Hallerimiz

Yasaklı İstanbul’da bir gün: Gazeteciler için görev vakti

Fotoğraflar: Serkan Ocak
Market alışverişlerini saymazsak evden hiç çıkmayalı neredeyse üç hafta olmuştu. Birden sokağa çıkma yasağı haberleri “son dakika” düşmeye başladı. Kiminin derdi fırına koşup ekmek almakken benim aklımda farklı bir düşünce vardı. “Nereden başlamalıyım, önce nerelere gitmeliyim?” Çünkü benim için artık dışarı çıkma-görev vakti gelmişti. İki gün sokak sokak gezdim. Her yer bomboştu. Bir yer hariç tüm gazeteciler aynı şeyi düşünmüş, herkes oraya koşmuştu. Neresi mi? Buyrun sizi aşağılara doğru alalım…

Sonunda rotamı belirledim. Nasılsa trafik olmayacaktı ve tüm İstanbul beni bekliyordu. Motosikletime atladım. Çalıştırdım. Tam gidiyordum ki alt komşum camdan seslendi: “Serkan hayırdır, nereye böyle?”

Aslında biliyordu gazeteci olduğumu ve işe gittiğimi ama sonradan anlattı derdini. Üç çocuğu olan Erdoğan Abi, yasağın ardından hemen bakkala koşmuş. Ancak 100’den fazla kişiyi üst üste görünce bir şey almadan eve geri dönmüş. Bana da şunu sordu: “Fırına gitsem ceza keserler mi?” Aslında bu sorunun alt metni şöyleydi: “Bana ekmek alır mısın?”

“Erdoğan Abi, sen riske girme, ben alırım” dedim.

İyi ki de öyle demişim. Daha sokağın başında yaya iki polis çevirdi. Boynuma taktığım basın kartımla yoluma devam ettim. 500 metre ötedeki fırının önüne vardığımda bu kez bir polis aracına denk geldim. Neyse ki onlar soru sormadı.

Dört ekmeği komşuya verip yola koyuldum. Ara sokaklardan otoyola bağlandım. İki-üç dakikalık bu yolculuk sırasında yeni birkaç yaya polis daha gördüm. Amacım İkinci Boğaz Köprüsü’nde Avrupa Yakası’na geçip Birinci Köprü’den geri dönmekti.

İstikameti Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’ne çevirdim. Yollar ıssız olur sandım ancak tek tük de olsa arabalar gördüm. Daha beş-altı kilometre gitmeden Şile Çevre Yolu’nun ortasında bir polis çevirmesine takıldım. Basın kartımı gösterip geçtim.

Bazen gazeteden baskı günleri çok geç saatte çıktığımda köprüyü boş görüyordum. Bir de Avrasya Maratonu sırasında… Bir keresinde de Birinci Köprü’yü Tiger Woods golf topuyla gösteri atışı yaparken boş görmüştüm. Hepsi buydu. Ancak bu seferki başkaydı. Ortalıkta hiç kimse yoktu. Köprüden karşıya geçerken hiçbir araç önümde ya da arkamda değildi.

Buralar hep yoğundu

Köprüyü geçer geçmez Levent’e saptım. Günün hangi saati olursa olsun Levent hep tıkalı olur. Kanyon’un önündeki ışıklarda arabanız santim santim ilerler mesela. Birkaç yüz metreyi kat edene kadar akla karayı seçersiniz. Halbuki cumartesi öğle saatlerinde İstanbul’un en fazla AVM’sinin bulunduğu bu bölgeden geçip gitmem sadece saniyeler sürdü.

Mecidiyeköy’e döndüm. İstanbul’un en kaotik o köprü altı ıpıssızdı. Ortalıkta motorumun sesinden başka bir ses yoktu. Normal zamanda tam bir kaosu andırır bu köprü altı. Ancak bu kez aşırı sessizliğin yarattığı bir gerginliğe sebep oldu bende. Sanırım Mecidiyeköy’ün bu bölümünü yaşadığım sürece hiçbir sürece sevemeyeceğim.

Otobüs durağında bekleyen sadece bir kişi vardı. Biri sağlık çalışanıydı. Sabah ilk otobüsü kaçırmış sıradaki otobüsün gelmesini bekliyordu. İETT’nin internet sitesinden sefer saati öğrenmeye çalışıyordu. Sabah bir arkadaşlarının polisten yardım aldığını anlattı. Ancak kendisi İETT’yi beklemeyi tercih etmiş. Ne kadar bekleyeceğini o da bilmiyordu. Tek telaşı ise nöbetten çıkacak arkadaşı içindi.

Mecidiyeköy’ü geride bırakıp Büyükdere Caddesi’nden Şişli’ye doğru ilerledim. Koca İstanbul sessiz olduğu kadar küçülmüştü de sanki. Bir semtten diğerine gitmek sadece birkaç dakika sürüyordu. Yine saniyeler sonra Şişli Camii’nin önüne vardım. Burada ilginç bir sese dikkat kesildim. Güvercinlerin…

Hrant Abi’nin güvercinleri…

Şişli ve güvercinler aslında benim için sadece katledilen Agos Gazetesi Yayın Yönetmeni Hrant Dink’i çağrıştırıyordu. Cenaze töreninde Rakel’in “Bir bebekten katil yarattılar” diyen sesini işitir gibi oldum bir an. Ve uçuşan ‘Mustafa Sarıgül’ün eğitimli beyaz güvercinlerini’…

Önce motosikletimin üzerinden birkaç kare fotoğraf çektim. Sonra yavaş yavaş motosikletten inip caminin avlusundaki yüzlerce güvercini izlemeye başladım. Çantamdaki tripodu çıkardım. Makinemi kurdum. Uzun uzun güvercinlerin videosunu çektim. Seslerini kayda aldım. Çok şaşırmıştım. Çünkü ilk kez güvercinlerin bu kadar çok ses çıkardığını fark ettim. Hafta sonu boyunca İstanbul’u semt semt gezdim. Sanırım en çok burada vakit geçirdim. Neden mi? Hrant Abi’nin anısına mı, güvercinlerin sesine mi, orasını ben de anlayamadım…

Şişli’den ayrılırken yaya iki bekçiye rastladım. Öğle saatlerini geçiyordu. Bekçilere ceza kesip kesmediklerini sordum. Biri sabahtan itibaren 13 kişiye ceza kestiğini söyledi. Her gördüğüne de kesmemiş üstelik. Uyardıkları da olmuş. Evinin yakınındaki fırına giden vatandaşlar mesela… Uyararak bir daha çıkmamalarını tembihlemiş. Ancak geçerli bir sebebi olmadan çıkanlara yazmış cezayı.

Taksim’de fotoğraf çektirecek biri bile yoktu

Sıradaki durak Taksim. İşte burası mühim. Meslek hayatımda Taksim Meydanı’nın çok kez kapatıldığını gördüm. Ancak yine bu kez farklıydı. Birkaç polis ve gazetecinin dışında kimse yoktu. Taksim Anıtı’nın önünde arkamda hiç kimse olmadan bir fotoğraf bile çekindim. Hatta fotoğraf çektirecek kimse bulamadım, tripoda telefonu koyup “self-timer” yaptım.

İstaklal Caddesi’ndeki simitçi gözüme ilişti. Sanırım o tezgâh yapıldığı günden bu yana ilk kez üzerinde kilit görüyordu. Caddede yürümeye başladım, gazeteci arkadaşım Seda Türkoğlu’nu gördüm. Yürürken konuşmaya başladık, dükkânların kapalı camlarından sesimiz yankılanıyordu.

Bir Japon medya kuruluşu için çalışan başka bir gazeteci de bisikletiyle dolanıyordu meşhur caddede. Galatasaray’a kadar sadece üç kişiydik cadde boyunca ilerleyen.

Galatasaray Meydanı’na bir polis aracı park etmiş, polisler araçtan dahi inmemişti. Çünkü “Ne işiniz var dışarıda?” diye soracak kimse yoktu. Yine başka bir gazeteci boş caddenin fotoğraflarını çekiyordu.

Tünel’e vardım. Burada da elinde ekmek poşetiyle evine doğru giden, yarım yamalak Türkçe konuşan yabancı bir vatandaşı polis çevirdi. Neden dışarı çıktığını sordu. Ekmek almaya çıktığını ve evinin çok yakında olduğunu parmağıyla işaret ederek gösterdi. Polis nazikçe uyarısını yaptı: “Evinize girin ve çıkmayın. Bir daha çıkarsanız ceza yersiniz” dedi.

Şişhane’ye devam ettim. Metro çıkışındaki süs havuzunun arkasında güneşin son ışıklarının vurduğu Haliç’i seyrettim. Ne bir araç sesi, ne başka bir iş makinesinin sesi duyuluyordu. Sadece su sesi hakimdi Şişhane’ye… Taksim’e doğru bir ambulans geçti. Onun da sirenleri çalmıyordu. Niye çalsın ki, sesini duyurmaya ihtiyacı olduğu bir trafik yoktu önünde.

Eminönü totemi

Unkapanı Köprüsü’nde Eminönü’ne geçtim. Yeni Cami’nin önünde bekledim. Mısır Çarşısı’nı çaprazıma alarak beklemeye başladım. Burası gündüz yaya nüfusunun 1 milyonu aştığı İstanbul’un en kalabalık yeriydi. Gözlerime inanamadım. Bomboştu. Sadece güvercinler ve sokak köpekleri… Bir totem yaptım. Önümden ilk kişi geçtikten sonra yoluma devam edecektim. 5 dakika, 10 dakika… Nihayet 13. dakikanın sonuna doğru sokak köpeklerini beslemek için biri çıkageldi. O kişi olmaza Boğaz Köprüsü üzerindeki günbatımını kaçırabilirdim. Bir hayır duası da benden aldı.

Sirkeci’yi kolaçan ettim. Üç temizlik görevlisi sokakları süpürüyordu. Işıklar anlamsızca kırmızıdan yeşile, yeşilden kırmızıya dönüyordu. Biri acı acı arkamdan seslendi. “Abi abi fırın nereden buluruz burada?” Normalde mahalle aralarında açık fırın çok fazla var. Ama Eminönü yaşam bölgesinden ziyade iş bölgesi olduğu için açık bir fırın yoktu. Konuşamadım. Çaresiz “Bilmiyorum” anlamına gelen işaret yaptım. Üzüldüm de… Fırın bir yana tek bir açık dükkân görmemiştim. Oraya en yakın fırını bulmak için kilometrelerce yürümek gerekiyordu. Polisin yazma ihtimali olan ceza ise cabası…

Abdülmecit zamanı bile…

Eminönü (Galata) Köprüsü’ne sürdüm sonra. En son geldiğimde yine bir korona günüydü. Ancak o sıra balık tutmak yasaklanmamıştı. Şimdi onlar da kalmayınca iyice ıssızlaşmıştı köprü. Abdülmecit dönemindeki ahşap köprünün bile bu kadar sessiz bir gün geçirdiğini hiç sanmıyorum.

Bir süre köprünün ortasında durup Boğaz’ı seyrettim. Ürperdim bir an. İskelelerde şehir hatları vapurları demirlemiş bekliyordu. Boğaz’da transit geçiş yapan gemi bile yoktu. Bir tek martı çığlıkları bozuyordu derin sessizliği. (Ertesi gün Haliç’e yunuslar girmiş. Meğer daha erken gitseymişim köprüye o yunusları ben de çekebilecekmişim, onu anladım).

Saatler ilerledikçe ben de garipleşmeye, hafiften korkmaya başladım. Yıllardır kalabalıktan hazzetmeyen, trafiğinden nefret eden, sessizliği mumla arayan ben, koronavirüsün yarattığı bu sessizlikten ürker olmuştum. Bu kadar sessizlik fazla geldi sanırım.

Motosiklete atlayıp yoluma devam ettim. Galata Köprüsü’nün hemen bitiminde Karaköy’de bu kez trafik polisleri yolda kontrol yapıyordu. 10 dakikada bir geçen araçları tek tek durdurup kontrol ediyordu.

Önümde bekleyen araçta üç kişi vardı. Polisle hafiften bir tartışma içindeydi. Ben polisin gelip kimliğime bakmasını beklerken tartışma büyüdü. Memur, amirini çağırdı. Araçtaki üç kişi sağlık çalışanı olduğunu ancak bir türlü kendilerini bırakmadığını söylüyordu komisere… Polis de bu kişilerin kendisinin videosunu çektiği için şikayetçi olduğunu anlatmaya çalışıyordu amirine. Belli ki herkesin sinirleri iyice gerilmişti. Neyse ki komiser iki tarafı da sakinleştiren bir üslup benimsemişti.

‘Gazeteciyim memur bey…’

Dolmabahçe’nin önünden geçip Beşiktaş’a vardım. Burada bir hareketlilik vardı. Hareketlilik dediğimse karşıya geçmeye çalışan iki vatandaş, bir polis otosu, iki de motorlu polis vardı. Işıkta durdum. O iki kişi karşıya geçti. Yeşil ışık yandı. Yanımdaki polis motorlarıyla birlikte gaza bastık. Sanırım boynuma astığım makineden ve de kimlik kartımdan gazeteci olduğumu anlamışlardı. Yoksa kesin sorarlardı. Bilmem kaçıncı kontrolden sonra zaten motor kullanırken de boynumda makine ile dolaşmaya başlamıştım. Böyle yaptıktan sonra kontrol sayısı azaldı.

Zaten bir süre sonra herhangi bir polisle göz göze gelsem, uzaktan boynumdaki kartı gösterip “Gazeteciyim memur bey” diye bağırıyordum. İnanan “kolay gelsin” işareti yapıyor, inanmayan “Görelim” diyordu.

Barbaros Bulvarı’nda köprü yoluna doğru devam ettim. Tam köprü yol ayrımında başka bir çevirme daha vardı. Ancak bu kez polislerin önü kalabalıktı. Belli ki birileri yine ceza yiyordu.

Köprüden geçerken Boğaz’ı daha net görebildim. Sadece iki gemi görebildim her iki tarafta da. Köprü bomboş değildi ama hayatımda görüp görebileceğim en az araç sayısına sahipti.

Amacım günbatımını görmekti. Ancak güneşin Avrupa Yakası tarafından battığını hesaba katamamıştım. Olsun… Beylerbeyi’ne inip yeniden geri döndüm Avrupa Yakası’nına… Şu hareketi normal bir cumartesi günü saat 19 sularında yapsam abartısız iki saate yakın sürerdi bir turu tamamlamak. Ama beş dakika bile sürmedi tekrar geri dönüp karşıya geçmek. Avrupa’ya geçerken güneş tam Galata Kulesi’nin kubbesine ulaşmıştı. Ben karşıya geçene kadar güneş de battı…

Maslak film seti gibiydi

Hazır tekrar Avrupa Yakası tarafına dönmüşken bu kez Maslak’a doğru gittim. Normal şartlarda o saatte bıçak zoruyla dahi gitmeyeceğim Maslak’a ulaşmam yine birkaç dakikamı aldı. Gökdelenlerin arasında dolanmaya başladım.

Işıklar sırayla bir yeşil bir kırmızı yanıyordu. Ancak ne yeşil yandığında geçecek bir araba, ne de kırmızı da duracak bir yaya vardı ortalıkta. Sadece binaların önünde güvenlik görevlileri bulunuyordu.

Sanayi taraflarına gittikçe sokak köpeklerinin sesleri fazlalaştı. Birkaçı peşime takıldı. Birlikte Mashattan sitelerine kadar gittik. İstanbul’un en gürültülü bu bölgeleri sanki bir film seti gibiydi. Bol ışıklı ama gürültüsüz… Bütün evlerin ışıkları yanıyordu. İstanbul yasaklara uymuş, evde kalmıştı.

Hep birlikte aynı kareyi çektik

İlk günün neredeyse son saatlerine kadar dışarıda kaldıktan sonra ertesi güne erken başlayamadım. Bu pazar günü için planım gün batımında Üsküdar Kadıköy taraflarını dolaşmaktı. Önce Üsküdar’a indim. Meydanı gezdim. Kepenkleri çekili şehir hatları vapur iskelesinin karşısındaki çiçekçiler dikkatimi çekti. Cuma günü evlerine dönerken kutuların içine bıraktıkları çiçekler çoktan boyunlarını bükmüştü. Birkaç martı ve polis dışında koca Üsküdar’da kimse kalmamıştı. Minik bir virüsün nelere yol açtığını bir kez daha tüylerim ürpererek düşündüm.

Sonra büyük bir heyecanla beklediğim Kız Kulesi’ne vardım. Burada banklarla Kız Kulesi’ni ayna kareye alıp tarihi bir fotoğraf çekmek istiyordum. Meğer böyle düşünen bir tek ben değilmişim. İki günlük sokağa çıkma yasağında toplam gördüğüm gazeteci kadar Kız Kulesi’nin karşısına konuşlanmış gazeteci gördüm. Şaka sandım önce. Görevli polisler bile önce boş banklar önce Kız Kulesi fonda kareler çekiyordu. Çaresiz herkesle birlikte aynı kareyi çektim. Sonra da evin yolunu tuttum…

Şimdi önümüzdeki hafta sonu da sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Ve ben tüm hafta evdeydim. Büyük bir sabırsızlıkla sokağa çıkmanın yasak olduğu hafta sonunun gelmesini bekledim. Eşim sürekli tuhaf biri olduğumu söylüyor. Sahi çok mu tuhaf biriyim?

Serkan Ocak

Marmara İletişim Mezunu. Radikal ve Hürriyet gazetelerinde uzun yıllar çalıştı. Şu anda freelance olarak gazetecilik faaliyetlerine devam ediyor. TGC, Abdi İpekçi ve Metin Göktepe gazetecilik başarı ödülleri gibi pek çok ödül sahibi. Aynı zamanda Bilgi Üniversitesi'nde çevre gazeteciliği ve "video journalism" dersleri veriyor. Açık Radyo'nun da programcılarından...

Journo E-Bülten