Her şey Sefertası (The Lunchbox/2013) filmiyle başladı. Bir gece bu filmi seyrettim ve hayatım değişti. (inanın abartmıyorum) “Nasıl yaa, bizim hiç haberimiz yokken Hintli arkadaşlar böyle süper filmler mi yapıyor yani?” kafasıyla dolaşır oldum ortalıkta.
Hint sineması denince tek bildiğim Avare filmi ve başrolde oynayan Raj Kapoor’du. Ve bu film milattan önceye aitti.
Cahilliğimden utandım ve ‘Bollywood’u derhal araştırmaya başladım.
İki Hint filminin adı IMDB’de parlıyordu: Queen (Kraliçe) ve 3 Idiots. (3 Aptal)
3 Aptal’a karşı önyargılı olduğum için (Recep İvedik tarzı cıvık bir şey sanmıştım) işe Queen’le giriştim.
2013 yapımı Queen, gökkuşağı kadar güzel bir film. Düğünden hemen önce nişanlısı tarafından terk edilen esas kızımız Rani’nin tek başına çıktığı ‘balayı’nın ve özgür bir kadına dönüşmesinin öyküsü. Filmi izlerken süper eğlendim ve yönetmen Vikas Bahl’ın başka neleri varmış diye bakınmaya başladım.
Fakat tam o sırada, kader karşıma bambaşka bir Hint filmi çıkardı: Dev uzunluktaki Gangs of Wasseypur. (Wasseypur Çeteleri) Film iki bölümden oluşuyor, tamamı 5 saat 20 dakika.
Ben gangster filmlerini çok severim diyenler, 2012 yapımı bu filmi seyretsinler de, alsınlar boylarının ölçüsünü. New York Çeteleri bunun yanında çamaşır yumuşatıcısı gibi kalıyor. Hesap edin artık kanı revanı. 3 nesil boyunca süren bir mafya hesaplaşmasını anlatan filmde, tokyo terlikli ve takkeli / gecelikli acımasız Hintli gangsterleri iş başında izliyoruz.
Filmi 5 saat boyunca, araba farına yakalanmış tavşan gibi izlediğimi itiraf ederim.
Doğal olarak, filmin yönetmeni Anurag Kashyap’ı fena halde merak etmeye başladım. Sefertası ve Queen’in yapımcısı çıkmasın mı adam! Çıktı valla.
Anurag Kashyap’ı araştırırken, eski eşi Kalki Koechlin’in başrolde oynadığı bir filme denk geldim: Margarita with a straw. 2014 yapımı bu filmde, spastik bir Hintli kızla, kör bir Pakistanlı kız arasındaki aşk ilişkisi anlatılıyor. Sulandırmaya bu kadar müsait bir konu bu kadar mı güzel ve derinlikli anlatılır, ‘pes’ dedim yeminle. Bulursanız izleyin. Üstelik bu Kalki hanım baya enteresan bir kişilik. Annesi ve babası Fransız hippisi imiş ama kendisi doğma büyüme halis bir Hintli (olmuş).
Bu filmlerin üstüne bir de Qissa, The tale of a lonely ghost (Yalnız hayaletin öyküsü) adlı Hint-Alman kırması filmi seyredince tam oldum. 2013 yapımı bu filmde, erkek çocuk saplantılı bir Sih’in, dördüncü kız çocuğunu erkek gibi yetiştirmesi ve bunun sonucunda gelişen felaketler, hayaletli / hortlaklı bir senaryo eşliğinde nefis bir şekilde anlatılıyor.
Tüm bu filmlerden sonra ben tabii artık bir Hint sineması aşığı olmuştum ve 3 Idiots’a sardırdım. Filme karşı hala önyargılıydım, fakat Ekşi’de yazılanlar ve filmin IMDB notu çok başka şeyler söylüyordu.
3 Aptal, 2009 yapımı bir film ve yönetmeni Rajkumar Hirani.
Sanıyorum bu film türünün tek örneği. 3 saatlik bir şölen, bir kahkaha ve ağlama tufanı. Ve bu film sayesinde Bollywood’un gözbebeği Aamir Khan’ı tanımış oldum.
Film, Hindistan’daki zalim üniversite eğitim sistemini eleştiren müthiş bir senaryoya sahip. Tabii Bollywood geleneklerinde: Bol şarkı, dans, dram ve mizah iç içe.
Fakat sonuç mükemmel! Sinemanın bir büyü olduğunu yeniden hatırlıyorsunuz. Hollywood filmlerinin klişeliğinden, Avrupa filmlerinin karamsarlığından siz de benim gibi bıkmışsanız, bu filme bayılırsınız.
Üstelik, konu bizi de çok ilgilendiren cinsten. Hindistan’daki eğitim sistemi bizdekinden kat kat daha acımasızmış meğer. Her 90 dakikada bir öğrenci intihar ediyormuş. Anlayın artık durumun vahametini!
Tabii 3 Aptal’ı seyretmek benim için çok kötü oldu. Çünkü kafayı Aamir Khan’a takınca resmen iki haftam onun filmlerini seyretmeye gitti.
Ama ne yalan söyleyeyim, çok keyifliydi.
Amir Khan-101 dersine, yönetmenliğini de yaptığı tek film olan 13 ödüllü Like Stars on Earth (Yerdeki Yıldızlar) ile başladım. Ailesi ve çevresi tarafından itilip kakılan 8 yaşındaki disleksik bir çocukla, idealist öğretmeninin hikayesini anlatıyor film. Gişe kaygılı bir Türk yönetmenin elinde hoşafa dönecek konuyu, Aamir Khan büyük ustalıkla (hiç duygusal sömürüye girmeden) çekmiş.
Ardından Memento’nun Hint versiyonu Ghajini’yi seyrettim. Bu bir gişe filmi. Ama Bollywood nedir, enine boyuna anlamak istiyorsanız bu filmi seyretmek şart. Dehşet, vahşet, komedi, aşk, dram, ne ararsanız hepsi bir arada. Tam bir Hint yemeği. Üstelik Memento yani, daha ne diyeyim?
Derken PK’yi (Peekay) seyrettim. Yönetmen yine Rajkumar Hirani. 2014 yapımı bir film. Epey risk almış bir senaryosu var. Dinleri (tek tanrılı, çok tanrılı) uzaylı delikanlımız aracılığıyla feci halde ti’ye alıyor. Aamir Khan’ın bir Müslüman olduğu göz önüne alınırsa, adamın ‘cesaret’i gayet iyi anlaşılır.
Sonra Aamir Khan’ın iyice farklı bir filmine geçtim. Talaash. 2012 yapımı bir film noir (kara film). Kadın yönetmen Reema Kagti’nin yönettiği enfes bir polisiye.
Biraz gerilere gidip Lagaan‘ı seyrettim. (Once upon a time in India). Çok eski bir film vardı, bilmem hatırlar mısınız? John Huston’ın Zafere Kaçış’ı. Nazi kampında geçen Pele’li falan, enfes bir futbol ve insanlık mücadelesi. Lagaan bu tip bir film ama bu defa futbol değil, kriket başrolde. Ezilen köylülerin, bir kriket maçında sömürgeci İngilizleri duman etmesi, her seyredeni ‘Oley!’ diye haykırtacak cinsten. Lagaan, 2001 yapımı ve o yıl yabancı film Oscar’ına aday olmuş. Tam 44 ödülü var.
Bir de Rang De Basanti var. 2006 yapımı bu film, aylak yaylak altı üniversiteli gencin, Hindistan’ın bağımsızlık savaşına dair bir belgesel çekilirken, içlerine atalarının ruhlarının kaçmasını ve birer özgürlük savaşçısına dönüşmelerini anlatıyor.
Şimdi diyeceksiniz ki, neden bu Aamir Khan’ı böyle uzun uzun anlattın?
Bir kere, Bollywood geleneğini anlamak ancak bu adamın filmlerini seyretmekle mümkün. İkincisi adam, şaşılacak derecede farklı filmlerde oynamış ve başarılı olmuş müthiş bir oyuncu.
Ve üçüncüsü, Aamir Khan ülkesinde çok popüler ve güçlü biri. Ve bu adam gücünün ve parasının hatırlı miktarını ‘sosyal projelerde’ kullanıyor.
Filmlerinin konularını gördünüz. Eğitim, engelliler, özgürlük, terör, din… Hepsi de dişli konular. Öte yandan, filmlerinin gişesi de süper!
Yani neymiş? İyi filmle de para kazanılabiliyormuş meğer! Bilumum İvedik’lere, düğüncü dernekçilere duyurulur.
Yetmiyor. Adam bir de televizyona ‘sosyal içerikli’ talk şovlar hazırlıyor.
Bunların konuları ne mi? Çocuk istismarı, tecavüz, kadın cinayetleri, aile içi şiddet… Çıkıyor televizyona ve bu konularda talk şov yapıyor. Siz bizim sinemada milyonları götürenlerin, yapım şirketi kurup, televizyonlarda çocuk istismarı gibi konularda halkımızı bilinçlendirdiğini hayal edebiliyor musunuz? Ben edemiyorum.
Tabii Bollywood Aamir Khan’la bitmiyor. Daha koskoca bir Shah Rukh Khan ekolü var.
Onun sadece bir filmini seyredebildim henüz. My name is Khan. 2010 yapımı bu filmde, 11 Eylül saldırılarından sonra ABD’de ortalığa hakim olan Müslüman düşmanlığı, otizmli bir adamın gözünden anlatılıyor.
Sonuçta Hint sineması, Bollywood’u ile bağımsız filmleri ve ortak yapımları ile bir okyanus. Ben kıyıda durup biraz havasını kokladım sadece.
Hindistan gibi devasa sorunlarla boğuşan ama renklerinden / canlılığından taviz vermeyen bir ülkenin sineması da, böyle renkli ve devasa olur elbette.
Slumdog Millionaire ya da Marigold Hotel gibi, Hindistan’ı anlatan İngiliz filmleri bu yazının konusu değildi.
Ama bir paragraf açıp yazar Vikas Swarup’tan bahsetmeden bu yazıyı bitiremeyeceğim.
Oscar’lı Slumdog Millionaire filmi, bu yazarın ilk romanından uyarlamaydı.
Bir romanı daha var: Altı Şüpheli. Okuduğum en güzel romanlardan biri. Umarım bir gün o da filme uyarlanır.