Yazar Üstüngel Arı ile, Hikâyesi Olan Ölüler ve ‘Soframızdaki yeri, öküzümüzden sonra gelen tüm kadınlara adadığı’ ikinci romanı Y.Ü.K hakkında, hayatın ve insanın halleri üzerine konuştuk.
“Bir insanı dünyaya getirmek onu öldürmekten ufak bir suç değildir.” Cem söylüyor bunu, Hikâyesi Olan Ölüler’de. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Buna aslında suçluluk ya da suçsuzluk kavramlarından öte bir varoluş sorgulaması diyebiliriz. Cem daha çocuk yaşta ağır travmalar geçirmiş ve yaşadıklarının sonunda da babasını öldürmüş bir karakterdi. Yani Cem’in babası Sermet, bir cinayete kurban gitmiş olsa da, katili kendi çocuğuydu ve bir noktasıyla kendi kendinin katiliydi. Dolayısıyla Cem’in bu karamsarlıkta olmasını ve varoluşunu bu yönden ele almasını haklı karşılayabiliriz.
Romanda Bilen, Kadırga Yokuşu’nu çıkarken konuşuyor kendisiyle: O kapıdan çıkarsan bir daha bu eve giremezsin diyen bir baba gibidir intihar fikri. Ve bölüm şöyle bitiyor: Hem sonuçta bedenimiz de bir nevi evimiz ise intihar da bir nevi kaçmak değil midir -evden? Y.Ü.K.’te de intihar sahneleri var. İki romanda da insanın hayatına son vermesi olup biteni reddetmenin ötesinde sanki bir ‘olanak’ gibi geziniyor…
Geçtiğimiz günlerde bir haber okudum. Hollanda’da bir kişi, on yıla yakın zamandır gördüğü tedavi ve rehabilitasyona rağmen alkolizmden kurtulamadığı için ötenazi hakkını kullanmış. Yani romandaki tabirimle konuşmak gerekirse, bir nevi legal yollarla kaçmış evinden. Bu, uç bir örnek olduğu için haber olmuştu. Çünkü ilk kez alkolizm sebebiyle birisi bu hakkı kullanıyordu. Bu ne demektir? Basit ya da komplike olması hiç fark etmez, insana bir noktada hayatı katlanılmaz gelebilir. Tercih ederek gelmediğimiz bir hayattan, tercih ederek gidebiliyor olmak bu anlamda, evet bir ‘olanak’ olarak da düşünülebilir. Camus’un bir sözü vardır: Düşünce alışkanlığı elde etmeden önce yaşama alışkanlığı ediniriz, der. İnsan, düşünmeye başladıkça, hayatta edindiği ilk alışkanlıktan; yani yaşamaktan da vazgeçebilir. Burada elbette ne intiharı kaçışın bir yöntemi olarak göstermek ne de onun güzellemesini yapmak niyetindeyim. Fakat intihar, ülkemiz gibi Müslüman toplumlar için ahlaki ve aynı zamanda inançla da ilişkili bir durum. Fakat ahlak göreceli, inançsa kişiseldir. Haliyle ben kendi adıma, hak veriyorum-vermiyorum, doğru buluyorum-bulmuyorum’un ötesinde, intiharı anlayabiliyorum diyebilirim.
Aile ve onun çocuklar üzerindeki tahakkümü mütemadiyen işlenen bir konu. Cem’in durumu hakikaten sıra dışı. Öte yandan, Bilen de ziyadesiyle müşteki. İyi yetiştirilmeye gayret edilen bir çocuk. Şöyle de denebilir: Yediği önünde, yemediği ardında! Lakin o da fena halde bunalıyor; ailenin beklentilerinden, hayattan… Buradaki sorun bir ideal eksikliği mi, yani hedefin olmaması ya da olsa da oraya kitlenememe problemi mi?
Bilen, içinde boşluklar olan ve o boşlukları doldurmaya çalışan bir karakterdi. Yediği önünde yemediği arkasında olmasından öte başka bir arayış, başka bir bekleyiş içindeydi fakat ne aradığını da neyi beklediğini de kestiremiyordu. Bir hedefi olmadığını söylemek doğru olmaz. Bir hedefi var. Kalıpların dışına çıkmak. Dayatılanın dışına çıkmak. Bu sebeple ailesinden gelen Okur soyadına inat, yazar olmaya karar veriyor örneğin. Yani bir ideali var. Fakat bu ideal, boşluğunu doldurmaya yeterli değil. Maurice Blanchot’nun Bekleyiş Unutuş’unda şöyle bir cümle geçer: Adam artık sabretmeyi öğrendiğini düşünüyordu ama sadece sabırsızlığını yitirmişti. Bilen’in içindeki boşluk da bu türden bir yanılsama.
Roman kahramanları için yaşamak ile ilgili travmatik ölçüde, neyi nasıl yapacağını bilememe hali de tekrar eden durumlardan. Kumdan kaleler örneği, sık kullanılan ama çok iyi işlenmiş bir pasaj doğrusu. Özellikle şu: “… gitme zamanı geldiğinde birkaç dalga kıyıya vurur ve ne inşa etmiş olursan ol geriye hiçbir şey kalmazdı.” Öte yandan bin yıllık kaleler var. Hâlâ hatırlıyoruz, feyz alıyoruz. Bu konuda kahramanlarınızdan farklı düşünüyor musunuz, hiç değilse ara sıra?
İnsan tarih boyunca, yani daha doğrusu ölümün ne anlama geldiğini anladığı andan itibaren, ölümsüzlüğün peşinden koşmuştur. Bir şeyin peşinden koşmak demek aynı zamanda o şeye sahip olmadığınız anlamına da gelir. Geride bir şeyler bırakmak… Bu, örnek verdiğiniz gibi kaleler olabilir, sanat eserleri olabilir, çocuklarınız olabilir, takıp gittiğiniz borçlarınız olabilir, ne olursa olsun evet, insan geride bir şeyler bırakır. Fakat insanın kendisi, hayatın gerisinde kaldıktan sonra, geride bir şey bırakmak gerçekten de ölümsüz olmaya yakınlaşmak mıdır? Değerli midir? Ne kadar değerlidir? Değerliliğin ölçütü nedir? Stephan Hawking geçenlerde insanlığın bin yıldan fazla ömrünün kalmadığını söyledi. İnsanoğlu 2027’de Mars’a ilk kolonisini gönderiyor. Yani, bin yıllık kalelerden yine feyz alalım tabii ama zaman ölçeğini geniş tutarsak, yani zamana daha bütünsel bakarsak, o bin yıllık kalelerin de kumdan kalelerden farksız olduklarını göreceğiz.
Alışmak, hak ettiği şekilde aşağılanıyor her iki romanda da. Sıradan hayatın gereklerine… Çocukların, gençlerin ölümüne… Aksi, ne kadar mümkün? Hangi şekilde?
Rutin, insanı ve hayatı fazlasıyla törpüleyen bir durum. Daha fenası, rutini kabullenmek. Bu, insanı da hayatı da kökünden kesip atan kabulleniştir. Hayat bir televizyon değil ama çoğumuz hayatı bir televizyon kanalının yayın akışı gibi yaşıyoruz. On iki çocuğun yanarak ölmesi haberine ana haber saatinde üzülüp, kısa bir reklamın ardından takip ettiğimiz dizideki esas kızın esas oğlanı peşinden nasıl da koşturduğunu keyifle izliyoruz. Esas olan onlar değil, biziz. Bunu idrak etmemiz gerekir. Hayatımız bir dizi değil, biz ne olursa olsun sonunda kavuşacak aşıklar değiliz. Aksi gayet mümkün. Şayet televizyonları kapatıp, pencerenin dışında neler olduğuna bakarsak.
Hikâyesi Olan Ölüler’de, insanlara ve bünyesinde tüm bu rekabeti barındıran hiyerarşik ilişkilere karşı duyduğu mide bulantısından söz ediyor Bilen. Çareyi şöyle bulmuş: Kimsenin rakibi değildim ve bu sayede girdiğim ortamlarda ne göze batıyor ne de dışlanıyordum. İş hayatı insanın şahsiyetini, hayallerini, üretimini törpüleyen ve hatta insanı öldüren bir alan. ‘Oyunu kuralına göre oynama’ heveslileri, ‘başarmak’ uğruna sistemin en büyük yardımcıları, ‘gönüllü köleleri.’ Ne olacak böyle?
Bilen’in kendini bu rekabetin dışında tutmaya çalışmak istemesi, idealinin başka bir alanda olmasıyla ilgili. Bilen iş arkadaşlarının gözünde ‘tehlikesiz’ olmak istiyor, bu sebeple katlanıyor onlara ve aslında Clark Kent gibi, süper güçlerini gizleyip, vasatı/ortalamayı oynuyor. Benzer durum birçoğumuz için de geçerli olabilir. Özellikle de sevdiği işi yapmayanlarda. Yahut ilgi alanlarını, nakde çeviremeyenlerde. Halihazırda içinde bulunan yetenekle kirasını ödeyemeyenlerde. Zira sevilen ‘iş’ diye bir şey olduğuna ben inanmıyorum. Ben reklam sektöründe çalışıyorum, daha önce televizyonda da çeşitli alanlarda çalışmıştım ve bir gün bile işimi sevmedim. Çünkü seversem onlardan biri olurdum. Fakat diğer taraftan, romanlarımla kiramı ödeyebiliyor muyum? Hayır. Bu soruya cevabım hayır olduğu müddetçe ben de sanırım gönüllü köle olmaya gönülsüz biri olarak çalışmaya devam edeceğim.
‘Barışla ya da düzenle geçen yıllarda, çatışmanın ve kaosun olmadığı dönemlerde insan, insan olmanın gerçek sınırlarını göremez. Ne zaman ki savaş başlar, kavga başlar, işte o zaman görürsün neymiş insan. Nasıl da vahşiymiş, o zaman görürsün ancak.’ Bu cümleler Diyarbakır Cezaevi’nde yatmış Kolsuz’a ait. Küçük savaşlar, büyüklerin provası sanki, ne dersiniz?
İnsanın kendisi aslında tüm sistemin provası. Ya da küçük bir maketi de diyebiliriz. Örneğin, ülkenin bugünkü durumunda baktığımızda, Avrupa’yla aramız bozuk, Amerika’yla ne olacağımız belli değil, Suriye’yle kavgalıyız, Rusya’yla Çin’le flört halindeyiz. Bu tanımlamaları özellikle insan ilişkilerindeki tanımlamalardan seçiyorum. Çünkü ölçeği alıp büyüttüğünüzde uluslararası ilişkiler olan, ölçeği küçülttüğünüzde insanlararası ilişkiler olur. Ölçeği küçültürseniz şiddetli geçimsizlik olur, büyütürseniz uluslararası kriz. Vahşet, kavga, ölüm, savaş… Hepsi insana dairdir ve hepsi insana dahildir.
Kolsuz’un nefretine gelelim. Bilen, onun ‘birbirinden farklı onlarca, yüzlerce nefret çeşidini’ görünce şu benzetmeyi yapıyor: Bizim gibi dört mevsimi bünyesinde barındıranlar için kar, sadece kardı. Olsa olsa sulu kar diye ayırıyorduk normal karla, yağmurla karışık karı ya da dolu diyorduk kar kadar zarif olmayan soğuk, beyaz, sert damlalara. Bunun dışında başka bir kar algımız yoktu. Fakat Eskimoları düşünün… Toplumsal iklimi ve ‘başkasını’ anlamak için çok çarpıcı bir örnek. Öte yandan, ne yazık ki nefret de artıyor. Kelimelerimiz yetişiyor mu, bu münasebetsiz çoğalmaya?
Nefret, artmaktan ziyade, kendine uygun zemini buluyor diyebiliriz. ‘Başkası’ ya da ‘başkaları’ hep vardı ve var olacak. Toplumsal zemin, bizim başkalarına ya da başkalarının bize olan davranış ya da hissiyatını bir şekilde biçimlendiriyor. Bugün baktığımızda, kutuplaşan bir Türkiye görüyoruz ve bu kutuplaşma sağ-sol, devrimci-faşist gibi kutuplaşmalarla sınırlı da değil artık. Birbirimizi yaftalayacak onlarca etiketimiz var. Hepimiz birbirimize düşmanız. İşi, para karşılığında bir başkasını istediği yere götürmek olan bir taksici, aracına aldığı kişinin konuşmalarını kaydedip emniyete şikayet ediyor bugünlerde. Hepimiz muhbir olup çıktık. ‘Başkası’ denenler o kadar çok arttı ki çünkü, o taksici de kendi güvenli alanını korumak adına yapıyor bunu. Ülkenin geçmişine baktığımızda bu ayrışmaların, bu kutuplaşmaların her zaman olduğunu görüyoruz, ona şüphe yok. Fakat şu günlerde bunun zirve yaptığını da görmek gerekir. Devletin görevi bunu dizginlemek olmalı, beslemek değil. Benim kelimelerim buna yetişir yetişmez, bu çok önemli değil. Önemli olan şu: Birbirimizden nefret etmemeyi kendi kendimize nasıl öğreteceğiz?
“Kendi adaletini kendin… ” şeklinde ifade edilebilecek bir arayış var, her iki romanda da. –Neticeleri de!- YÜK’te hatta, metni imha derecesinde! Bu, konuyla ilgili ciddi reaksiyona işaret ediyor. Roman kişilerinize katılıyor musunuz bu konuda?
Adalet bu ülkede öyle bir hâl aldı ki, yapılan bir hareket hukuka uymuyorsa cezalandırılmak yerine, hukuk bu harekete göre şekillendiriliyor ve böylece suç/suçlu tanımları da değiştiriliyor. Ortada ne adalet kalıyor böyle olunca, ne hak ne hukuk. Adalet, adil olmak, şayet tarafsız olmayı da içinde barındırıyorsa, kimse kendi adaletini kendisi sağlayabilecek kadar tarafsız bakamaz kendine. Dolayısıyla elbette yazdığım karakterlere bu noktada katılmam pek mümkün görünmüyor.
Siyaset ‘en legal görünümlü ticarethane’ mi sizce de?
Bu bana kalırsa çok naif bir tanım. Siyaset, en legal görünümlü cinayettir. Ticaret ancak bu cinayetlerin üstünü kapamanın bir yöntemi olabilir.
Hikayesi Olan Ölüler’in ve YÜK’ün başroldeki kişilerinin isimleri hakikaten ilginç: Bilen Okur. Başar Issız. Burada, biraz manidar bir vaziyet var, sanki…
Ben isimlerin de tıpkı coğrafyalar gibi kişilerin hayatlarında (kaderlerinde) belirleyici bir rol üstlendiğini düşünüyorum. Bir şeyler yazarken de beni en çok zorlayan aslında karakterlerin isimleri olur. Çünkü ben de ismimin karakterimde önemli bir rolü olduğunu düşünüyorum. Adım Üstüngel olmasaydı, muhtemelen şu an benimle röportaj yapmıyor olurdunuz.
Bilen, en yakın arkadaşı gittiğinde şöyle söylüyor: … Hem kitaplarım vardı benim. Sizin kütüphanenizle aranız nasıl? ‘Hesaplaşma’ hususunda… Çocukken, şimdi.
Ailemin bana kattığı en güzel değerlerden biri kuşkusuz ki okuma alışkanlığı. Çocukken Bilim Çocuk dergisi okurken uyuyakaldığım günler bilirim. Bir de bizim evde Nazım Hikmet’in yürürken arkasına baktığı, yüzünün biraz gölgede kaldığı, benim de çocuk aklımla televizyonda gördüğüm ‘kötü adam’ Erol Taş’a benzettiğim duvara asılı çerçeveli bir fotoğrafı vardı. Ben artık ne zaman gördüysem Erol Taş’ı televizyonda, bizimkilere sormuştum, niye kötü adamın fotoğrafı var bizim evde diye. Bizimkiler de bana anlatmıştı o adam o adam değil, her ikisi de kötü adamlar değiller, bak bu Nazım Hikmet, kitapları var bizde, şair o filan. Sonra ikna olmuştum o fotoğraftakinin Erol Taş olmadığına. Eve gelen arkadaşlarıma test yapıyordum, bu fotoğraftaki Erol Taş mı yoksa başka biri mi diye. Onlar da benzetiyordu sanırım hemen Erol Taş diyorlardı. Ben sonra bilge bir tavırla “hayır, o Nazım Hikmet, o şair, bak işte kitapları” diyerek artizlik yapıyordum. Yani Nazım Hikmet kitaplarının olduğu bir evde büyümek en büyük şanslarımdan biriydi bence. Babam zaten gazeteci hem de yıllarca siyasetin içinde, annem de meslek olarak eğitimci ve sıkı edebiyatçıdır. Çocukken misafirliğe gittiğimizde bizimkilere neden burada kitaplık yok, kitaplarını nerde saklıyorlar diyormuşum. Oysa bugün bile birçok evde kütüphane diye bir bölüm yok. Onun yerine TV ünitesi var. Böyle bir ortamda büyüyüp de, şu an kütüphanemle aramın iyi olmaması düşünülemez sanırım.
Arkeoloji ve felsefe okumuşsunuz. Etkisi seziliyor romanlarda. Yine de sormak isterim: Bu eğitimin hem kişisel hem de yazar olarak size katkısı ne oldu?
Arkeoloji en başta tarihin de, her ne kadar buluntulara ve belgelere dayanıyor olsa da yorumlanabilir, hatta değiştirtilebilir ve tıpkı bir roman gibi kurgulanarak yeniden yazılabilir bir bilim dalı olduğunu, felsefe de bu kurgunun nasıl bir yaklaşımla sorgulanabileceğini öğretti diyebilirim. Tarih eğitimi, güncel ya da geçmişe dair olayları sadece sonuçlarıyla değil bir neden-sonuç ilişkisi içinde okumama büyük katkı sağlamıştır. Felsefe de bu okumayı yaparken doğru sorular sormayı öğretmiştir diyebilirim.
Hikâyesi Olan Ölüler
Yazarı: Üstüngel Arı
Türü: Roman
Yayınevi: Esen Kitap
Sayfa Sayısı: 148
Baskı Yılı: 2014
Dili: Türkçe
ISBN: 9786054609352