İnsan ruhsallığının, çevresiyle kurduğu ilişkilerin inşasında teknolojiyle kurulan ilişki her zaman önemli bir rol oynadı, tekerleğin icadından beri bu böyle… İnsan psişesi değişen çevreye uyum sağlayarak şekillendi. Ne var ki son büyük teknolojik ilerleme olan Internet devrimi ve onunla birlikte hayatımıza giren sosyal medya öylesine baş döndürücü bir hızla hayatlarımızda merkezi bir rol oynamaya başladı ki bu uyumun sağlanıp sağlanamadığı belirsiz. Gelgelelim sosyal medyanın bireylerin ruhsal durumunu nasıl etkilediği üzerine yalan yanlış bolca içerik var… Bu dosyada bunların ötesine geçip Türkiye’de kendi alanları ve ekollerinde en önde gelen ve kendileri de sosyal ağlarda zaman geçiren ruh sağlığı uzmanlarının fikirlerine başvurduk.
‘Konu hep aynı; saldırganlık ve iletişim’
İnsan evriminde alet kullanımının çok önemli sonuçları olduğunu biliyoruz, internet ve sosyal medya da son tahlilde bir ‘alet’ formu olduğuna göre bu yeni oyuncağın insanoğlunun ruhsal dünyası üzerindeki etkilerinden söz etmeye evrimsel psikoloji ekolünün ülkemizdeki en tanınan isimlerinden Psikiyatrist İlker Küçükparlak’la başlamak istedik. Küçükparlak, insan psikolojisinin evriminde teknolojinin rolünü şöyle özetliyor; “İnsan bedeni biyolojik olarak epey zararsız bir formdur. Kas gücü diğer primatlarla karşılaştırılamayacak kadar zayıftır, pençe ve keskin dişlerden de yoksundur. Dolayısıyla alet kullanımıyla insan bir anda en ölümcül türlerden birisi hâline gelmiştir. Bu durum insanın ittifak yapabilme ve diğerinin niyetini çıkarsayabilme yeteneklerinin artmasına neden olmuştur. Dolayısıyla alet -yani silah- insan zekâsının sosyal tarafında artışı mecburi hâle getirmiştir.”
Küçükparlak, alet kullanımının sonuçlarından birinin de sembolik düşünme olduğuna dair spekülasyonları hatırlatıyor: “Doğal avcı olmayan, dolayısıyla da avlanma becerilerini içgüdüsel olarak barındırmayan insan avlanmayı öğrenmek zorunda kalacaktı. Mızrağı tam hedefe fırlattığında ıskaladığını ve epeyce hayal kırıklığı yaşadığını varsayabiliriz. Bir süre sonra mızrağını hedefine değil, hedefinin koştuğu yöne fırlatması gerektiğini öğrenmesi gerekecekti. Dolayısıyla avının o andaki hâlini değil, mızrağı ona ulaştığı zamanki hâlini de temsil etmesi gerekliydi. Bu durumun zaman temsillerinin nüvesini oluşturduğuna ilişkin spekülasyonlar mevcuttur. Avlanma ile gelen bu zaman temsileri ile iletişim; sadece sinyalizasyondan ibaret kalmayıp, zaman çekimleriyle sentaks ve grameri de barındıran bir dil yapısına kavuşmuş olabilir.”
Peki bütün bunların konumuzla ilgisi ne? Aslında sorunun yanıtı içinde gizli; “Teknoloji en başından itibaren insan evrimini muhtemelen etkiledi. Yine de retrospektif baktığımızda bile elimizde en iyi olasılıkla güçlü tahminler var. Bu durumda mevcut bağlamın ne gibi evrimsel sonuçlarının olacağına ilişkin fikir üretmenin çok daha zor olacağını kabul etmemiz gerekiyor. Yine de hikâyenin aynı iki konu üzerinden devam edeceğini varsaymak ilgi çekici olurdu: Saldırganlık ve iletişim.”
‘Tabletle oyalanan çocuğa büyük kötülük yapılıyor’
Öte yandan Küçükparlak, sosyal medya ya da internet kullanımının kalıcı nörolojik etkiler yarattığına dair henüz yeterli veriye sahip olmadıklarını vurguluyor ve internetle birlikte dikkat süresinin kısaldığı iddiasını örnek veriyor; “Popüler kültürde, konvansiyonel ve sosyal medyada ve hatta akademik literatürde onlarca referans ve gönderme olmasına karşın böyle bir çalışma yok. İnternet odaklanma süresini azaltmış olsa da buna yol açan kalıcı nörolojik etkilerden bahsetmek henüz mümkün değil.
Dikkat süresi demişken; çocuklara sıkça dikkat eksikliği sendromu teşhisi konulduğunu, Ritalin adlı hapın eskisine göre daha çok reçete edildiğini göz önüne alarak, sosyal medya ve internet kullanımının çocukluktaki etkileri üzerine de konuşuyoruz: “Çocukların ve gençlerin bu teknolojilerle tanışması öncelikle kaçınılmaz. Kişisel kanaatim çocuk ve gençlerin teknoloji ile tanışmalarında sorun olmasından çok bu münasebetin tanışıklığın çok ötesine geçip bir tür işgale dönüşmesi ve bunun sorunlu olduğu yönünde. Bir çocuğun ya da bebeğin TV diye bir aygıt olduğunu anlamasının sorunlu olduğunu düşünmüyorum. Buna karşın bir lokantada önüne tablet konarak oyalanan ve bu sayede ebeveynlerinin rahatça sohbet edebildiği çocuklara büyük kötülük yapıldığını düşünüyorum. Burada olan çocuğun teknolojiyle tanışması değil, çocuğun aynalanma ihtiyacının karşılanmayışının doğurduğu sıkıntının susturulması (bertaraf edilmesi değil). Bu lokanta senaryosunda okul çağı çocukları için, çocuğun sıkılmayı tolere etmesinin olanaksızlaştırılması gibi ayrı bir sorun da var.”
‘İçindeki boşluğu hissedemeyen kişi bağ kurmaz’
Çocukların internetle ilişkisi üzerinde duran uzmanlardan biri de Psikolog Yazar Şule Öncü, “İnternet ve sosyal medya, sıkıntı duygusunun üzerimizdeki etkisini, çocukların oyunla kurdukları ilişkiyi, ikili ilişkilerdeki pozisyon alışlarımızı değiştiriyor” diyor.
Yıllardır ilişki sorunu yaşayan bireylerle de çalışan Öncü’ye “Peki, ilişkileri de değiştiriyor mu” diye soruyor, bir dokununca bin ah işitiyoruz: “Âşık olmak için ruhsal boşluk ve imajinasyon gerekir. Çevrimiçi yüzeysel çoklu temaslar ise, aşk için gerekli boşluğu sayısız imge ve olasılıkla doldurup, zihin bulanıklığı yaratıyor. Sürekli çevrimiçi olduğunuzda, imajinasyon ve hafıza köreliyor, içteki boşluğa erişim bloke oluyor. (Açlık duygusunu hissedememek gibi). İçteki boşluk, bizi ötekiyle anlamlı bağ kurmaya iter. Bu boşluğu hissedemeyen (acıktığını anlamayan) kişi, bağ kurmak için harekete geçmiyor.”
‘Partner bulma uygulamaları sonsuz seçenek yanılsaması yaratıyor’
“Herhâlde partner bulma aplikasyonları da bu acıktığını anlamama durumunu besliyor” diye soruyorum. Öncü, “Bu aplikasyonlar birer açık büfe gibi işlev görüyor ve bu özelliğiyle kullanıcılarda sonsuz seçenek yanılsaması yaratıyor. Yalnızlığı gidermek için üretilmiş bir çözümken, aşırı kullanıldığında seçme kaygısını arttırarak yalıtım anksiyetesini tetikliyor. Çünkü beynimiz aynı anda beş ila dokuz seçenek üzerinden sağlıklı seçme işlemi yapabilir. Daha fazla seçenek “bilişsel aşırı yüklemeye” yol açar ve karmaşa yaşarız” yanıtını veriyor.
Öncü çiftlerle çalışırken de sosyal medyanın ilişkilerdeki yıpratıcı etkilerine tanıklık etmiş, “Sonsuz seçenek yanılsaması, ötekini nesneleştirip empatiyi köreltiyor” diyor Öncü ve devam ediyor; “Özellikle aplikasyonları aşırı ve kötüye kullanan ‘kadın/erkek yorgunları’ kolayca erişebildikleri ‘tek kullanımlık nesne’sinin bahçesine çöp döküyor. Yani; yalnızlık, tatminsizlik, birikmiş öfke, güvensizlik, yetersizlik, kendilik nefreti gibi duygularıyla baş edebilmek için ötekini bir projeksiyon perdesi ya da kum torbası olarak kullanıyor. Hayatının intikamını tek kullanımlık öteki üzerinden almaya çalışıyor.”
‘Sosyal medya bir iyileşme girişimidir’
Psikanalitik ekolden bir terapist ve psikiyatrist olan Agâh Aydın ise meselenin kapitalizmle ilişkisi üzerinde duruyor. “İnsanın bir kişilik, kimlik edinmesini mümkün kılan şey diğer insanlarla olan ilişkisidir” diyen Aydın sosyal medyayı eski kent meydanlarına benzetiyor. “Çağ insanının en temel sorunu yalnızlaşma ve yaşadığı topluma yabancılaşmasıdır” tespitinde bulunan Aydın bundan kapitalizmi sorumlu tutuyor: “Liberal ekonomiler yarattıkları ruhsal sorunları, hastalıkları incelikli bir manevrayla teknolojinin üstüne yıkmaktalar. Sorunlu veya hasta olan ise sosyal medyaya yönelen birey değil, onu buna mecbur bırakan ekonomik sistemdir. Dolayısıyla insanlar değil ekonomik sistem tartışmaya açılmalıdır. Sosyal medya yeni dünya düzeninin bir sonucu olarak yalnızlaşan, hasedin tuzağına düşen çağ insanının insan kardeşleriyle tekrar bir araya gelme, iyileşme girişimidir ama iyileştiremez! Bu refleks sadece yalnızlığın bunaltısını azaltabilir.”
‘İnsan hiçbir yerde tam bir çıplaklığa sahip değildir’
Aydın, yaşanan ruhsal sıkıntılar konusunda sosyal medyayla günlük yaşam arasında pek ayrım yapma yanlısı değil. Rol yapmanın, sahteliklerin gündelik hayatın da bir parçası olduğunu vurgulayan Aydın, “Her insan kendisini bir öteki tarafından görülmek istediği gibi kurar, öyle tanıtır” diyor ve ekliyor; “Kişinin kendisiyle ilgili bilgisi büyük ölçüde bilinç dışıdır. Sonuçta insan nerede olursa olsun tam bir çıplaklığa sahip değildir ve bu sahteliğinin de tam olarak farkında olamayan bir varlıktır. Yani, aşağı yukarı; bir insan sosyal yaşamda yaptıklarını hangi bilinçdışı motivasyonlarla yapıyorsa sosyal medyada da aynı arzularla hareket eder ve onun gereğini yapar.”
‘Sosyal medya açık denizde bırakılan insanın can simididir’
Aydın bir yerde suçlu aramayı yanlış buluyor ve “kişinin içinde bulunduğu aile uzayı ve ‘zamanın ruhu’ üzerine topyekûn düşünmek gerekir” diyor. “Sosyal medya günümüz insanının iyileşme girişimidir” ifadesini kullanan Aydın, geleneksel medyada sosyal medyanın sürekli olumsuz bir şekilde sunulmasının sakıncılarına da dikkat çekiyor: “Sosyal medyayı hem entelektüeller hem de muktedirler küçümsüyorsa orada kimsenin kimseye kaptırmak istemediği bir güç oluşmuş demektir. Sosyal medya açık denizde tek başına yüzmek zorunda bırakılan çağ insanın can simididir. ‘Sivil toplum’ açık denizde boğulmak istemiyorsa can simidine yönelen her eleştirinin kaynağı, sunuluş biçimi ve kime hizmet ettiğini iki kere düşünülmelidir. İnternet ve sosyal medya ilişkileri zayıflatmadı, zayıflamış, kopmuş olan ilişkilerin bir sonucu olarak yaygınlaştı. Temel sorun yalnızlaşma ve yabancılaşmadır, bunun müsebbibi de internet değil ekonomik liberalizmdir. Mevcut ekonomik sistemin neden olduğu yabancılaşma ve yalnızlaşma hastalıklarından; sen internet bağımlısısın, şusun, busun, kişilik sorunların var diye bireyi suçlayarak kurtulamayız. Bu yama bu deliği körlemez.”
‘Sosyal medyadan ‘mesaj alan’ hastalarla karşılaşıyoruz’
Psikozlar gibi daha ağır vakalarla ilgilenen Prof. Dr. Haluk Savaş’la ise sosyal medyanın ağır ruhsal bozukluklardaki rolünü konuşuyoruz. “Daha önceden televizyon ve radyo yoluyla mesajı aldığını söyleyen, şizofreni ve psikoz hastalarımız oluyordu. Bununla birlikte, sosyal medya üzerinden mesaj aldığını söylemeye başlayan hastalarımız var. Mesela bazı sorunlar ortaya çıktığında kendilerince Facebook’ta insanların doğrudan, açıklıkla olmasa bile ‘bazı imalarla kendilerine bir şey anlatmak istediğini’, ‘kendilerine mesaj yolladıklarını’ veya Twitter’da özel önlemler alındığını ve bir biçimde ‘mesajların başka türlü atılmaya başlandığını’ hisseden, bununla ilgili hezeyanlar geliştiren, bununla ilgili yeni algıları oluşan hastalarımız oluyor” diyor Savaş ilk örnek olarak.
Savaş, sosyal medyada özellikle toplumdaki kaygı oranına tanık olunabildiğini “‘Yoğun kaygılı insanların olumsuz bilişleri, her olayı olumsuz yorumlayışları çok dikkat çekici” sözleriyle vurgulayan Savaş şu saptamada bulunuyor: “Bir grup insan, seçenekler ne olursa olsun, aradaki farkı anlamaya çalışmadan ‘Ya hep ya hiç’ kuralıyla düşünüyor. Bu özellikle obsesif zihinler için yani kaygılı bir grup zihin için söylenen bir düşünme biçimidir. Mesela köpeklerle ilgili bir bilgi veriyorsunuz, nicelik bilgilerinin de önem taşıdığı bir aktarımda, birden oradaki köpeğin çektiği acılar vs. o görüntüdeki sıkıntı ve keder üzerine aşırı odaklanan yorumları da sosyal medyada görüyorum. Özellikle daha kaygılı insanlar buralara odaklanarak tepki veriyor. Bu da yine temel mesajları kaçırıp bir yerdeki ince hassas noktaya aşırı odaklanma gibi tepkiler ortaya koyabiliyorlar.”
‘Uyku düzeninin bozulması ölümcül hastalıklara yol açabilir’
#Uykulobisi kampanyasıyla de tanınan Savaş, sosyal medyanın en kaygı verici yönlerinden biri olarak uyku düzeninin bozulmasını gösteriyor: “Bu ışıklı cihazların uykuyu bozması ve melatonin salgılanması üzerinde açık etkiler taşıdığı bilimsel araştırmalarla kanıtlandı. Özellikle yatış saatlerine yakın bu aletleri alıp yatağımıza giriyoruz ve bakıyoruz. Normalde melatonin saat 21.00 civarında salınır ve bu sabah saat 04.00-05.00’e kadar sürer. Bu salınmayı bozdukları gösterildi, yani melatoninin salınma saatleri gecikiyor. Melatoninin salınma saatinin gecikmesi veya sarkması dolayısıyla da yeterli salınımlar gerçekleşmiyor. Melatoninin, vücuttaki kimyasal işlemlerin yaklaşık %10’unu kontrol edebilen en önemli hormonlardan birisi. Kanseri önlemede bile önem taşıyan bir hormon. Gece en geç 23.00’te uyumamız gerekirken, gece 02.00’lere 04.00’lere 05.00’lere kadar uyku düzenimiz sarkıyor. Bunu gündüz telafi etmeye çalışsak bile gündüz uyunan uykuyla gece uyunan uyku vücut açısından aynı şey olmadığından sonuç olarak bu ciddi bir soruna yol açıyor. Ayrıca psikiyatrik hastalıkları (depresyonu, maniyi, kaygı bozukluklarını, öfke kontrol sorunlarını, psikoz yani şizofreni gibi akıl hastalıklarının alevlenmelerini) tetikliyor ve diğer yandan kanser, romatizma, şeker, kalp hastalıkları gibi kronik ve önemli bir kısmı da ölümcül olan hastalıkların seyrini bozabiliyor veya bizzat bu hastalıkların ortaya çıkmasına yol açıyor. Zamanında uyumama ve uyku düzeninin bozulması durumunun çok ağır sonuçları olabilir.”
‘Anlamlı çevrimiçi bağlar kurulabilir’
Öte yandan Savaş, sosyal medya konusunda hepten olumsuz düşünmüyor: “Tüm psikiyatrik hastalar için iyi bir ilişkiler ağı içerisinde bulunma, insanlarla önemli bir sosyal destek mekanizması sayılıyor. Diğer taraftan sosyal destek ruh sağlığı açısından yani hastalıklardan evvel ortalama sağlıklı insanlar açısından da çok önemli bir etkinlik. Bunların sosyal ağlar üzerinden, sosyal medyalar üzerinden gerçekleşiyor olması da her ne kadar suni bir taraf taşısa da tümüyle gerçeklerden uzak değil. Burada oluşan etkileşimler de kişiyi hayatta canlı tutabilecek sonuçlar ortaya koyabilir. Oradan gelen geri dönüşler de insanların kendilerini daha iyi hissetmelerine vesile olabilir. Dolayısıyla sosyal medyanın da sosyal etkileşimlerimizi geliştireceği ve ruh sağlığımıza katkı yapacağı etkisini atlamamak lazım.”
Şule Öncü de tümden karamsar değil: “Biz nasılsak ilişkilerimiz de öyledir. Çevrimiçi kurulan bağlar da son derece sağlıklı ve anlamlı olabilir. Yararlı kullanımla, zararlı kullanım arasındaki ayrımı; kullanıcının niyeti, sağduyusu, eğitimi, görgüsü ve kendini bilme düzeyi gibi insani kriterler belirler. Daimi bir açık büfeden sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilirsiniz. Ya da tabağınızı ve midenizi tıka basa doldurup mide fesatı geçirebilir, uzun vadede obeziteden muzdarip olabilirsiniz. Tabağınızda kalanların ziyan olması da cabası. Seçim sizin.”
‘Yapay zekâyla da ilişki kuracağız’
Psikiyatrist Küçükparlak ise insanın uyum sağalayabilme yeteneğine vurgu yapıyor: “İnsan her şeye uyum sağlayabilen garip bir canlı. Biyolojik olarak onca dezavantajına rağmen kutuplarda da çöllerde de yaşayabilmesinin en önemli nedeni bu uyumlanma yeteneği. Hologramına da, sanal gerçekliğine de, yapay zekâsına da, arttırılmış gerçekliğine de uyum sağlayacağını düşünüyorum. İnternete yarım kuşakta uyumlandı insan. Mevcut sosyal ilişkilenme biçimlerinin, arkadaşlıkların, flört biçimlerinin teknolojiden nasıl etkilendiğini 20 yıl önce birine anlatamazdınız, ikna olmazdı. Şimdi ise torunun fotograflarını görsün diye Instagram hesabı açılan ninelerin bir iki ayda bloggera dönüştüğü hikâyeleri duyuyoruz. Yıllarca çözülemeyen, kadının kendi soyadını taşıyabilmesi meselesi facebookta bir anda örgütsüz ve niyetsiz biçimde kendi doğalında çözüldü.”
Küçükparlak, “Neler olacağını öngörmem mümkün değil” vurgusunda bulunuyor ama eklemekten imtina etmiyor; “Yine de insan ilişkilenen bir canlı. Yapay zekâ ile de ilişki kuracak. Putin bile yapay zekâya ‘Burada seni üzen var mı?’ diye sormuştu. Bu ilişkilenme eğilimi bir yandan suistimal edilebilir bir durum oluşturuyor. Diğer yandan ise muhtemelen yeni teknolojilere yine hangi ara uyumlandığımızı anlayamayacağımız hızda uyumlandığımız ve kültürünü ürettiğimiz bir gelecek göreceğiz.”