Gece 03:40’ta uykumdan sıçratan bir telefon çalar. Arayan müşteridir: “Biz galeriden çıktık da, kamyonun arkasına maşallah yazdırmak istiyoruz. Bize XX x XX ölçülerinde bir tasarım yapar mısın?” Ardından gelen sinir harbi, telefonu duvara vurma süreci.
Gerisini hatırlamıyorum…
Abi şunu değiştirelim, hocam şu hareket etsin, şuna 1 puan daha siyah katalım, şu font olmamış sanki…
Ülkemizdeki hemen her tasarımcı, yukarıda anlattıklarıma benzer şeylere şahit olup, akabinde benzer diyaloglara girerek bir depresyon sürecine dahil olmuştur. Bitmek bilmeyen istekler, her türlü özveriyle, kendinden katılarak yapılan çalışmalara mutlaka takılan kulplar, “istersen şöyle yap” kalıbı altında, sanki tasarımcının inisiyatifine bırakıyormuş gibi kendi isteklerinin deklare edilmesi vb. durumlar, bir tasarımcının kabus dolu anlarıdır.
‘Şunu da ekleyebilir miyiz?’
Ya güzel kardeşim, sen dün bana “ben anlamıyorum bu işlerden, ortaya güzel bir şeyler yap” dememiş miydin? Şimdi bu cesareti nereden buldun da benimle Mourinho’culuk oynuyorsun? Bu istekten sonra ben artık tamamen ruhsuz, elinden bütün serveti alınmış, tasarımına kayyum atanmış, beti benzi atmış hayalet bir tasarımcıyım. Kendimi bırakmışım müşterinin eline, kafamın içerisinde “ah umurumda mı sandın bu dünya” dizelerini mırıldanarak, bana tarif edilen şeyi yapmaya koyuluyorum.
Gerisini hatırlamıyorum…
‘Organizasyona yetiştirmemiz lazım’
Müşteri geliyor, “Ya bir tasarımım var ama bizim organizasyona yetiştirmemiz lazım” diyor. Tabii ki, bunu talep etmek en doğal hakkı. Ben de bunun farkında olarak babacan bir tavırla “Organizasyonunuz ne zaman?” diye soruyorum. Aldığım cevap: “1 saat sonra” oluyor. (Buraya random gülüş gelecek)
Ah be kardeşim. Ben bilmiyor muyum sanıyorsun? Bu organizasyon en az 3 ay öncesinden belliydi ve sen arkadaşınla FIFA kapışmaktan bunu unuttun. Ben bilmiyor muyum sanıyorsun? Guitar Hero’da Master Of Puppets’ın solosunu atarken bir saniye bile “Acaba yetişir mi?”, “Acaba bu kurumsal kimliğin yapım süreci ne?” diye kendine sormadığını? Ya ben bilmiyor muyum sence? Biliyorum tabii ki canım…
Ama müşterisin nihayetinde. Seni kovacak halim yok. “1 saat sonrasına yetişmesi lazım” cevabını aldıktan sonra yine kafamda meşhur tracklist yaparak en tepeye İsmail YK’yı koyuyorum ve “Allah belanı versin, allah seni kahretsin, bana gelen sana gelsin” nidalarıyla tasarımı yapmaya koyuluyorum.
Gerisini hatırlamıyorum…
Tepene dikilen müşteri
“İçimde sanki izleniyormuşum gibi bir his var…”
Bu repliği yazanlar aslında senaristler değildir. Ne Nolan, ne Spielberg, ne de Tarantino… Biz yazdık biz. Tasarımcılar yazdı. Bu replik ilk kez bundan 53 yıl önce, bir tasarımcı tarafından, çalışırken müşteri kendisini izlerken kullanıldı…
Bizler rahata alışkın insanlarız. Rahat diyorum ama aman ha, elitist rahatlığı değil bu. Bu rahatlık şu üç kelimenin rahatlığı: “Boş, loş ve hoş.” Yani çalışma ortamı boş, loş ve hoş olacak. Ama müşteri çalışmalarımızı izlerken bu üç durum da bir bıçak gibi kesilip, yerini tamamen karıncalı bir ortama bırakıyor. E ben nasıl tasarım arasında iki tweet atacağım? Beni bu stresle baş başa bırakmaya ne hakkın var?
Neyse, zaten gerisini hatırlamıyorum…
‘Eline sağlık, ama…’
“Ama’dan önceki her şey yalandır” sözünü bilirsiniz. Mesela bu söz de bizim sektör için icat edilmiştir. “Kardeşim eline sağlık gerçekten çok güzel olmuş, ama…” Ah be abim… Biliyorum, kibarlık yapmaya çalışıp emeğimin boşa gittiğini hissetmememi istiyorsun. Ancak duvara tosluyorsun. Neden? Çünkü sen zaten hatayı en başında bana 1 saat sonra yetişmesi gereken bir tasarım getirip, üretim sürecinde başımda zebani gibi bekleyerek yaptın. Ne bekliyorsun? Nasıl bir verim, nasıl bir güzellik istiyorsun? Haberlere bakmamışım, dünyada ne olup bittiğini bilmiyorum, ben tasarım yaparken 3. Dünya Savaşı çıktı mı çıkmadı mı herhangi bir bilgim yok. Başımda bekliyorsun ve performans bekliyorsun. Olacak şey değil…
Gerisini hatırlamıyorum…
‘Ya ben de şu programı öğrensem yapabilir miyim?’
Tabii canım, yapabilirsin. Programı açabilirsin tabii ki. Neden yapamayasın? Biz bu işe yıllarımızı vermişiz, takır takır elimiz hızlanmış ve çalışmalar çabuk bitiyor diye tasarım camiasını komple ayağa düşüren müşteriler… Ah siz yok musunuz siz… Windows’ta Paint boşuna mı var? Bazıları “Ya Paint ne işe yarıyor ya?” diye sorar. Cevabı işte burada. İşimize göz diken hadsiz müşteriler için Paint en ideal programdır. Alın fırçanızı çizin, dağ yapın, akan dereler yapın. Neden Photoshop’a saldırıyorsun? Girme böyle topların ağzına. İncinirsin, yine de sen bilirsin.
‘Yazı tipi sanki kurumsal durmamış gibi’
Sen bana “Ortaya karışık bir şeyler yap” demişsin, ben neredeyse bütün günümü bir font bulmak için harcamışım, sonra “bu kurumsal olmamış.” E sen olmuş musun? Sen de olmamışsın ki. Olmamışsın çünkü Arial’in Comic Sans olmasını istiyorsun. Olmamışsın çünkü sen “para verip bir şeyler yaptırıyorum” gözüyle bakıyorsun. Ben ise imajımı korumak ve bir bakkala dahi yaptığım tasarımın içime sinmesini istiyorum. İşte aramızdaki fark tam olarak da bu. Ah müşteri ah. Ne olurdu sen de benim kadar özenli olsaydın? Ne olurdu topu bana atsaydın da sen karışmasaydın? Ne olurdu dikilmeseydin başımda? Ne olurdu beni mesleğe küstürmeseydin?
Yukarıda okuduğunuz maddeler uzadıkça uzar, olur sana kilometrelerce yol. Ancak ne gerek var ki? Sonuç itibariyle bu işi severek yapıyoruz ve bu anlattıklarım işin trajikomik yönleri. Ayrıca önemle de belirtmek isterim. Bu yazıyı okuyan tasarımcı adayları sakın mesleğe başlamadan bırakma kararı almasın. Her ne kadar böyle insanlarla karşılaşsak da, gerçekten çok güzel yürekli insanlara da denk gelebiliyoruz. Özveri, sabır ve yaratıcılık ile üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir şey yok.