Görüş

Karşıt görüş: 140journos belgeselciliği, gazetecilik refleksini sorgulatıyor

"Oğluyla bisiklet süren Babacan’ın finalde söyledikleri ('Sakın kontrolünü kaybetme, kontrolü kaybedip bir hızlanmaya başlarsan…' cümlesi) etkileyici mi? Taşıdığı metaforu düşünürsek, evet. Hatta belki de 72 saatlik kayıtta 'Bunu kullanalım' diyerek kenara ayrılan bir an. Peki, neden bu 'etkileyici' sondan rahatsız oluyor ve bir imaj yaratımına hizmet ettiğini düşünüyoruz?"
140journos kurucusu Engin Önder, çok konuşulan Ali Babacan belgeselini J Raporu’nda anlatmıştı. Ay başında yayımladığımız bu söyleşinin ardından bu kez sözü, belgeselin haberciliğe yaklaşımı konusunda Önder’e katılmayan iki gazeteciye veriyoruz.
140journos üzerine bir yüksek lisans tezi yazan Ilgaz Gökırmaklı, muhafazakâr medya ve iletişimsel kapitalizm gibi alanlarda çalışmaları bulunan gazeteci-akademisyen Emre Tansu Keten ile “Sakın Kader Deme” videosunu gazetecilik açısından değerlendiriyor.

140journos’un, eski başbakan yardımcısı Ali Babacan’ın yeni bir muhalefet partisi kurmasını konu olan “Sakın Kader Deme” başlıklı videosunun bir “PR” (public relations – halkla ilişkiler) çalışması mı, yoksa gazetecilik ürünü mü olduğu çok tartışıldı.

Birçok gazeteci, belgeselin sorgulayıcı ve eleştirel bir tavır sergilemediğini ve bu nedenle bir tanıtım videosuna dönüştüğünü söyledi. 140journos kurucularından Engin Önder ise “Hiçbir siyasi konuda, reklam olduğunu söylemeden yayına alacak kadar ucuz değil bizim emeğimiz” diyerek çalışmanın bir PR videosu olmadığını J Raporu’nda vurguladı. Videonun bir ayda 2,2 milyon görüntülenmeye ulaştığını da not düşelim.

Engin Önder’in açıklamaları bazı konuları açıklığa kavuşturdu ancak yeni soruları da beraberinde getirdi. Yüksek lisans tezini 140journos ve toplumsal hafıza inşası üzerindeki etkileri üzerine yazan biri olarak, bu verimli tartışma ortamından faydalandığımı belirtmem gerekir.

Peki,  140journos’a gelen eleştirilerin temelinde ne yatıyor?

İçerik yalnızca ‘konuşmalara’ vesile olan bir araç değil

Kendilerini “karşı medya” hareketi olarak tanımlayarak yola çıkan 140journos, her anlatıcı gibi, hikâyesinin beğenilmesini ve mümkünse tadının damakta kalmasını istiyor. İyi müzik, özgün görsel anlatım ve kıvamındaki mizahla videolarını şeklen “mükemmele” ulaştıran şirket, içeriğin yalnızca “konuşmalarına” vesile olan bir araç olduğunu düşünerek bir hataya düşüyor. Tabii bunun bir “hata” olarak görülmesinin nedeni, gazeteciliği bir kalkan olarak kullanmaları.

Şeklin içeriğin önüne geçmesi bambaşka bir tehlike daha yaratıyor. Nötr dil kullanma çabasıyla belgesellerinde dış ses ve sunucu dahi kullanmaktan kaçındığını ifade eden 140journos, günün sonunda etkileyici görsel dilden yana “taraf” oluyor. Bu taraflılık da tartışmaları beraberinde getiriyor.

Örnek vererek başlayalım: Oğluyla bisiklet süren Babacan’ın finalde söyledikleri (“Sakın kontrolünü kaybetme, kontrolü kaybedip bir hızlanmaya başlarsan…” cümlesi) etkileyici mi?

Taşıdığı metaforu düşünürsek, evet. Hatta belki de 140journos ekibinin, 72 saatlik ham kayıtları ilk kez izlediğinde “Bunu kullanalım” diyerek kenara ayırdığı bir an. Peki, biz neden bu “etkileyici” sondan rahatsız oluyor ve bir imaj yaratımına hizmet ettiğini düşünüyoruz?

Gazeteciler açısından soruyu yanıtlamaya çalışayım:

Belgeselde bize sunulmayanlar, soru işaretleri yaratıyor

  • Öncelikle, Babacan’a “Siz kontrolü kaybettiniz mi?” sorusu soruldu mu ve buna yanıtı alındı mı, alınmadı mı bilemediğimiz için.
  • Babacan’ın,“2002-2015 yılları arası 13 yıl, Türkiye’nin itibarının en yüksek olduğu dönemdi” ifadesinden sonra “O yıllarda ne oldu, gerçekten öyle miydi” bilgisine ulaşamadığımız için.
  • Kullandıkları imgelerle zihnimizdeki Babacan algısını tamamen değiştiren bir içerik sundukları ve bunu da sorulması gereken tüm soruları sorarak yapmadıkları için.
  • Estetik kaygılarını, içeriğin önüne aldıkları için.
  • Kısacası herhangi bir gazetecilik refleksi göremediğimiz için.

Bu beklentilerin altında 140journos’un kendisini bir “karşı medya” hareketi olarak tanımlaması olduğunu da hatırlatayım.

‘Reklamla birlikte yürürse habercilik zehirlenir’

Gazeteci Faruk Bildirici de internet sitesinde yayımladığı yazıda sorunu şu şekilde açıkladı: “Belki de sorunun kaynağı, 140journos’un habercilik ve reklamcılığı ‘yeni medya yayıncılığı’ adı altında birleştirme iddiasında. Birlikte yürütülürse reklamcılığın aralarında kan uyuşmazlığı olan haberciliği zehirlemesi, ortaya çıkan ürünün habercilik kategorisinin dışına kayması kaçınılmaz.”

Babacan belgeseli konusunda Gazete Pencere’ye bir eleştiri yazan gazeteci Emre Tansu Keten ile “Sakın Kader Deme” videosunun gazetecilik açısından neden sorunlu olduğunu bu çerçevede konuştuk.

Keten’in; İletişimsel Kapitalizm, İslamcı Popüler Kültürde Kültürel İktidar Söylemi, Muhafazakârlığın Değişen Yapısı ve Muhafazakâr Medya gibi başlıklarla yayımlanmış akademik çalışmaları, kitap bölümleri ve dergi yazıları var.

Ilgaz Gökırmaklı: Hikâyeyi başa saralım, 140journos bir “karşı medya” hareketi olarak, bir grup üniversiteli gencin bir araya gelmesiyle 2012 yılında yola çıktı. İlk dönemlerinde vatandaş haberciliği yaptıktan sonra bir dönüşüm geçirerek 2017’den itibaren belgesel formunda, video art da içeren içerikler üretmeye başladılar. Hikâye anlatıcılığı, tarih yazıcılığı gibi amaçlarının olduğunu söylüyorlar. Hatta dijital bir arşiv görevi üstlenerek toplumsal hafızaya katkıda bulunduklarını da söyleyebiliriz. Hâl böyle olunca yaptıkları işler gazetecilik pratikleri açısından sorgulanır ve eleştirilir oluyor.

Emre Tansu Keten: Aslında 2012 yılında Bianet’e verdikleri bir söyleşide, “Sosyal medya ağları aracılığıyla, hızlı, sansürsüz ve bağımsız bir habercilik yapma amacıyla yola çıktık” diyorlar. Yani ilk yıllarında “Gazetecilik yapmıyoruz” iddiaları yok. 140journos isminin ilk kısmı Twitter’ın o dönemki karakter sayısına, “journos” ise gazeteciliğe vurgu yapıyor. Twitter üzerinden habercilik, WhatsApp bültenleri derken, video yapmaya başladıkları dönem geliyor.

Başlarda amatörler, daha sonra estetik anlamda uzmanlaşıp gazetecilikten uzaklaştıklarını söylüyorlar. Fakat 2018 yılında Chrest Vakfı desteğiyle (STK’lara hibe desteği veren uluslararası bir kuruluş ) yaptıkları bir fon projesinde “140journos tarafsız, objektif ve etik kurallara uygun haberciliği ilke edinmiş bir kurumdur” ifadesi yer alıyor. Fona başvuruda gazeteci olduklarını iddia ederlerken, piyasaya “bağımsız video çeken, gazetecilik ilkeleri olmayan bir ekibiz” diyorlar. Burada bir çelişki var ve aynı zamanda etik dışı bir durum.

‘Babacan ve 140journos PR’ı içe içe geçmiş durumda’

Belgeselin bir PR çalışması olduğu yorumları geldi. Bunun temelinde de gazetecilik refleksleri taşımaması var.

PR tartışmalarına Netflix’in Jeffrey Epstein belgeselini örnek vereyim. O belgesel tamamen gazetecilik refleksleriyle yapılmış bir iş. Bahsettiğim bu gazetecilik refleksini,  “Sakın Kader Deme” videosunda göremiyoruz. Özellikle siyasi bir lideri odak aldığınız içerikte gazetecilik refleksini geliştirmiyorsanız, o içerik PR olmak zorundadır. Bence 140journos, start-up bir şirket. Start-up, girişimcilik amaçlıdır. Girişimciliğin temel amacı da para kazanmaktır, kamu yararı değil. 140journos bu videodan para almadığını söylüyor, doğrudur. Fakat para almasalar bile, bu video 140journos’un parayla yaptığı işlerde elini güçlendiren bir tanıtım işi. Aslında Babacan ve 140journos PR’ı içe içe geçmiş durumda.

Engin Önder’in J Raporu’na konuk olduğu podcast yayınında yaptığı “kamu yayıncılığı” vurgusu da konuşulması gereken konulardan biri. Örneğin, “Sakın Kader Deme” belgeselinin beşinci dakikasında Babacan, “2002-2015 arası 13 yıl, Türkiye’nin itibarının en yüksek olduğu dönemdi” diyor. Gazetecilik refleksiyle, “O yıllarda ne oldu, gerçekten öyle miydi,” bunları görmeyi bekledim. Fakat belgeselde bu sorgulayıcı tavrı göremiyoruz. Kamu yararından bahsedeceksek bu sorgulamayı ve bilgi aktarımını görmemiz gerekirdi.

Tabii, bilginin doğrulanması gerekiyor. Mesela o yayında dikkat çeken bir şey daha var. Engin Önder, “Başlarken Babacan’a taslak götürdük,  kabul edilmedi” diyor, bu zaten PR işlerinde karşımıza çıkan bir şey.

Belgeselde Babacan’a hangi soruları sorup hangilerine yanıt alamadıklarını da göremiyoruz. “Sorduk ama yanıt alamadık” bilgisi de içerik için kıymetli değil mi?

Elbette, verilen cevaplar kadar cevaplanmayan sorular da önemli. Gazeteci Can Ertuna bu konuyla ilgili Twitter’da, “Görüntülü haber yaptığınız mülakatta soru sorup yanıt alamadığınız ve takip sorularıyla hâlâ yanıt alamadığınız durumlar varsa bazı noktalarda bu sessizlik ya da kaçınma anları dahi bir haber değeri taşır ve kurgudan çıkarmak bir yana bitmiş parçada kalması tercih edilir” dedi.

Burada tamamen haberin öznesinin istediği sınırlarda kotarılan bir iş var ve bu çok tehlikeli. Bir habercinin röportaj yapacağı kişinin istekleri doğrultusunda haberini hazırladığını düşünün. Önder’in, “İlk başta kafamızdakini anlattık ve anlaşamadık” açıklamasından, “Demek ki siz haber öznesinin çizdiği sınırlarda bir şeyler kurguluyorsunuz” sonucunu çıkarabiliriz. Burada da bir kamu yararından bahsedemeyiz.

Engin Önder, “Biz sırf tarafsızlık iddiamızı pekiştirmek için Babacan planlaması sürerken Doğu Perinçek ile de anlaştık” diyor. Siyasi kimlikleri farklı isimlere yer vermenin “tarafsızlık olmasa bile çok taraflılığı” karşıladığını ifade ediyor. Bu durum başlı başına bir tarafsızlık kriteri mi? Özellikle gazetecilik açısından eleştirilen nokta belgeselin Babacan’ı yalnızca olumlu yönleriyle ortaya çıkarması, sorgulayıcı ve eleştirel bir yaklaşımın olmaması. Düzenli olarak videolarını takip ediyorum. Kendi adıma Maçoğlu ve İmamoğlu çalışmalarını bu kadar eleştirmediğimi fark ettim. Sizce ‘Sakın Kader Deme’yi Ekrem İmamoğlu, Fatih Maçoğlu ya da Hasan Mezarcı videolarından farklı kılan neydi?

İmamoğlu videosu hiç tanınmayan bir ismin belediye başkasını seçilmesini ve seçimin iptalini, bir olayı anlatıyor. O videoda Ekrem İmamoğlu’na bir imaj yaratma kaygısı görmüyoruz, tamamen olay odaklı bir içerik. Babacan videosu ise yepyeni bir imaj yaratıyor.  Ayrıca bu siyasi ortamda Doğu Perinçek belgeseli çekmekle Ali Babacan belgeseli çekmek arasında da büyük farklar var. Gençlerin Perinçek’e yönelik algısı ve siyasi geçmişiyle Perinçek videosunu ancak bir mizah unsuru olarak Hasan Mezarcı videosuyla karşılaştırabiliriz. Babacan ve Perinçek’i kıyaslayamazsınız. Hasan Mezarcı’yı estetize etmek aktif siyasetin içinde olan Babacan’ı estetize etmekle aynı şey değil. Babacan videosunda ise imaj yaratımını destekleyen şeyler var. Hatta Engin Önder sinema kamerasının PR havası kattığını söylemiş.

“Eğer vlog kamerasıyla çekseydik aynı içeriğe kimse PR demezdi”  diyor, Engin Önder.  Bu noktada estetize ettikleri şey, görsel anlatımın da önüne geçen öznenin ta kendisi. Zaten eleştiriler de buradan başlıyor. Peki, kullandıkları müzikler, gençleri yakalayan görsel dil ve estetik kaygılar içeriğin tarafsızlığını nasıl etkiliyor?

Burada bir niyet var. Bahsettiğim estetize etme hâli, tarafsızlığın sert bir çapa gibi durduğu yapımları daha da zedeleyen bir hâle geliyor. Duygusal bir dil var 140journos’ta. Bu duygusal dil, tarafsızlığı zedeleyen bir şey. Bu durum foto muhabirlikte de tartışılan bir durum. Birkaç sene önce Hürriyet’te, Afrikalı seks işçileriyle ilgili bir foto röportaj yayımlanmıştı. Haber, “bir sömürüyü nasıl bu kadar estetik şekilde anlatırsınız” eleştirisi almıştı. Bu nedenle estetik değerleri haberin neresine kadar getireceğiniz önemli bir durum.

‘Yazı için DEVA Partisi içinden eleştiri aldım’

Videonun öznesinin DEVA Partisi ve Ali Babacan olması nedeniyle bu kadar eleştirildiğini düşünenler de var.

Bunun altını çizmek lazım, biz gazeteciyiz ve durumu gazetecilik pratikleri açısından değerlendiriyoruz. Siz yüksek lisans yapıyorsunuz, ben doktora yapıyorum, bu alanda çalışan insanlarız. Babacan değil de başka bir isim olsaydı, yine gazeteci pratikleri açısından eleştirirdik. Babacan’ın siyasi kimliği ya da kişiliğiyle ilgili bir durum değil. Tabii izlerkitlenin genel eleştirisi daha farklı. Şunu da söyleyeyim, Gazete Pencere’deki yazıyı yazdığımda sadece DEVA Partisi içerisinden eleştiri aldım.

‘Bir PR videosu olarak çok başarılı’

Logoyu görmesek bile 140journos ekibinin elinden çıktığını anlayabileceğimiz bir görsel dil, bir nevi imzaları var. Bu da yadsınamaz bir gerçek. İlk izlediğimde “Ee, bitti mi? Ne anlattı ki” diye düşündüm ben, siz videoyu beğendiniz mi?

Çok güzel, başarı bir videoydu tabii ki. Hikâye anlatıcılığı gayet iyi kotarılmış, başarılı sahneleri var, kullanılan dil de iyi. Babacan’ın ODTÜ’ye gitmesi, gençlerle konuşması gibi imgeleri göz önünde bulundurunca bir PR videosu olarak çok başarılı olduklarını söylemek gerekir. Sonuçta bu işi, bu kadar başarılı yapan çok isim yok.

Ana akım medyada bir ifade özgürlüğü sorunu olduğunu da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Özellikle mualif siyasetçilerin ve isimlerin yalnızca yeni medya ve dijital platformlarda kendine yer bulabildiği bir düzen var. İfade özgürlüğü bakımından neler söyleyebiliriz?

Bunu da ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü konusunda ikiye ayırmak gerekiyor. Dijitalde bu tür işler görmemiz ifade özgürlüğü için yararlı, hatta zorunlu bir durum. Yeni partilerin, farklı görüşlerdeki siyasetçilerin internet dışında konuşabilecekleri bir alan kalmadı. Herkesin internette ve dijital mecralarda kendilerini ifade etme isteği normal ve hatta zorunlu bir durum.

‘Ana akımın yok edilmesi büyük bir dijital medya pazarı oluşturuyor’

Basın özgürlüğü tarafından bakarsak ana akım basının yok edilmesi, internet üzerinde büyük bir pazar oluşturmaya başladı. Start-up gazetecilikte eleştirdiğim şey bu aslında. Yani küçük yaratıcı fikirlerle ve fonlarla yola çıkarak “Biz gazeteciliği kurtarırız” demek sorunlu. NewsLabTurkey, DokuzSekiz Haber, 140journos gibi bir sürü yaratıcı fikirlerle ortalık start-up kaynıyor şu an. Bu tabii ki kötü bir şey değil, dünyada da benzerlerini görüyoruz.

Gazete Pencere’deki yazınızda start-up gazeteciliğin, medyanın yaşadığı büyük sorunları aşma iddiasıyla yola çıkıp bir süre sonra “girişim rotasına dümen kırdığını” söylüyorsunuz, bu durum nelere yol açıyor?

Gazeteciliğin kurtuluşunu burada görmek tehlikeli. Gazetecilik için gelir kaynakları çok önemli. İyi gazetecilik nasıl işliyor buna bakmak lazım. Kâr etmek isteyen medya patronları var. Kâr etmenin ilk koşulu da iyi gazetecilik yapmak, iyi içerik üretmek ki insanlar alıp okusun. Bu nedenle özellikle Batı’da habere ve editöryel bağımsızlığa hiçbir şekilde müdahale etmeyen iyi gazeteler görüyoruz. İkincisi de az sayıda örneği olsa da, gazetecilerin sahip olduğu, kooperatif şeklinde örgütlenen gazeteler. Burada da abonelik ve bayii satışıyla para kazanıldığını görüyoruz ki yine içerik öncelikli hâle geliyor.

‘Start-up gazeteciliğin tehlikeleri var’

Bir fon alarak işe başladığınızda durum değişiyor. Start-up bir gazetecilik şirketinin tek amacı yeni fon ve gelir kaynakları bulmak oluyor. Yola çıkarken koyduğunuz ilkelerle çelişir hâle geliyorsunuz, fon bulma isteği habercilik amacının önüne geçiyor. Girişimcilik kısmı sizi başladığınız noktadan bambaşka bir yere götürüyor. Bir medya kurumu kurma çabası var. İdari işleri, ticaret ve gazetecilikle bir arada götürmek de böyle tehlikeler doğuruyor. Start-up gazeteciliğin tehlikesi bu. Basının bu kadar darmaduman durumdan kurtulması için yine kurumsal, büyük ve itibarlı medya organlarına ihtiyacımız var. En sonunda da bu şekilde tartışmaların odağı hâline geliyorsunuz, 140journos da bunun bir örneği oldu ama durumun tek örneği onlar değil elbette.

Engin Önder, J Raporu’na konuk olduğu yayında belgeselin bir PR videosu olmadığını vurguladı ve “Reklam olduğunu söylemeden yayına alacak kadar ucuz değil bizim emeğimiz” dedi. Yayını dinledikten sonra PR tartışmalarıyla ilgili fikirleriniz değişti mi?

En başından beri kötü niyetli olduklarını düşünmedim. Bu arada para kazanmak da iyi niyet dışı bir şey değil tabii ki. Gazetecisiniz, hiçbir yerde iş bulamıyorsunuz ya da ana akımdan ayrılmışsınız, akademide barınamıyorsunuz, elbette bir şekilde para kazanmak zorundasınız. Herkes start-up şirketler de kurabilir, ticaret de yapabilir. Ama yayını dinledikten sonra fikirlerim değişmedi. İyi niyetle başlanan bir işin, kurgusu bittikten sonra izlendiğinde bir PR videosuna dönüşüp dönüşmediğini anlamak çok zor değil. Üstelik video işinde uzman insanlardan bahsediyoruz.

‘Bir imaj yaratım ve yönetim videosu’

Önder’in açıklamalarından 72 saatlik bir ham kaydın olduğunu öğrendik. Yayımlanan video ise 31 dakika 15 saniye. Kullanılmayan görüntülerin, kurguda kesilen yerlerin içeriği nasıl değiştirebileceği de merak uyandıran başka bir konu. Çok daha farklı görüntüler görebilir ve bambaşka şeyler konuşuyor olabilirdik.

Podcastte de belirttikleri gibi önceden Babacan’a gittikleri için içerik ve çerçevesinin belli olduğu bir durum söz konusu. Örneğin Ali Babacan, taksi durağına girip insanlarla sohbet ediyor ve “Kimlerle yan yana gelmeliyiz” diye soruyor. Düşünsenize oradaki biri, “HDP ile yan yana gelmeyin” demiş olsa? Babacan’ın verdiği tepki çok önemli değil mi? Çok kritik yerlerde sohbetin devamını kesiyorlar. İşte bu nedenle, “Sakın Kader Deme” bir imaj yaratım ve yönetim videosu.

‘Cüneyt Özdemir’in Babacan’ı zorladığını gördük’

[Cumhurbaşkanı Recep Tayyip] Erdoğan’ın dikkatini çeken de bu imaj çizimi oldu.  Cüneyt Özdemir’in Ali Babacan yayını o kadar dikkatini çekmedi mesela, çünkü o yayında Cüneyt Özdemir’in Babacan’ı zorladığını gördük. Bu videoda Babacan’ın zihinlerimizde bambaşka bir algısı varken, bildiğimiz Ali Babacan’dan tamamen farklı bir imaj çizilmiş.

Cüneyt Özdemir yayınında çok önemli bir şey daha var. Babacan, partiyi ilk vakanın açıklandığı gün kurduklarını ve sağlık koşulları gereği propagandalara başlamadıklarını belirtiyor ve “Daha dün başladık” diyor. Dün diye bahsettiği tarih, 140journos’un “Sakın Kader Deme” videosunu yayımladığı gün.

Sakın Kader Deme ve PR tartışmaları sürerken Doğu Perinçek belgeselinin tanıtımını da yayımladılar. Tanıtıma bakıp bir şey söylemek için çok erken ama Perinçek’in özellikle gençler arasındaki algısını göz önüne alırsak sosyal medyada giflerin, capslerin paylaşıldığı bir şeye dönüşecek gibi. Babacan videosu gibi bir etkisi olur mu?

Tabii, gülünecek muhakkak. Hasan Mezarcı videosuna benzer bir video olur, benzer bir etki yaratır diye düşünüyorum. Oradan bir Babacan etkisi çıkmayacaktır.


Sizlerden gelen iki yorum

Ay başında Engin Önder’i konuk ettiğimiz J Raporu ile ilgili haberde, “140journos’un yayıncılığını siz nasıl yorumluyorsunuz?” diye sormuştuk. Gelen iki yanıt şöyle:

  • “Kurumsal olarak ortaya konulmuş gazetecilik ilkeleri var mı, varsa nasıl denetleniyor merak ediyorum. Yaptıkları işi seyir keyfi yüksek bir görsel eser haline getirmek uğruna gazetecilik yerine ilginç hikâye kurgusu yaratmaya çalışıyor gibiler.”
  • “Yorumum cümlemin içinde gizli: Londra’da bir dijital ajansım var, çeşitli yabancı firmaların web işlerini, video işlerini sürekli yapmama rağmen 140journos ekibiyle birlikte çalışma fırsatı bulabileceksem, Londra’daki şirketi hemen kapatabilirim. Samimi bir ekip olduklarına inancım tam. Umarım bir gün birlikte bir belgesel çekimi yapabiliriz.”

Ilgaz Gökırmaklı

1994, Antalya doğumlu. Yeditepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik mezunu. Marmara Üniversitesi’nde Gazetecilik yüksek lisansı yapıyor. Çeşitli haber mecralarında serbest gazeteci olarak haber üretmeye devam ediyor.

Journo E-Bülten