasını hak eden bir derinliğe sahip. Dahası selfie kültürü de onun politikayla ilişkilenme biçimi de katılımcı demokrasiden medyanın şeffaflık durumuna birçok başlıkla birlikte ele alınmayı hak ediyor.
Zira tarihin en az sevildiği düşünülen başkan adayları (Clinton ile Trump) arasında süren seçimlere ilişkin Amerika’nın ve dolayısıyla dünyanın söyleyecek çok şeyi olması gerekse de medyada kibirli ve kaba bir adamla, siyasal tercihleri üzerine konuşmaktansa çoğu zaman rakibinin nasıl da büyük bir felaket olduğu üzerine konuşmayı tercih eden ve kendisinden çok daha popüler bir aday olan Bernie Sanders’ı yenen Clinton var. Bu seçimi tarihin en az popüler başkan adayları arasında geçen bir seçim yapan her şey aynı şekilde seçimi uluslararası kamuoyunun yakından izlemesine de neden olabiliyor. Zira sonucu öngörülebilecek durumda olan seçime ilişkin haber ve makalelerin çoğu bu korkunç mücadelenin yarattığı umutsuzlukla ilgili.
Peki Amerikan toplumu için ya da herhangi bir toplum için siyasetçilerin birlikte selfie çekilebilecek insanlara dönüştüğü ama garip bir şekilde toplumsal hareketlerle karşılaştıklarında aralarına aşılamayacak bariyerlerin örüldüğü bu yeni görsel ve siyasal kültür ne anlama geliyor?
Aslolan şu ki biriyle selfie çekmek, özellikle bu kişi toplumsal anlamda tanınan bir figürse bir tür statü aktarımını beraberinde getiriyor. Geçen ay ortaya çıkan Ogün Samast’la fotoğraf çektiren polislere ilişkin görüntüler de, seri katil olduğu söylenen Atalay Filiz’le selfie çektiren polisler de selfie’nin anlamının Türkiye’deki medyada tartışılmasına vesile olmuştu. Barbara Kimney’nin fotoğrafı ise meselenin suçlulara sempati duyanlardan politikacılarla ilişkilerini şimdicilik temelli bir kısa ilişkiye indirgeyen ve onları Facebook yahut Instagram zaman akışlarına düşürülecek birer içerik olarak gören bir kullanıcı kitlesinin oluşmasının sonucu.
Burada aslında ünlüler (siyasetçiler, sanatçılar, medya figürleri vs.) ile tüketiciler arasında karşılıklı bir kullanım söz konusu. Gittiğimiz konserlerde ya da mitinglerde, artık bir selfie’nin parçası olmak çok da sıra dışı bir durum değil. Aynı şekilde her yerde ana dair tecrübemizi elde etmek yerine onu saklamak üzerine kurulu tüketim kültürümüzü de yabana atmamak gerekir. Zira birçok sanatçı son zamanlarda sahneden gördükleri telefon ışıklarıyla kapanmış yüzlerden sık sık şikayet eder hâle geldi. Ancak Clinton için fotoğraf çektirmek o kadar da yabancı olduğu bir mesele değil. Dahası, Clinton fonu için bağış toplarken eşiyle birlikte saatlerce fotoğraf için kuyruğa girmiş insanları beklemişliği var. Ancak selfie, özellikle kampanyasının başından beri Clinton’ın çoğunlukla hayır demediği bir iletişim biçimi. Tabii ki bu iletişim biçiminin ne kadar doğrudan ve kapsamlı olduğu asıl tartışmayı beraberinde getiriyor.
Çoğu zaman anlık bir fotoğrafın tecrübesini yaşayabilmek için kimin nerede durduğu ve ne kadar iyi çıktığı, ne tarafa bakması gerektiği gibi detaylar üzerine geçen bir sohbetten ibaret olan politikacıyla temas anları, aslına bakılırsa günümüz demokrasilerinde siyasetçi-seçmen ilişkisi üzerine de önemli birer gösterge. Ortaya çıkan son fotoğraftaki setin ardından selfie çektirme görüntüleri ise bana kalırsa Amerikan politikasının ve dünyadaki politika standartlarının siyasetçi ile seçmen arasındaki yabancılaşmayı olabilecek en iyi şekilde sergiliyor. Tıpkı, kısır ve gerçek politikadan oldukça uzakta süren seçim öncesi tartışmalar gibi. Gazete köşelerinden New Yorker gibi prestijli dergilere kadar yansıyan Trumpların yaşamlarına ilişkin detaylar da başta olmak üzere bu seçimlere ilişkin sabun köpüğü içeriklerin medyayı böylesine domine etmeleri aslında bir selfie’nin basitliğinden ileriye gidemeyen korkunç bir politik iklimle baş başa olduğumuzu bize anımsatmalı.
Tüm dünyanın kaderi üzerinde böylesine etkili olabilecek bir seçimin böylesine ‘sabun köpüğü’ bir medya kültürü içerisinden kaya kaya üstümüze doğru yürüyor olması bir yana, ABD geleneksel medyasındaki birkaç eleştirel figür haricinde Trump’ın sunduğu korkunç distopyaya karşı Clinton’ın dünyaya ve ABD’ye gerçekten ne vâdettiğine dair doğru düzgün sorgulanmazken anlık çekimler ve anlık seçimlerle nereye gittiğimiz meçhul.
Elbette yazıyı bitirirken, selfie kültürü eşliğinde fazlasıyla ‘eğlenceleşmiş’ ve ‘basitleştirilmiş’ seçim meslesinin geleneksel medyada hâlâ eleştirel bir şekilde ele alınabileceğine dair aşağıdaki -bana kalırsa oldukça iyi- örneği anımsatmakta ve medya tüketim alışkanlıklarının siyasetle ilişkisi söz konusu olduğunda geleceğe dair enseyi karartmamakta fayda var.