Konumuz yalnızca yirmi yıl önceye ait değil, tarihî bir medya anlatısı. Siyasi manzarayla başlayacağız, giderek olaylar çığrından çıkacak, olağandışı parçalar birleşe birleşe bir dönemin büyük resmi ve mesleğine tutkun gazetecilerin refleksleri zuhur edecek. Kritik kararlar, kritik anlar, tarihî hamleler… Artık olmayan yahut yıllar içinde değişip başkalaşan kimi televizyon kanalları ve gazeteler de haberimizde can bulacak. Her bir medya aktörünün gerçek hikâyesi sizlere yirmi yıl önceki emsalsiz deneyimleri yaşatacak. Hazırsanız başladık.
1999 yılında medya gibi siyaset de hareketli günler içindeydi. Devletin başında 9. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Süleyman Demirel, başbakan mevkiinde aynı yılın 16 Şubat’ında Abdullah Öcalan’ın Kenya’da yakalanıp ülkeye getirilişi ile yerini perçinleyen bir önceki dönemin azınlık hükûmeti lideri, dönemin ise koalisyon lideri olan Demokratik Sol Parti (DSP) Genel Başkanı Bülent Ecevit vardı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin halihazırdaki son koalisyon dönemi olan 57. hükûmette Ecevit’in ortakları; Alparslan Türkeş’in 1997’deki vefatı sonrası kavgalı kongreler neticesinde Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) genel başkanlığına seçilen Devlet Bahçeli, yanı sıra Anavatan Partisi (ANAP) lideri Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığı koltuğuna geçerken boşalttığı genel başkan pozisyonunu Yıldırım Akbulut’tan devralan Mesut Yılmaz’dı. Ülke anayasa kitapçığı fırlatma, büyük bir ekonomik kriz, yazar kasalı protesto gibi çalkantılara gebeydi.
57. hükûmetin yönetmek zorunda kaldığı en büyük kriz ise kuşkusuz Marmara depremi oldu. 17 Ağustos 1999’un ilk saatlerinde Türkiye, hiçbir hazırlığının olmadığı bir deprem felâketiyle sarsıldı…
Peki; medya bu hayâtî sınavı nasıl vermişti? Dosyamızın meselesi bu.
Son kısımda ise güncel endişelere odaklanacağız: Bugün olsa ne olur?
Hiçbir zaman yeniden sınanmamayı dileyerek… İşte yirmi yıl önce yaşanan büyük şok ve habere ulaşma, haberi verme mücadelesi… Muhabirler, editörler, haber müdürleri, koordinatörleri, yayın yönetmenleri, ekran yüzleri… Toplantılar, haber merkezleri, yazı işleri, helikopterler, fotoğraf makinesini kapıp uçağa atlayanlar, yetkisi olmadığı halde baskı durduranlar, Başbakan’a haber atlatanlar, “Madem yayında değiliz, can kurtaralım” deyip arama-kurtarmaya omuz verenler… Dinmeyen bir telâş ve haber savaşı… Yer yer habercilerin de habere dönüştüğü dramatik bir kaos…
Katılımcılar; Murat Yetkin, Teoman Erol, Arif Dizdaroğlu, Ardan Zentürk, Ayşenur Arslan, Oğuzhan Beyaz, Semra Kardeşoğlu ve Tamer Durak.
17 Ağustos 1999, Salı. Saat 03:02
Ne Twitter ne Facebook, henüz hiçbir sosyal medya aracı olmadığı gibi, cep telefonları da akılsızdı. Zaten dakikalar içinde şebekeler kilitlenecek, kimse kimseyi arayıp soramaz hale gelecekti. Kendini sokağa atan insanlarla dolup mahşerî kalabalığa erişen mahalle meydanlarına park etmiş bulunan otomobillerin radyolarından ilk sesler duyulmaya başladığında yayılan haberler korkunçtu…
O an bilinmiyor olsa da, Marmara bölgesinde onbinlerce konut yerle bir olmuş, yangınlar çıkmış, elektrik ve telefonlar kesilmiş, iletişim kopmuştu. Haberleşmenin olmadığı ortaya çıkınca ana arterler, E-5, TEM, dolayısıyla şehirler arası ulaşım da kilitlenecekti. Sistem bütün boyutlarıyla iflas etmişti.
Olaydan tam yirmi yıl sonra bu dosyayı hazırladığım sırada, bu büyük faciânın neresinden tutup nasıl toparlayacağımı düşünürken, takip ettiğim yayınlardan ikisinde depremin ilk haberlerine ilişkin bilgilere rastladım. Devamında rotamı hızla çizip yola koyuldum. İşte birinci bilgi…
Murat Yetkin: “Depremden yaklaşık 25 dakika sonra ilk haberlerle yayındaydık, acı haberin ayrıntılarını maalesef ilk benden duydunuz. Beni anons eden spiker arkadaşım Faik Uyanık, henüz ailesini depremde kaybettiğini bilmiyordu; şimdi Birleşmiş Milletlerde çalışıyor. Başbakan Bülent Ecevit, devlet iletişim ağının yetişemediği yerlere bizim canlı yayın araçlarımızın daha önce ulaştığını görünce duyuruyu NTV canlı yayınından yaptı ve bize teşekkür etti.”
Peki ama Yetkin, tüm ülkenin merak ettiği o tarihî habere TRT’den ve herkesten önce nasıl ulaştı? Haberinin kaynağı kim(ler)di? Böylesine şoke edici bir konuda nasıl bu kadar erken davranabildi? Bu ayrıntıları mutlaka Yetkin’e sormalıydım. Şimdi, ikinci bilgi…
‘Çok büyük acıydı’
Ruşen Çakır: “Henüz faaliyete geçmemişti CNN Türk. Ama işe gidip geliyorduk. Deprem günü zar zor da olsa bir şekilde ulaşmıştık CNN’e. Çok doğru dürüst bilgi akışı yoktu. Kafeterya gibi bir yerde oturduğumuzu hatırlıyorum. İşte Sakarya’da deprem olmuş, Gölcük’te olmuş derken, ben de gayrıihtiyari ‘Galiba Yalova’da da olmuş’ diye söyledim bir radyoda. Bunun üzerine Cüneyt’in (Cebenoyan) birden nevri attı. Çünkü bilmiyordum; oğlu Yalova’da anne babasının yanında yazlıktaymış. Cüneyt ile sonra Levent Camii’nde, anne babası ve oğlunun cenaze töreninde karşılaştık. Çok büyük acıydı.”
Çakır’a o gün yaşananların ayrıntılarını sorduğumda, “Asıl Tamer’le konuş, muhakkak” dedi. Tamer Durak’ın, meslektaşımız Cüneyt Cebenoyan’ın geçtiğimiz günlerdeki talihsiz ölümü üzerine attığı bir tweet içimi kemirmişti zaten: “Acını hatırlatırım diye görüşmeye kıyamadığım arkadaşım…”
Hemen aradım Durak’ı, o gün depremde yaşadıklarını bunca yıl hiç dillendirmediğini, ilk kez anlatabileceğini söyledi. Fakat elinde yetiştirmesi gereken haberler vardı, “Tamam” dedim, “beklerim…”
Gazeteciliğin büyük sınavı
Böylece dosyamızın büyük haber mücadelesi turu başladı. Şimdi adım adım dönemin ana akım medyasında yer alan pek çok gazete ve televizyon kanalını ziyaret edeceğiz, facianın şokundan sıyrılan habercilerin, tamamı yaşanmış gerçek hikâyelerini takip ederek turumuzu tamamlayacağız.
İlk durağımız, 1996 sonbaharında Nuri Çolakoğlu’nun yayın yönetmenliğinde yola çıkan Türkiye’nin ilk haber kanalı NTV. Yukarıda yer aldığı gibi, depremden sadece 25 dakika sonra ilk televizyon haberini TRT’den ve herkesten önce NTV ekranından veren Murat Yetkin ile o ilk haberin perde arkasına gidiyoruz. Yetkin, kanalın Ankara temsilcisi o dönem…
Depremin ilk TV haberinin perde arkası
“Deprem olmuştu ama nerede, nasıl olmuştu? Ölüm var mıydı? Bir yandan aile efradı aranıp herkesin sağ ve salim olduğu öğrenilirken, bizim haber telaşımız başladı. Cem Aydın ile irtibat kurduk, İstanbul’u daha kötü vurmuştu deprem, merkez üssü oralarda olmalıydı. NTV İstanbul haber merkezinin toparlanması daha güç olacaktı; ilk müdahaleyi Ankara’dan yapacaktık. Yurt Haberler Müdürü Vedat Yazıcıoğlu’nun evi Atatürk Bulvarı’ndaki büromuza daha yakındı, teknik ekipleri seferber etmeyi, muhabirleri göreve çağırmayı o üstlendi.”
Yetkin, eşi ve o tarihte altı yaşında olan kızıyla beraber –her ihtimale karşı bisküvi, su, meyve, battaniye, el feneri vb alarak– arabaya atlayıp son sürat yola çıkıyor. Yine her ihtimale karşı aracı bulvar üzerinde, yeni bir deprem olursa üzerine bina devrilmeyecek konumda park ediyor. Kendisi işe koşarken ailesi araçta kalıyor…
Tarihî habere ulaşma anı
“Büroda bir yandan stüdyo hazırlanırken diğer yandan Başbakan Bülent Ecevit’in Özel Kalem Müdürü Zeynel Yeşilay’ı arayıp bilgi almaya çalıştım; İstanbul’da bilgi yoktu, bense mutlaka başbakana bilgi verilecektir tahminindeydim. Yeşilay ilk denememde açtı hattı. Daha ben ‘Deprem nerede, kaç şiddetinde?’ gibi sorularımı tamamlamadan ‘Hatta kalın’ dedi. Ben sabırsızlıkla beklerken o diğer telefonda, Ecevit’e ilk raporu vermek üzere Kandilli Rasathanesi Müdürü Ahmet Mete Işıkara ile konuşuyor, doğru not almak için de her söylediğini tekrar ediyordu. ‘Gölcük mü? Evet. Kaç? 7 nokta 4, öyle mi? Başka? Yalova. İzmit. İstanbul. Adapazarı. Düzce. Hasar ağır olabilir, evet.’ Konuşma bitti. Yeşilay bana ‘Duydunuz mu?’ diye sordu. ‘Maalesef’ dedim.”
Hemen İstanbul’la temas kurup stüdyoya giren Murat Yetkin, depremin üzerinden yarım saat geçmeden, henüz hiç bir resmî açıklama yapılmamışken ileride 17 bin 400 kişinin canını aldığı kaydedilecek depremin tam olarak nerede, kaç şiddetinde olduğunu, nereleri en çok etkilediğini Türkiye’ye canlı yayında duyuruyor…
Canlı yayın araçları bölgelere hareket ediyor
“Ardından ilk hazırlanan canlı yayın aracıyla, Murat Akgün yola çıktı. Planımız, Murat’ın ekibiyle gidebildiği en uç noktaya kadar gitmesi, yolda gördüklerini de bize bildirmesiydi; böylece o noktalara da hazır oldukça yeni ekipleri çıkarabilecektik. Murat yoldan bize ‘Bolu Devlet Hastanesi bahçesi cansız bedenlerle dolu’ gibi, ‘Düzce yerle bir olmuş’ gibi felaket haberleri verdikçe biz ‘Kısaca bağlan, ilerle’ diyorduk. Nihayet İzmit’te, daha fazla ilerlenemeyecek noktaya gelince kalıcı yayına başladı. Bu arada Uğur Şevkat liderliğindeki ikinci canlı yayın aracını yola çıkarmıştık; onun hedefi belliydi Bolu-Düzce. O arada İstanbul haber merkezi Avcılar’dan ilk yayına geçmişti.”
O arada Nuri Çolakoğlu operasyonun başına geçiyor, ilk andaki habercilik refleksleri planlı ve örgütlü bir zemine oturmaya başlıyor. Saat 9 olduğunda, NTV ekipleri Gölcük ve Yalova dâhil 6 noktadan canlı yayında…
Ulaşımın ana damarı E-5 (Europe 5) kilit
“Bunu yapabilen kimse yoktu. Hatta devlet aygıtı dahi her yere ulaşmakta zorluk çekiyordu. Çünkü NATO çerçevesindeki askeri strateji planlamasının bir parçası olarak Avrupa ile Orta Doğu arasında ana kara yolu olarak planlanan E-5 (Europe 5) kara yolu vatandaşlar tarafından can havliyle tamamen kapatılmıştı, hareket etmenin imkânı yoktu; biz erken davranıp yollar kapanmadan önce menzillerimize ulaşmıştık.”
Başbakan, yetkililere TV’den tâlimat veriyor
“Deprem çoğu yerde devletin telsiz haberleşmesini ve TRT’nin anten konumlarını bozduğu için talimatlar dahi sağlıklı ulaştırılamıyordu. Bir noktada Ecevit, Başbakanlığın önüne çıkarak devletin iletişim hatlarının hasar gördüğünü söyleyerek, bizim canlı yayınımızla izlenen sözlerinin devlet yetkililerinde talimat olarak kabul edilmesini söyleyecekti.”
Dönemin genç gazetesi Star’ın haber merkezine gidiyoruz şimdi. Yeni kurulmuş olan Star gazetesi haberleri biraz farklı veriyor; büyük fotoğraflar ve ince haber ayrıntıları… Nitekim deprem haberlerinde de fotoğraf farkıyla öne çıkacak olan gazetenin haber müdürü, aynı zamanda AKUT gönüllüsü Teoman Erol anlatıyor 17 Ağustos’ta yaşananları…
Facianın havadan ilk fotoğrafları
“Depreme evde yakalandım. Önce yakın akrabalara ulaşmaya çalıştım (Arama-kurtarma elemanı da olsanız yapmanız gereken bu…), ardından İkitelli’de bulunan gazete binasına gittim. Gelebilenler gelmişti. Önce işin vahametini anlamadık, çünkü bugünkü gibi haberleşme yoktu. Sabah yalnız Avcılar’da binaların yıkılmış olduğunu sandık (boynu kıvrılmış enkazdaki kızın fotoğrafını anımsarsınız, bizim muhabirlerden biri çekmişti)… Ama öğleye doğru olayın korkunçluğu ortaya çıkmaya başlamıştı.”
“O tarihlerde pilot bir arkadaşım vardı; Murat Öztürk (birkaç yıl önce bir uçak kazasında hayatını kaybetti). Cesna tipi küçük uçağıyla (Türk basın tarihine ‘Gökyüzü Muhabiri’ olarak geçmiştir) havalandı. Tüm Marmara bölgesini havadan tarıyor, inanılmaz fotoğraflar çekiyordu. Korkunçtu… Genel yayın müdürü Fatih Çekirge, yazı işleri müdürleri Yılmaz Özdil ve İskender Baydar, yurt haberleri müdürü Ali Birerdinç ile toplantı üzerine toplantı yapıyor, her yere ekip çıkarıyorduk. Birbirinden çarpıcı, korkunç fotoğraf ve haberler geliyordu. Üç gün hiç eve gitmedim (zaten bir hafta aracımın içinde konakladık eşim ve kızımla).”
Teoman Erol’un “kişisel” diyerek giriş kısmında kısaca bahsettiği noktaya da bir parantez açmalıyız bu arada: Deprem anında Erol’un anne babası ve yeğeni Yalova’da yerle bir olan Sema Sitesi’nde kalıyor ve denize sıfır konumdaki dört bloklu eski sitenin yarısı yıkılmış durumda… Ne şans ki Teoman Bey’in ailesi yıkılmayan tarafta… Nitekim telefonlar kesilmeden önce babasına ulaşıp sağlık haberlerini aldıktan hemen sonra işe koşmuş. Sonra o yarısı yıkık Sema Sitesi’nin fotoğraflarını yine “Gökyüzü Muhabiri” arkadaşı Murat Öztürk o sabah havalandığı küçük uçağından çekmiş.
Uzmanlar fay hattını fotoğraflardan inceliyor
“Gazetede yayınlanan ve çoğunu Murat’ın çektiği fotoğrafları gören o dönemin ünlü deprem uzmanları Prof. Aykut Barka ve ‘Deprem Dede’ Prof. Ahmet Mete Işıkara gazeteye gelip, diğer fotoğrafları da inceliyor, inanılmaz bilgiler veriyorlardı (ikisi de yok, rahmetli oldu). Murat yukarıdan öyle bir fay kırığı fotoğrafı çekmişti ki, hocalar gözlerine inanamadı. Kilometrelerce uzanan yol şeklinde kırık…”
Bu arada Erol ve diğer müdürler toplantılarda sürekli “Başka ne yapabiliriz?” diye tartışıyorlar. Yazar Mustafa Mutlu “Depremzedelerin neler yaşadığını görmek için çadırda yaşamak istiyorum” diyor ve gerçekten de yapıyor. Düzce’de bir ay çadırda kalıyor ve yaşadıklarını, yaşananları gün gün köşesine taşıyor…
“O zamanlar ne haber yasağı vardı, ne de engelleme. AFAD da yoktu o tarihte. Sivil savunma ekipleri vardı, ama arama-kurtarmayı pek bilmiyorlardı. AKUT ise dağ arama kurtarma için kurulmuştu ve depremde büyük işler yaptı AKUT.”
“Vatandaş gerçekten gazete alıp okuyordu. Çünkü her gazete farklı kesime hitap ediyor, şimdiki gibi ‘tek elden’ hazırlanmıyordu” diyen Erol, bu noktada birkaç gazeteyi tenzih ettiğini de vurguluyor.
Makineleri durdurun!
Hürriyet gazetesinin yazı işlerine geçiyoruz… Şimdinin Yazı İşleri Müdürü Arif Dizdaroğlu o dönem aynı serviste editör. 16 Ağustos sıcağında mesai bitimi arkadaşlarıyla Yeniköy’de bir balıkçıda buluşan Dizdaroğlu, eğlenceli gecenin sonunda eve saat 02:00 civarı dönüyor.
Dizdaroğlu yatağa girdikten kısa süre sonra kırılan cam sesleriyle uyanıyor. Bakıyor ki ev sallanıyor, duvarlardan tuhaf sesler geliyor… Sarsıntılar kesilince giyinip cam kırıkları arasından yürüyerek cüzdan-anahtar toparlayıp kendini dışarı atıyor. Çığlık ve ağlama sesleriyle dolu karanlık merdivenleri inerken çakmak aydınlığı yardımıyla komşu çocuklarından birisini kucaklayıp sokağa fırlıyor. Pijamalı, atletli insanlar apartmanın önünde endişe ve panik içinde birbirlerine yaşadıklarını anlatırlarken, Dizdaroğlu bir an önce gazeteye ulaşmak için otomobiline atlıyor…
“Mahmutbey’deki binaya yaklaşırken benzinciye uğrayıp depoyu doldurttum, su ve bisküvi aldım. Yolda radyoları tarayıp yaşananları anlamaya çalıştım. Olay çok yeni, anlatılanlar çelişkiliydi. Yazı işlerine girdim. Haber merkezinde görev yapan Levent Korkut’tan başka kimse yoktu. Gece ekibi görevini tamamladığı için gazeteden ayrılmıştı. Televizyonları izledikçe gözleri dolan Levent’e, “Ajansları tarayıp, bir haber toparlayalım” dedim. İşe koyulduk. Yabancı ajanslarda depremin merkez üssünün İstanbul’un 170 kilometre doğusu, şiddetinin de 7.6 olduğu söyleniyordu.”
O dönemde henüz bir editör olarak tek başına baskıyı durduracak yetkisinin bulunmadığını belirten Dizdaroğlu, buna karşın matbaaya “Size yeni sayfa göndereceğim” demesinin etkili olduğunu ve baskının durdurulduğunu belirtiyor.
Yıldırım baskı ile silbaştan 1. sayfa
“Ulaştırma servisi, en yakın bölgede oturan sayfa sekreteri arkadaşlardan birisini hızla gazeteye getirmeyi başardı. Ardından gece sorumlusu Nurettin Oktay da devreye girdi. Yaklaşık 200 punto büyüklüğünde ‘DEPREM’ başlığıyla yeni bir 1. sayfa yaptık. Son 137.000 baskıya deprem haberini yetiştirdik. Türkiye’nin kalbi vurulmuştu. Artık tüm yazı işleri görev başındaydı. Kısa sürede hazırladığımız ‘yıldırım baskı’yla farklı öykü ve fotoğrafları okurlara ulaştırmaya çalıştık.”
Depremin boyutlarını asıl sabah gün ağardıktan sonra öğrenebilen Hürriyet ekibi ne olursa olsun haberi bir ölçüde girebilmişti ve bunu, yetkisi olmadığı halde kriz anında inisiyatif alarak baskıyı durduran ve birinci sayfayı silbaştan yapan bir editörüne borçluydu.
Yayın yönetmeninin teşekkürü
“Ertesi gün Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök masama gelip elini omzuma koydu ve “Baskıyı durdurup, son 137 bine depremi yetiştirmişsin” diye teşekkür etti.”
Şimdi, dönemin TV kanalları arasında iddialı logolardan biri olan Kanal 6’ya gidiyoruz. 1992 sonbaharında Ahmet Özal tarafından kurulan kanal, 2008 baharına kadar yayında kaldı. 17 Ağustos 1999’da ise Aydın Özdalga’nın haberden sorumlu genel yayın yönetmeni olduğu kanalın genel koordinatörü Ardan Zentürk’tü…
O gece yemekli bir davetten gelip geç uyuyan Zentürk, çok geçmeden sarsıntıyla uyanıyor. Eşiyle birlikte ailenin can güvenliği önlemlerini kısa sürede alarak depremin ana dalgasından yaklaşık 15 dakika sonra, giyinmiş, evdeki nakit parayı almış, o sırada yedi yaşında olan oğulları için küçük bir yastıkla pikeyi bile tedârik etmiş bir şekilde, Ziverbey’deki çay bahçeli arazide yerlerini alıyorlar…
Helikopterden çekilen ilk yıkım görüntüleri
“4. Levent’e yakın sanayi sitesinin içindeki kanala ulaştığımda saatler, 05.00’i gösteriyordu. TV yayıncılığı açısından çok zor bir durumdaydık. Haber ajansları görüntü ve haber geçemiyordu. Devletin resmi ağızları susmuştu. Kızılay başta kimseden bir bilgi alma şansı yoktu. Bölgedeki yerel muhabirlerin telefonları susmuştu. Kelimenin tam anlamıyla karanlık bir gece yaşıyorduk. Aydın Özdalga ile buluştuk, çok üzgündü çünkü, annesi Gölcük’te yaşıyordu ve aldığı ilk bilgiler yaşadığı evin yıkıldığı yönündeydi. Çok hızlı bir şekilde karar verdik ve Özdalga birkaç dakika içinde kendisini uygun bir yerden alacak helikoptere, kameraman arkadaşımızla birlikte hareket etti. Hem görevini yapacak hem de eğer sağ ise annesini getirecekti, sağdı, getirdi zaten.”
Aydın Özdalga İstanbul’a yalnızca sağ kavuştuğu annesi ile değil, facianın helikopterden TV standardında çekilmiş ilk video görüntüleriyle birlikte dönüyor…
‘Edit etmeden yayına verin!’
“Günün ışımasından kısa zaman sonra Özdalga, bizler için ‘hazine’ değerinde görüntülerle geldi. Türkiye o ana kadar Gölcük-Yalova hattında gerçek anlamda ne olduğunu, ne tür bir yıkımla karşılaştığını bilmiyordu. Kasetlerle birlikte doğrudan yayın komutaya gittik, kameraman arkadaşa, ‘Bantta çok fazla atlama-zıplama, drop atma gibi sorun var mı’ diye sorduğumu hatırlıyorum. ‘Abi, kayıt temiz’ dediği an, ‘Bandı edit etmeden ne çekildiyse öyle verin, önce ülkeye durumu bir gösterelim, sonra görüntüleri temizler, daha uygun hale getiririz’ dedim.”
O zamanlar yayın analog, TV formatı ise (teknik kurulum ve donanıma göre) Betacam ve Betacam SP. Profesyonellerin kullanabildiği omuz kameraları ortalama 15 kg ağırlığında. Eski modelse üstüne 3-4 kg akü eklenir ve hissedilen toplam ağırlık çekim uzadıkça artar.
Canlı yayın araçları olay yerlerine intikâl ediyor
“Bu arada haber müdürleri bölgeye gidecek canlı yayın araçlarımız için açık yolları tespit ediyordu, üç araç ve altı ekiple olay yerine karadan da intikâli sağladık. Elektrik devreye girdi. Telefonlar çalışmaya başladı ve haber merkezinin elemanları da şoku atlatmış şekilde saat 10.30 gibi binada toplanmaya başladı. Hepimiz deneyimli editörlerdik ama Özdalga’nın getirdiği görüntüler karşısında bir süre hiç yorum yapamadan ekrana baktığımızı ve ülkemizin bağımsızlığını bile tehdit edecek boyutta büyük bir felâketle karşılaştığımızı anlamıştık.”
Savaş muhabirliği geçmişi olan Zentürk’ün nitelemesi bunca yıl sonra bile ürkütücü. Ancak gazetecilik refleksleri her şeyin önündeymiş ki o görüntüler editlenmeden verilebilmiş, dahası aşağıda da okuyacağımız gibi kimse haber yasaklamaya, habercileri susturmaya kalkmamış.
Devamında kamuoyunun iyi aydınlatılması için iyi bir yayıncılık yaptıklarını, deprem yönetmeliğinin yenilenmemiş olmasının üzerine çok sert gittiklerini, devletin yaklaşık 48 saat süresince ortalıkta olmayışını çok sert eleştirdiklerini söyleyen Zentürk, bu nedenle AKUT’a tam destek verdiklerini ekliyor.
Yayıncılığın en uzun üç saati
“Bence, 17 Ağustos 1999 saat 03.02 ile sabah 06.00 arasında geçen ve yaşanılan felâketin gerçek boyutunu bilmediğimiz o üç saat TV yayıncılığının da en uzun üç saatidir…”
Şimdi gideceğimiz adres, atv haber merkezi. 1993 yazında yayın hayatına başlayan atv de, haberimizde yer alan dönemin diğer medya kuruluşları gibi o günlerde iddialı kadrosuyla dikkat çekiyor; Ayşenur Arslan, Mete Çubukçu, Oğuz Haksever, Arzu Zengin, Baki Şehirlioğlu, Hakan Aygün, Ali Kırca…
Bu bölümdeki anlatıcımız Ayşenur Arslan 16 Ağustos gecesini, “Korkunç bir kehânetin habercisi gibi sıcaktı” diye tasvir ediyor. O yüzden de depreme uyanık ve ayakta yakalanıyor…
Depremde ilk aranan, savaş muhabiri
“45 saniyelik homurtu boyunca hiçbir şey düşün-e-medim. Sonra ilk tepkilerim, sırasıyla şöyle oldu: İyi ki oğlum ve ailem şu an İstanbul’da değil. Hemen giyinip aşağı in. Anahtarını ve telefonunu unutma. Aşağı indikten sonra ilk aradığım kişi, o dönemde atv Haber’in savaş muhabiri olarak nam salmış Mete Çubukçu oldu. Bir kameramanla konuşup Taksim’de buluşmasını söyledim. O an itibariyle nerelerin etkilendiğini bilmiyorduk. Nereye gitmesi gerektiğini, bunu anlayınca kararlaştıracaktık. İkinci olarak Oğuz Haksever’i aradım. Derhal Kandilli Rasathanesi’ne gitmesini istedim. Oğuz, bir muhabir arkadaşımızı oraya yönlendirdiğini, merkeze gelmesinin daha doğru olacağını söyledi. ‘Hayır’ dedim, ‘bu gece herkesin gözü kulağı Kandilli’de olacak. Sana orada ihtiyacım var.’
Arslan, bu tâlimatları verdikten sonra haber merkezine giderken başka kimseyi aramıyor. Zirâ, herkesin telefon veya tâlimat beklemeden yola çıkıp geldiğini tahmin ediyor. Binaya ulaştığında yanılmadığını görüyor. Öyle ki, Ankara temsilcisi Baki Şehirlioğlu bile “beklememiş,” bir ekibi canlı yayın aracıyla birlikte İstanbul’a doğru yola çıkarmış durumda…
Kartona yazılan haber uydu sinyalinden ulaşıyor
“Muhabir Arzu Zengin, telefonla iletişim çökünce kameranın karşısına geçmiş, eline üzerinde ‘Adapazarı’ndayız. Burası korkunç’ yazılı bir karton almış, canlı yayın arabasının sinyalini görmemiz umuduyla kameranın karşısına geçmişti. Neyse ki rejideki arkadaşlarımız çok kısa sürede görüntüye ulaştı. Arzu’yu hemen yayına aldık. Telefonla konuşamıyorduk, ancak canlı yayın aracının uydu sinyali vasıtasıyla ‘yayın sırasında’ iletişim sağlayabiliyorduk. Evinden ayağında boxer külotuyla fırlayıp gelen Hakan Aygün, dakika başı (artçılarla) sallanan stüdyoda Arzu’ya ‘Seni görüyoruz, duyuyoruz’ diye seslendi. Arzu da, Türkiye’nin ilk kez duyduğu bilgilerle ‘facianın kalbinden bildirdi’!”
Kent karanlığa bürünmüş olduğu için, yayın yapılan sokak sadece atv ekibinin spot ışıklarıyla aydınlanıyor. Uydu üzerinden reji masasına ulaşan canlı görüntülerden izlenen ufacık alan bile İstanbul ekibine, tahminlerin ve korkulanın çok ötesinde bir trajediyle karşı karşıya olunduğunu kanıtlıyor…
Kandilli’den yayın farkı
“Ali Kırca o sırada Amerika’daydı. Haberi duyar duymaz dönmeye çalışmış, ancak facia nedeniyle ulaşım daha da sıkıntılı hale geldiği için günlerce dönememişti. Biz bu sırada sıfır uyku, binlerce sarsıntı, on binlerce bilgi-iddia-haberle yayın yapmaya çalışıyorduk. Bıçak sırtı bir dengedeydik. Olayı abartmamalıydık, ancak ‘insanları ürkütmeyelim’ diye gerçekleri de küçültüp hafifletmemeliydik. Bu hassas dengede Oğuz Haksever ve Kandilli’den yayını büyük bir fark yaratıyordu. Olanı, olmakta olanı ve bekleneni bilimsel verilerle besleyerek aktarıyordu zirâ. O verileri aktarırken de Arzu Adapazarı’ndan, Mete İstanbul’un en hasarlı noktası Avcılar’dan ‘insanî yüzü’ ekrana taşıyordu.”
Her yayın onlara durumun bir önceki yayında anlattıklarından daha vahim olduğunu gösteriyor. Öylesine akıl almaz bir tablo ki, korkmaya vakit yok. Evden çıkarken kıyafetini ters giydiğini bile üçüncü gün fark edebiliyor Arslan…
Haber ‘insanla’ haber oluyor
“Ali Kırca da sonunda döndü. Ve biz, bir hafta sürecek bir deprem bölgesi turuna çıktık. Kocaeli, Gölcük, Karamürsel, Yalova, Adapazarı.. Yayına sabah erken saatlerde başlıyor, gün boyu gelişmeleri aktarıyorduk. Akşam da, Ali Kırca Siyaset Meydanı Özel diyebileceğim programlarla uzmanları, vatandaşları, yerel yöneticileri ağırlıyordu. Bu süreçte inanılmaz anlara/insanlara tanıklık ettik. Kocaeli’nde, tüm iletişimi üstlenen amatör telsizciler… Gölcük’te yardıma koşan insanları menemen yapıp doyuran -elinden gelen sadece buydu- kahvehâne sahibi… Adapazarı’nda sokak ortasında küçük ya da acil operasyonları yapan genç doktorlar… Alnına, üzerinde ‘Koordinasyon’ yazan sarı bir post-it yapıştırıp toplanma alanlarını koşarak dolaşan ve nerede ne fazla, nerede ne eksik saptayan genç ODTÜ’lü… Zonguldaklı madenciler… Haberlerimizde gelişmelerin yanı sıra, onların öykülerine de yer veriyorduk. Ne de olsa, tarihimizin en büyük âfeti, en muhteşem dayanışmanın doğumuna yol açmıştı. Bizler de haberin ‘insanla’ haber olduğunu görmüştük.”
Habercilerin 17 Ağustos’tan büyük dersler çıkarttığını… Türkiye’nin AKUT’u ve benzeri kuruluşları tanıdığını… Deprem uzmanlarının iktidara / yerel yönetimlere / sıradan insanlara ne yapması gerektiğini öğrettiğini kaydediyor Arslan ve ekliyor:
Kimse habercileri ‘susturmaya’ çalışmıyor
“Bana göre en önemlisi; bunlar yayın yasağı / karartma vs. olmadan yaşandı. Örneğin, başta Reha Muhtar olmak üzere birçok ekranda çok sayıda yayıncı, yetersiz olduğu gerekçesiyle hükûmeti ve askeri ağır dille suçladı. Ancak, hiç kimse onları ‘susturmaya’ kalkmadı.”
Takvim Gazetesi yazı işleri servisine geçiyoruz. O dönem beş yaşında olan gazete, Tevfik Yener’in yayın yönetmenliğinde çıkıyor. Anlatıcımız Oğuzhan Beyaz ise Takvim’in yazı işleri müdürü. “Medyanın her günü ayrı bir sınav, özellikle de gündemin ateşler içinde yandığı Türkiye’de” diyerek söze giriyor Beyaz. Ve o dehşet gecesinde yaşananları anlatıyor…
Haber son birkaç bin baskıya nasıl yetişti?
“Depremin sabaha karşı meydana geldi. Bu, teknik açıdan imkânsızlığın vaktiydi. Çünkü gazeteler akşam 20.00 gibi basılmaya başlar, uzak bölgeler gönderildikten sonra şehir baskısı için beklenir. Şehir baskısı da gece 01.00 ile 05.00 arasında gerçekleşir. Yani 03.02’de meydana gelen büyük depremin haberini son birkaç bin baskıya girmek dışında şansınız olmaz. Nitekim o gece ekibimiz ev yolundan dönerek bunu yaptılar.”
Baskı trafiğini-düzenini altüst eden gece yarısı operasyonu ile sabah nüshasının son birkaç binine haberi yetiştiren yazı işlerinin asıl işi sabah gün ağırdıktan sonra başlıyor. Habere ulaşmak kadar zor olan bir diğer kısım da, gelen korkunç haberler karşısında önce ruhsal, sonra editoryal dengeyi sağlayabilmek…
Sinirler harap, gazeteci de ‘insan’ nihâyetinde
“Öncelikle mümkün olduğu kadar kalabalık bir ekip deprem bölgesine yola çıktı. Magazin, spor muhabirleri dahil. Gazetedeki insan sayısı minimuma inmişti. Yazı işlerindeki olağanüstü hareketliliği anlatmak çok zor. Düşünün, normal bir günde bir tanesi manşet olabilecek yüzlerce trajedi masada, önünüzde. Değerlendirmek, seçmek, önem sırası vermek… Üstelik her an üstüne yenisi geliyor. Akıl almaz fotoğraflarla…”
Böylesine kaotik ortamda gazete hazırlamak hem zorluyor, hem bol hata yaptırıyor. Gece yarılarına kadar düzeltmekle ve yeni gelişmeleri girmekle uğraşıyorlar. İnternet edisyonu diye bir şey yok şimdiki gibi… Dizilip bozulup yeniden dizilen her şey basılı gazete için. Bir gün değil, iki gün değil, haftalarca böyle sürüyor.
Korku ve kaos dinmek bilmiyor
“Yavaş yavaş kabullenme dönemine girerken, 12 Kasım Düzce depremi oldu. Koca Sabah binasının öyle bir sallanışı vardı ki… Yeniden aylarca sürecek deprem kaosu başladı… Allah bir daha yaşatmasın.”
Milliyet gazetesi ile devam ediyoruz. O dönem Umur Talu’nun genel yayın yönetmenliğinde çıkan Milliyet’in haber müdürü Saim Alpaslan, istihbarat şefi Bülent Denli, magazin şefi Erdal Gökkaya. Anlatıcımız ise magazin servisinde muhabir olarak çalışan Semra Kardeşoğlu…
Gazetecilik sadece bir meslek değil
“17 Ağustos depremi benim ve sanırım aynı dönemlerde çalıştığımız meslektaşlarım için yaşadığımız en acı ve en büyük, en kritik olaydı. Deprem sabahı kendi şefim Erdal Gökkaya’ya giderek ‘Ben istihbarat servisine destek olmak için orada çalışayım bir süre’ dedim. Kabul etti. İlk saatlerde henüz olayın büyüklüğünün farkında değildik. İstanbul’da Avcılar’daki durumu görebiliyorduk. Kimse bu büyüklükte bir felâket ve yıkımla karşılaşmadığı için ilk günler dağınıklık içinde geçti. Gazetenin yazar ve kıdemli muhabirleri deprem bölgesine gönderildi. Sonra bizler… Bir yandan yeni bir deprem olabilir endişesi yaşıyorduk. Kızım o dönem iki yaşında. Sokakta yattığımız geceler oldu herkes gibi. Üçüncü günü Gölcük’e bir tekneyle yardım götürülüyordu. Arkadaşım Ayşegül Aydoğan ile biz de ekibe katılıp bölgeye gittik.”
Altını çizmek istiyorum; magazinde çalıştığı halde gönüllü olarak şefine gidip, “İstihbarata destek vereyim” diyen bir muhabir ruhu… Ve zaten ilk fırsatta arkadaşıyla bir olup deprem bölgesine intikâl ediyor. Üstelik küçük çocuklu bir çalışan anne. “Gazetecilik sadece bir meslek değil, yaşam biçimidir” diye boş yere söylenmiyor işte.
Ömür boyu unutulmayan tanıklıklar
“O gün tanıklık ettiğim şeyleri ömür boyu unutmam mümkün değil. Her taraf bir enkaz yığını, enkazın içinde onlarca insan, onların kurtarılmasını bekleyen yakınları. Eve döndükten sonra o gün giydiğim tüm kıyafetleri, ayakkabımı, apartmanın kalorifer kazanı vardı, oraya attım. Kış geldiğinde yakılsın ve o kokuyu bir daha hatırlamayayım diye. Ama olmadı, hiç unutmadım o kokuyu.”
Geliyoruz büyük turun son durağına. Başlarken Tamer Durak’tan söz etmiştim hatırlarsanız, o dönem son hazırlık aşamasında olan ve yıl bitmeden Ferhat Boratav kaptanlığında yayın hayatına başlayacak olan CNN Türk’teyiz şimdi.
Atlanta merkezli Amerikan CNN’in İspanya’dan sonra yurt dışındaki ikinci yatırımı olan Türkçe haber kanalı Doğan Medya Grubu bünyesinde ve İkitelli’deki –artık yerinde Nurol Holding’e ait toplu konutun olduğu – Hürriyet binasında o zaman. Kanalda muhabir-prodüktör pozisyonunda çalışan Durak aynı zamanda mağaracılık sporuyla ilgileniyor, dolayısıyla arama-kurtarma refleksi de iş başında.
Ve bu kısımda anlatılanlar; geçtiğimiz günlerdeki âni ölümünün ardından elden ele dolaşıp çok okunan “Zaman tedavi etmez” başlıklı Cüneyt Cebenoyan yazısının kayıp parçaları âdeta… Durak, yaşadıklarını yıllar sonra ilk kez anlatırken kayıt altına alıyoruz…
‘Madem yayında değiliz, gidip can kurtaralım!’
“Gördüğüm yıkım karşısında içimde oluşan duygu -kanalın henüz yayında olmaması da bunda ağır bir etken- çekimi, haberi boş verip, enkaz altındaki insanlara yardım etmekti. O sıralarda hala aktif mağaracılık yapıyordum ve mağara içi arama-kurtarma hakkındaki deneyimler enkaz altında arama kurtarma için çok ama çok yardımcıdır. Dönünce fark ettim ki haber merkezinde önemli bir kesim benim gibi ‘boş ver haberi, hadi gidelim insanlara yardım edelim’ duygusu içinde.”
“Serdar Akinan ile birlikte yıkımın büyük olduğu Gölcük ve Yalova tarafına gitmeye karar verdik. Hem olabildiğince çekim yapacak hem de ya kurtarma ya da destek çalışmalarına katılacaktık. Biz nasıl hareket etsek, yanımıza ne alsak, hangi yoldan gitsek diye tartışırken, geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz sevgili Cüneyt Cebenoyan’ın oğlu ve anne babasının Yalova’da Ceylan Sitesi’nde olduğu haberi geldi, Cüneyt ile birlikte oraya gitmeye karar verdik… Yalova’ya nasıl vardık bilemiyorum. Ceylan Sitesi’nde ilk izlenim fenaydı, kocaman bloklar unufak olmuş yerin dibine geçmişti. Enkazların çevresinde dolanıp, sarsıntı yaratmamaya hem de artçılara karşı artık ne kadar olunabilirse o kadar dikkatli olmaya çalışarak yıkıntı altından kurtarabileceğimiz insanları arıyorduk, bir yerden bir ses gelince en sessiz halimizle kulak kesiliyorduk ki bir imdat çağrısını kaçırmayalım.”
Cüneyt Cebenoyan’ın ailesini arama-kurtarma çalışmaları
“’Evlâdım beni kurtar ne olur, beni çıkarırsan malım mülküm senin olsun’ diye seslenen bir kadına, ‘Korkma teyzecim, seni kurtaracağız’ diye karşılık verdiğimde, hem çok üzülmüştüm hem de bir kişi de olsa kurtarma ihtimalimiz olduğu için sevinmiştim. Cüneyt’in ailesinin kaldığı beş katlı blok neredeyse bir insan boyuna inmişti, etrafı moloz ve yıkıntı altındaydı, yer yer yıkıntıların arasındaki cesetler maalesef ertesi günden itibaren sıkıştıkları yerden çıkarılamadığı için kokmaya başlayacaktı. Aileye ulaşmak umuduyla kazı çalışmaları yapılırken, yukarıda bahsettiğim yaşlı kadınla bir yandan konuşup bir yandan ona da ulaşmaya çalışıyorduk. 17 Ağustos gece yarısına doğru konuşmaya başladığımız teyzemiz ancak 18 Ağustos akşamı, canlı canlı gömüldüğü binadan kurtarılacaktı.”
“18 Ağustos sabahına karşı Cüneyt’in ailesini sağ olarak çıkartamayacağımız korkusuna kapıldım ve bu bana çok ağır geldiği için, zaten vinçler ve hiltiler (hilti, delme yapan makine) çalışırken, benim gibi enkazın içine girecek bir boşluk bulduğunda faydalı olabilen biri için yapılabilecek en doğru şeyi yaptım (en azından o an öyle geldi) ve Yalova Merkez’e gittim. Yalova’da Malazgirt Caddesi, seyrettiğim savaş filmleri sonrası gibiydi, çöküntüler, yıkıntılar, oraya buraya koşturan insanlar, yardım ekiplerine katılmak, yardım ekiplerinden yardım almak, su içmek, bir şeyler yemek, üstüne giyecek temiz bir şey almak için çeşitli sıralara girmiş insanlar, toz, duman…”
…ve sözün bittiği yer
“Malazgirt Caddesi’nde kurtarma yapan ekiplerden birine katıldım ve uzunca bir süre elimizden geleni yaptık, aradan 24 saat geçtiğinde yeniden Ceylan Sitesi’ne yol aldım. Eskiden güzel bir yazlık sitenin olduğu yıkıntıya ulaştığımda, yürütülen çalışmalar sonucu Cüneyt’in ailesinin bulunduğu bölüme çok yaklaşmıştı kazı çalışmaları, orada çalışan ekibe katıldım ve Yalova’ya giderken kurtarabileceğimize emin olduğumuz insanları, arkadaşımızın anne babasını ve oğlu Ali’nin cansız bedenlerini çıkardık. Arkadaşımın acısı çok derindi, gözyaşlarımı yuttum, durabildiğimce metin durdum, ama orada yüreğime oturan acıyı hâlâ taşıyorum sanırım.”
Durak, cenazeler getirilip Zincirlikuyu’ya defnedilinceye kadar Cüneyt Cebenoyan’ın yanından ayrılmıyor. Sonra bir süre deliksiz uyuyor ve kalkıp deprem bölgesine geri dönüyor, bu kez Gölcük’e… Orada ekiplere katılıp elinden geleni yaptığı bir haftanın sonunda, artık yıkıntılardan “canlı” kurtarma umutları tükendiğinde, Gölcük’ten İstanbul’a gönüllü olarak insanları taşıyan bir deniz motoruyla İstanbul’a geri dönüyor…
Yayın başlıyor, hayat normalleşiyor
“17 Ağustos ve artçıları birçok arkadaşımızı derinden etkilemiş, deprem fobisi ile kimi şehir kimi ülke değiştirmiş hatta Atina’ya göçen bir arkadaşımız daha taşındığı gün Atina depremini yaşamıştı. 12 Kasım 1999 günü saat 18:00 civarı, dostum ve dalış badim Murat Utku ile o zaman CNN Türk teknik müdürü olan Ahmet Tunçberk’in odasında yeniden sarsılır sarsılmaz haber merkezine doğru koşmaya başladık. Yaşadığımız ilk felâket ve artık yayında olan kanalımız bizi göreve çağırıyordu, biz koşarken Hürriyet binasının pencereleri bir sağa bir sola yamulup düzeliyordu, ekonomi yorumcusu Meliha Okur, deprem oluyor diye haklı bir korku yaşarken, şimdi CHP Milletvekili olan ekonomi servisi müdürü Enis Berberoğlu onu teskin ediyordu: Korkma Meliha deprem olmuyor, çocuklar koşuyor onun sarsıntısı bu…”
Bugün olsa neler yaşanırdı?
Buraya kadar okumaya devam edenlerin yorulup üzüldüğünün farkındayım, son bir toparlama ile bitiriyoruz. Başlarken bir son kısımdan söz etmiştim: “Bugün olsa ne olur?” Katılımcılarımızın hemen hepsi sosyal medya gerçeğine dikkat çekerken, yayın yasağı ve olağanüstü hal ilânı endişelerini de dile getirildiler:
Murat Yetkin: “Bizler bu felaketi olabilecek en hızlı ve doğru şekilde izleyicilere ulaştırırken bir tek, ama sadece bir tek kaygıyla hareket ediyorduk: Ne olup bittiğini en doğru ve en hızlı şekilde izleyicimize ulaştırabilmek. Hepimiz kendimizi tam olarak ve sadece yaptığımız işe vermiştik. Haberi belli bir şekilde verirsek hükûmetin ne diyeceği, savcıların bize dava açıp açmayacağı, patrona bu nedenle bir laf gelip haberi yapan bizlerin işimizden olup olmayacağı gibi en küçük bir düşünce aklımızın kenarından geçmiyordu. Umarım bir daha Türkiye’nin başına o felâketler gelmez, umarım haberciler görevlerini akıllarında haberi doğru ve hızlı vermek dışında kaygılar taşıyarak vermek zorunda kalmazlar.”
Semra Kardeşoğlu: “Bugün gazeteler-televizyonlar çok daha fazla teknik imkâna sahip. Haber akışı daha hızlı olur ama neyi ne kadar verebilirler? Bir kere geçen bu sürede habercilik refleksi yok oldu. Birçok meslektaşımız bir bakana eleştirel bir soru bile sormayı unuttu. Yine de her şeye rağmen birkaç muhalif yayın organı ve en önemlisi bir sosyal medya gerçeği var artık.”
Oğuzhan Beyaz: “İnşallah olmaz ama benzeri yaşansa, medya bugün ne yapıyorsa onu yapacaktır: Birilerini korumak, birilerini suçlamak, yalanlar, manipülasyon… Uzmanlıklarını icra etmemeleri tuhaf olur! Ben son yıllarda olduğu gibi sosyal medyanın ön plana çıkacağını düşünüyorum.”
‘Yapılacak ilk şeyin ‘yayın yasağı’ olacağından neredeyse eminim’
Ayşenur Arslan: “Umarım öyle bir trajediyi asla bir daha yaşamayız ama o çapta bir âfette yapılacak ilk şeyin ‘yayın yasağı’ olacağından neredeyse eminim. Dahası, bugünkü medyanın -önemli bölümüyle tabii- yayın yasağını bile beklemeden otosansüre kalkışacağını biliyorum. Olağanüstü Hal ilânından söz etmeye gerek bile duymuyorum.”
Ardan Zentürk: 1999’dan bu yana çok büyük değişim yaşandı. Bir cep telefonu ile vatandaş gazeteciliğinin yapılabildiği bir ortamdayız. Haber karartma bugünün dünyasında ancak gaflet olur. İki dakika içinde sosyal medya üzerinden dağıtılacak bir yapı kurmaya kalkışmak sonuçsuz bir iştir. Nitekim, 2011 Van depreminde günlerce bölgede kalıp yayın yaptım, neyse onu verdik, neyi yapmamız gerekiyorsa onu yaptık. Tekraren söylüyorum, bugünün dünyasında bir âfet anında gerçeği en fazla 90 saniye çarpıtabilirsiniz. Yaşananlar çok kısa bir zaman diliminde herkese ulaşacaktır…”
Arif Dizdaroğlu: “17 Ağustos sonrası inşaatla ilgili mevzuatta önemli değişiklikler oldu. Yeniler daha dayanıklı ama yorgun bina sayısı çok fazla. Deprem bir doğa olayı ancak önlemler sayesinde hasar en aza düşürülebilir. Örnek, Japonya. Herkes görevini yaptıysa gazetecinin de endişe duymasına gerek yoktur.”
Teoman Erol: “Yaşamak gerekir” diyesim gelmiyor… yaşamayalım. Ancak İstanbul’daki deprem toplanma alanlarını AVM’lere teslim edenleri de unutmadık. Toplanma alanlarının -sayısı 480’di- dörtte üçü imara açılıp AVM dikildi. İstanbul’u Allah korusun… ”
Haberimiz, sona sakladığım küçük bir anekdotla bitiyor: Yıldırım baskıyla canhıraş sayfa yetiştiren editör Dizdaroğlu, hasar tespiti için evine döndüğünde, insanlar çevre parklarda toplanmıştı. Yaşadığı apartmana girip elektriğin geldiğini görünce, asansöre binip dairesine çıktı. Duş alırken yıkadığı gömleğini balkona asarken, parktaki komşular onun evde olduğunu gördü… Sonra öğrendi ki komşular aralarında, “O gazeteci, artık deprem olmaz haberini almasa içeri girmezdi” diye fısıldaşıp, birer ikişer evlerine dönmüşler.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR – JOURNO E-BÜLTENİNE BURADAN ABONE OLABİLİRSİNİZ