Türkiye’de gazeteciliğin zor koşullar altında yapıldığını bir kez daha anlatmak değil amacım. Fakat gelinen nokta o derece vahim bir tablo çiziyor ki, insan olanın nevri dönüyor. Bu, yapamadığım bir haberin hikâyesi…
Aylar önce TGS Akademi‘nin Kars’ta planladığı bir program çerçevesinde, iki arabayı dolduracak kadar gazeteci ile yola çıktık. Kars’a vardığımız ilk gün, şehrin muazzam Rus mimarisini, kentin temiz sokaklarını, modern sayılabilecek yaşam tarzını ve yaz olmasına rağmen güneşin diğer yarım küreye çekildiği an kendisini hissettiren serin havasını, uzun uzadıya belki başka bir haber çalışması içerisinde anlatma şansım olur fakat konumuz şimdilik bu değil.
Kars’ta yapılan akademi sırasında yerel ve ulusal medya temsilcilerinin de aralarında bulunduğu birçok gazeteci ile tanışma fırsatım oldu. Buradaki gazeteciler de, ülkenin geri kalanı gibi siyasi iklimin yarattığı havadan bunalmış, serzenişte bulunuyorlardı. Hâlihazırda Mardin’de, Van’da veya Diyarbakır’da gazetecilerin çalışma koşulları ve konuları hep ağır ve ciddi idi. Peki Kars bu iklimden nasıl etkilenmişti?
Bunun cevabını daha sonra Journo için yapacağım bir haber çalışması kapsamında sorduğum “tehlikesiz” sorulara veremedikleri cevaptan anlayacaktım. Bu da tam olarak bu yazı konusunun fikir kaynağı.
Medyada Doğu Ekpresi çılgınlığı
Doğu Ekspresi’nin (Kars Treni) sosyal medya platformlarında aniden popüler olması ile birlikte tüm dikkatler, bu tren rotasına çevrildi. Hatta öylesine yoğun bir talep oldu ki üç ay sonrasına bile bilet bulmak neredeyse imkânsız hale geldi. Ana akım medya hiç ertelemeden bu konuyla sabah, öğle veya akşam kuşağı haberlerinin tamamında özel olarak ilgilendi. Gazete ve televizyon haberlerinden bazıları şöyleydi:
NTV: “Ankara’da başlayıp Kars’ta biten Doğu Ekspresi ile masalsı yolculuk devam ediyor. Yaklaşık 24 saat süren yolculukta, yolcular gördükleri birbirinden güzel manzaralarla adeta büyüleniyor.”
Sabah: “Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un yaktığı yeşil ışığın ardından, turistik Doğu Ekspresi biletleri milyonlarca vatandaştan yoğun talep görüyor.”
Peki hakikat böyle miydi? Daha doğrusu, 1936 yılında ilk seferini yapmış olan Kars Treni, aradan 83 yıl geçmesine rağmen neden ve aniden masalsı bir yolculuk olarak değerlendirilmişti? Hükûmet ne olmuştu da 17 yıllık iktidarında bugüne dek bu yolculuğa yeşil ışık yakmamıştı? Kars’a gerçekten turistik bir getirisi olmuş muydu?
Karslılar treni nasıl görüyor?
Kars’ta yayın yapan hem ulusal ajansların temsilcileri, hem de patronluk sistemi ile ilerleyen yerel gazetelerin muhabirleri için dört soru hazırladım. Amacım trenin son durağından, yani Kars’tan ve orada yaşayanlardan alacağım cevaplarla konuyu incelemek ve değerlendirmekti. Sorular şöyleydi:
Kars’ta yayın yapan yerel gazeteciler, Kars Treni ile ilgili okuyucularına ve kitlelerine haber yapıyorlar mı? Yapılıyor ise ulusal basındaki haber şablonuna benziyor mu? Farklı mı? Farklı ise neden?
Tüm gazeteciler kısa süre sonra cevapları göndereceklerini, hatta bu konunun işlenmesinin kendilerini çok mutlu ettiğini söyledi.
‘Müdürüm izin vermiyor’
Aradan 20-25 gün geçmesine rağmen tek bir geri dönüş olmadı. Ben de soruları gönderdiğim kişileri tekrar aradım. Yazının girizgâhında belirttiğim gibi, aldığım cevaplar öyle vahim bir tablo çiziyordu ki nevrim döndü.
Sorulara cevap gelmediğini ve neden geciktiğini sorduğum tüm gazeteciler, daha önce aralarında bunun istişaresini yapmış oldukları izlenimi veren cevaplarla, tabir-i caizse beni dumura uğrattı. Cevaplar aşağı yukarı şöyleydi:
“Müdürüm izin vermiyor. ”
“Ajans sorun çıkartabilir. ”
“Patron şöyle böyle diyebilir…”
Siyasal konjonktürün yarattığı tahribat
İlginç, oysa daha önce yazıya dair fikir belirtmeyeceklerini beyan etmişlerdi. Üstelik beni günlerce bekletmiş ve ben arayana kadar konuya dair tek bir temasta bulunmamışlardı. En hafif tabiriyle nezaketsizlik olarak addedebileceğim bu konu hakkında özür dilenmesi yerine “anlarsın” diye geçiştirilmiştim.
Böylesi politikadan uzak, tamamen bir kentin söz sahibi olanları ile konuşmak istediğim bir konu hakkında bile kendi mesleklerini neredeyse kriminalize edişlerini elbette anlamıyorum.
Bu konunun sosyolojik bir yönü olmasının yanı sıra, sadece sosyoloji ile tanımlayamayacağımız ve Türkiye’nin çizdiği siyasal konjonktürün de yarattığı bir tahribata dayandığı görülüyor.
Yerel basında ortalama kalite düştü
Bu konjonktürel etki meslekteki ortalama kalitenin yerel basında da düşmesine neden oldu. Gazetecilik mesleğinin tüm yeteneklerine sahip olan liyakatli bireylerin bir şekilde yafta yiyerek tutuklanması veya işsiz bırakılmasıyla, geriye kalanlar arasında yol açıcı ve “karakterli” işler üretebileceklerin sayısı iyice azaldı.
Üstelik insanlar, kendilerinden önceki meslektaşlarının yaşadığı hukuksuz süreçlere sessiz kaldıkları için artık sıranın kendilerine geldiği gerçeğini iliklerine kadar hissediyor.
Bu realiteden kaçmak, bir kurtuluş reçetesi değil. Gelecekte demokratik bir ülkede mesleki yozlaşmanın tamiratının uzun yıllar alacağı gerçekliği gözlerimizin önüne seriliyor.